Nevşehir Kapadokya

Nevşehir Kapadokya

 

KAPADOKYA ADI

Nevşehir Kapadokya; Bölgenin adı ile ilgili birçok varsayım bulunmasına rağmen, bunlardan en çok kabul göreni; Kapadokya kelimesinin Pers dilindeki “Katpatuka” kelimesinden türetildiğidir.

Bu kelimenin Pers dilindeki anlamı ise:  güzel koşan atlar ülkesi, iyi koşan cins atlar ülkesidir. Burada yetiştirilen atların; sonraki zamanlarda Roma Arenalarında kullanıldığından söz edilir.

Atlar ile birlikte, burada yetiştirilen katırların önemi de; bölge ve yakın çevrede yaygındır. Hatta; katırların ününün, Babil’e kadar yayıldığı söylenir.

KAPADOKYANIN OLUŞUMU

Nevşehir Kapadokya;

Günümüzden, 25 milyon yıl önce; Kuzeydeki Anadolu Platosunun sıkıştırması sonucu; bölgedeki aktif birer volkan olan yanardağlar faaliyete geçer. Erciyes, Melendiz, Hasan Dağı ve Göllü Dağı; bölgeye, önce kül ve sonra lav püskürtür.

Bu püskürtmeler sonucu ortaya çıkan yanardağ külleri; büyük bir alana yayılır. Toprak; sarı, kırmızı ve beyaz renge bürünür. Toprağın üzerinde, üst üste biriken küller; yağmur sularıyla sertleşir ve “tüf” adı verilen, sarı renkli kayaya dönüşür.

Bu tüf tabakası; bölgedeki toz ve diğer volkanik malzemelerden de etkilenerek kalınlaşır; Platodaki göller ve akarsular üzerinde, yer yer kalınlık 100-150 m.ye kadar yükselir. Ayrıca; sertlik yapılarında farklılıklarda oluşur.

Yanardağlar, küllerden sonra balçık gibi lavlar da püskürtür. Böylece; üst üste yığılmış kül tabakalarının üstü, sert bazalttan oluşan, ince bir lav tabakası ile örtülür. Dağların soğuyup sönmesinden sonra; uzun süreli yağmurlar başlar.

Ani sıcaklık değişiklikleri, bu lav tabakalarını çatlatır ve yer yer parçalar. Yağmur suları, bölgedeki bitki örtüsünün az olması nedeniyle, bu çatlaklardan sızar ve alt bölümdeki yumuşak ve geçirimsiz tüf tabakasını aşındırır.

Bu aşındırmalar sonucunda; sert bazalt kaya tabakasından, şapkaları bulunan koniler ortaya çıkar. Yıllar süren bu erozyona; rüzgar ve eriyen kar suları da karışınca, vadi yamaçları ve halkın ” peri bacaları ” olarak isimlendirdiği kaya şekilleri ortaya çıkar.

Paşabağ civarında bulunan şapkalı peri bacaları, konik gövdelidir ve tepe kısımlarında, bir kaya bloku bulunur. Şapkayı oluşturan kaya türü, gövdeyi oluşturan kaya topluluğuna oranla, daha dayanıklıdır.

Zaten; şapkadaki kayanın direncine bağlı olarak, peri bacaları uzun ve kısa ömürlü olabilirler. Ayrıca; şapkadaki kaya, zayıf tüfün erozyonunu geciktirerek peri bacalarının yüksekliğini kontrol eder.

Genelde; peri bacalarının çapları; 1 ile 15 m. arasında değişir. Bölgede, en yoğun bulundukları yer ise; Avanos-Uçhisar ve Ürgüp üçgeni arasında kalan vadilerdir. Ürgüp, Derbent ve Uçhisar gibi yüksek noktalarda, peri bacalarının boyu nispeten küçüktür.

Vadilerden aşağıya doğru inince ise yükseklik artar, bunun sebebi ise erozyondur. Uçhisar’a göre, daha aşağıda kalan Göreme’nin Zemi Deresi adlı bölümünde ise, çok büyük peri bacaları görülebilir.

Bölgede; peri bacaları dışında; vadi yamaçlarında, yağmur sularının oluşturduğu ilginç kıvrımlar görülebilir. Bunlar, bölgeye ayrı bir özellik ve güzellik katarlar. Bazı yamaçlarda görülen renk armonisi ise, yanardağlardan püskürtülen lav tabakalarının ısı farkından dolayıdır.

Evet; peri bacalarının nasıl oluştuğu hakkında sanırım kısa ve öz bilgi sahibi oldunuz. Peri bacaları doğal yollardan oluştuktan sonra, zamanla insan emeği devreye girer. Kayalara; kiliseler ve muhteşem yeraltı şehirleri oyulur ve böylece büyük bir uygarlık yaratılır.

PERİ BACALARININ OLUŞUMU HAKKINDAKİ ÖYKÜ

Nevşehir Kapadokya;

Peri bacalarının oluşumuna ait; jeolojik ve bilimsel veriler yanında; halk arasında anlatılan türlü efsaneler de söz konusudur.

Ben sizlere yörede yaygın olan efsanelerden, iki tanesini anlatacağım.

Nevşehir Kapadokya;

Kapadokya’da bir köy. Köylüler harman yerinde ekin kaldırmaktadırlar. Tozu-dumana katarak bir ordu gelir. Köylülerin; ekinlerine ve hayvanlarına el koyarlar ve yine geldikleri gibi tozu-dumana katarak geri giderler.

Bunların yaptıkları kötülükten çok etkilenen bir köylü kadın; ” Ekmeğimize, aşımıza el koydunuz. Allah sizi taş etsin ” diye bağırır. Yaşlı kadının duası kabul olur ve o askerlerin hepsi taş olurlar. Günümüzde ise, bunların peri bacaları silüetine büründükleri rivayet edilir. O yüzden yöre halkı; peri bacalarına ” gavurun askerleri ” der.

İkinci öykü, biraz daha uzun.

Bir zamanlar; bu bölgede, büyük ve korkunç devler yaşarlar. İnsanlar, bu devlerden çok korkarlar ve onları kızdırmamak için, ülkenin yüksek dağlarına çıkarak sunaklara hediye bırakırlar ve kurban keserler.

Günlerden bir gün, periler ülkesinin padişahının yolu, bu ülkeye düşer. Peri Padişahı, bu zavallı insan ırkının çaresizliğinden çok etkilenir ve onlara yardım etmeye karar verir. Emrindeki tüm perileri çağırır ve onlara ” Ey kardeşlerim, insan kardeşleriniz çok zor durumdalar.

Onlara yardım etmek istiyorum. Şu karşıdaki dağların zirvelerinde yaşayan zalim devleri durduralım. Bu insanların çilesine son verelim. Eyer biz zalim devlerin yaşadığı dağların ateşini söndürürsek, devler de yerin altına kaçar ve insanları bir daha rahatsız etmezler ” der.

Bunun üzerine; binlerce peri, ellerinde, kar ve buz taneleriyle, devlerin yaşadığı dağın doruğunda toplanır. Ellerindeki kar ve buz tanelerini, dağın tepesinde fokurdayan ateşe atarlar. Günlerce uğraştıktan sonra ateşi söndürmeyi başarırlar. Bunun üzerine, devler korkar ve yerin derinliklerine kaçıp saklanırlar.

İnsan ırkı, perilerin bu zaferini büyük sevinçle karşılar. Günler-geceler boyunca şenlikler düzenleyip, zaferi kutlarlar.

O günden sonra, insanlar ve periler arasında çok sıkı dostluk oluşur. Bu dostluk uzun yıllar sürer. İnsanlar, kayalara oydukları mağaralarda yaşarken, periler de sivri kayaların üzerindeki küçük odalarda yaşarlar.

Bu mutlu ortamda, iki genç yaşamaktadır. Bunlar; insanların padişahının oğlu Revan ve Periler padişahının kızı Gülperi.

Bir zaman sonra, Revan, atalarının daha önce çektikleri acıların intikamını almak için, devlerin yer altında saklandıkları dünyaya inmeye karar verir. Yeraltı ülkesine giderken, yolda açılan kapılardan rahatça geçer, yalnız son kapıya geldiğinde, içeriye girmesiyle birlikte, büyük bir kaya parçası yuvarlanarak, kapının ağzını kapatır.

Revan, o an, zalim devlerin tuzağına düştüğünü düşünür, ama artık çok geçtir. Bulunduğu yerden çıkamaz, böylece günler gelip geçer.

O sırada, yer üstünde, Gülperi, rüyasında yakışıklı bir genç görür. Bu genç, çaresiz ve korkmuş bir şekilde, ona, kendisini kurtarması için yalvarır.

Gülperi; dayanamaz, rüyasını dadısına anlatır. Dadı ise, rüyayı şöyle yorumlar ” Güzel kızım, gördüğün rüya gerçektir. Böyle bir delikanlı var ve o şu anda zalim devlerin ülkesinde hapis. Bu yüzden de, senden, kendisini kurtarmanı istemiş ”

Gülperi, dadısının bu yorumu üzerine, hemen harekete geçer, emrindeki muhafızlarla birlikte karanlık yeraltı ülkesine gider. Revan gibi bütün kapıları hızla geçer. Son kapının önüne geldiklerinde ise, kapının ağzının büyük bir kaya parçası ile kapalı olduğunu görür.

Muhafızlar, kayayı yerinden kaldırarak kapıyı açarlar. Gülperi odadan içeriye girince, rüyasına giren genci, bir köşede baygın, yatarken bulur. Onu alır ve yeryüzüne çıkarak, en yüksek kayanın üzerinde kurulu olan periler padişahının sarayına getirerek tedavi etmeye başlar.

Revan; kendisine gelip karşısında Gülperiyi görünce, ona aşık olur. Zamanla evlenmeye karar verirler ve babalarını ikna etmek için ayrılırlar.

Ancak; o güne kadar birlikte yaşayan insanlar ve periler, birbirlerinden kız alıp vermemişlerdir. Bu yüzden; insanların padişahını meclisinde uzun tartışmalar yapılır.

Sonuçta ise; insan ırkının muhafazası için, insanların periler ile asla birlikte olamayacaklarına karar verilir. Çünkü; insanlar ölümlü, periler ölümsüzdür. Revanın ise periler tarafından büyülendiğine ve Gülperiye aşık ettirildiğine inanırlar.

Buna dayanarak, perileri ülkelerinden kovarlar. Revanı bir odaya hapsederler ve perilerle savaş hazırlıklarına başlarlar.

İnsanların, kendileriyle savaş yapmak için hazırlandıklarını duyan periler ise, bu durumu kendi padişahlarına iletirler. Periler padişahı, buna çok üzülür. Hemen halkını toplar ve onlara “Bizler, onları korkunç devlerin zulmünden kurtardık. Ama insanlar zayıf yaratıklar.

Yaptığımız iyiliği çabuk unuttular. Çok geçmeden hatalarını anlarlar. Şimdi, onlarla savaşırsak, çok büyük kayıplar verirler. Büyük acılar yaşanır. En iyisi, biz şimdilik savaşmayalım ve onlar hatalarını anlayana kadar da buralardan uzaklaşalım ” der.

Bütün periler, yaşadıkları odalardan, gökyüzüne doğru havalanırlar. Peri padişahı, periler oradan uzaklaşınca, yer altındaki devlerin yine yer üstüne çıkacaklarını düşünür. Halkını toplayıp ” hemen şekil değiştirin, güvercine dönüşün ” der.

Bütün periler, hep birlikte birer güvercine dönüşür. Böylece, insanlar onları görse de tanıyamayacaklardır. Güvercinlere dönüşen periler; tekrar, sivri kayalıkların ucundaki odalarına dönerler ve oralarda yaşamaya devam ederler. Böylelikle, insanları korumaya devam etmiş olurlar.

İşte böyle, peri bacalarına ait, iki öykü. Bunlar; halk arasında yaygın öyküler, her ne kadar peri bacalarının oluşumunda, bölgenin coğrafi yapısının büyük önemi olsa da, öykülerin yeri de farklı değil mi?

TARİHİ SÜREÇ

Nevşehir Kapadokya;

MÖ.550 yıllarında, Lidyalılar yenilince, Anadolu Pers egemenliğine girer. Persler ise; MÖ.322 yılında başlayan döneme kadar, Anadolu’yu yönetirler. Büyük İskender’in Persleri yenilgiye uğratmasından sonra, bölgeye Seleukos hanedanlığı egemen olur ve bağımsız Kapadokya Krallığı kurulur.

Bu dönemde; ülkeyi Eusebıa (Kayseri) şehrinden yöneten krallar; bölgenin dilini ve kalkınmasını geliştirirler. MS.17 yılında, Romalılar tarafından Kapadokya Krallığına son verilir ve burası bir Roma eyaleti haline gelir. Hıristiyanlık çağının en büyük din adamları ve mezhepler, bölgede ortaya çıkar.

KAPADOKYA’DA HIRİSTİYANLIK

Nevşehir Kapadokya;

Roma hakimiyeti egemen olunca, bölgede, özellikle Kayseri, parlak bir şehir olarak göz kamaştırır. Hıristiyanlık çağının en büyük din adamları ve mezhepler ortaya çıkar.

Ortodoksluğun en önemli azizlerinden olan Aziz Vasıleos; 330 yılında, Kayseri’de doğmuştur. Vasileos; manastırların ve keşişlerin yaşamını düzenleyen kuralları koyan ilk din adamıdır. Tüm keşişleri, Ortodoksluğa kazandırmak için harekete geçer ve bunun için eğitim birliğinin sağlanması gerektiğini düşünür.

Günümüzde, bölgede görülen pek çok manastır, bu düşüncenin ürünüdür ve keşişlerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerin yakınlarına kurulmuşlardır. Manastır ve keşiş yaşamına ait ilk temel ilkeleri o koymuştur. Kapadokya’daki münzevi yaşamın temel mantığını, keşişlerin halkla birlikte yaşamasını ve kölelik ve de ayrıcalıklı herhangi başkaca bir sınıfın bulunmamasını kural haline getirmiştir.

İsa, başka yerlerdeki resimlerinde imparator giysileri içinde gösterilmesine rağmen, Kapadokya kiliselerinde insan olarak betimlenmiştir. Çünkü; erken Hıristiyanlık; hem yoksullar ve hem de yoksulluk için doğmuş bir dine benziyor.

Kapadokya’daki kiliseler, her türlü safsatanın dışında ve basit yapılar. Ayrıca; çocuklar ve yaşlılar için manastır kurulması fikrini düşünüp uygulayan da Vasıleos. Kurulan bu manastırlara, onun adına izafeten Vasılyada ismi verilmiş. Dünyanın, belki de, bilinen en eski bakım yurdu ve vakfı, Kayseri’de kurulmuş.

Vasıleos, Hıristiyanlık hiyerarşisi içinde önemli bir yer tutar. Bu nedenle; onun resmi, tüm Ortodoks dünyasında ve Kapadokya’da mevcut kiliselerin ana ve yan apsislerine çizilmiş. Tüm bunlar nedeniyle, hem Kayseri ve hem de Vasıleos, Ortodokslar için önemli unsurlar.

İsa’nın havarilerinden Pavlos, Ankara’ya giderken Kapadokya’ya uğrar. Kayıtlardaki bu durum, bölgenin dinsel önemini yükseltir.

MS.2’nci yüzyılda yaşamış olan, Kayseri Piskoposu Aleksandros, bölgenin yetiştirdiği önemli din adamlarından biridir.

Bölgede; MS. 4’ncü yüzyıl ve daha sonralarında ise; Kapadokya’nın babaları olarak adlandırılan insanların dönemi başlar. Bu dönemde; Roma İmparatoru 3’ncü Leon, imparatorluk sınırları içinde, ikonları yasaklar.

Bunun üzerine, ikon yanlısı, birçok kişi, kaçarak bölgeye sığınır ve bölgenin önemi doruk noktasına çıkar. İkonoksalm hareketi olarak isimlendirilen ve 726 ile 843 yılları arasını kapsayan bu dönem, 100 yıldan fazla sürer ve Kapadokya manastırları oldukça gelişir.

MS.11 ve 12’nci yüzyıllarda, Kapadokya Selçukluların egemenliği altına girer. Bu ve bunu takip eden Osmanlı dönemlerinde, bölgede sorun görülmez. Son Hıristiyanlar ise, 1924-1926 yılları arasında yapılan mübadele sonucu, Kapadokya’yı terk ederler.

KAPADOKYA HAKKINDA GENEL BİLGİLER

Yörenin en önemli özelliği: Erciyes Dağı ve Hasan Dağı tüflerindeki aşınmalar sonucu oluşan olağanüstü kaya şekilleri ve bu kayalar içine oyulmuş mekanlardır. Bu mekanlarda; kışın ılık, yazın ise serin olan iç iklim koşulları, her mevsim yaşanabilen alanlar yaratması bakımından önemlidir.

Bölge; üzüm yetiştiriciliği ve şarap yapımı ile ünlüdür.

Bölge; 1985 yılında, doğal ve kültürel özellikleri nedeniyle, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınır.

TAŞ İŞÇİLİĞİ

Bölgenin tek mimari malzemesi olan taş, yörenin volkanik yapısından dolayı, ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan, çok rahat işlenebilir. Ancak, hava ile temas ettikten sonra sertleşir ve dayanıklı bir yapıya bürünür.

Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden dolayı, yöreye has olan taş işçiliği gelişmiş ve mimari bir gelenek haline gelmiştir. Gezinizde, bol miktarda bu taş işçiliğinin örneklerini görmeniz mümkün olacak. Hediyelik olarak tercih edebileceğiniz cins ve miktarda almayı ihmal etmemenizi öneriyorum.

GÜVERCİNLİKLER

Yöredeki güvercinlikler, 18’nci yüzyılın sonlarında ve 19’ncu yüzyılın başlarında yapılmış. Yüzeyleri; yöresel sanatçılar tarafından, zengin bezemeler ve kitabelerle süslenmiş. Özellikle; Uçhisar kasabasındaki güvercinlikler görülmeye değer.

KİLİSELER

Bölgedeki kiliselerin içinde, fresk adı verilen duvar resimleri çok ünlü. Kiliselerde, iki tür resim var. Bunlardan birincisi; doğrudan duvarın üstüne yapılmış ve kırmızı renkli boya kullanılmış resimler. İkincisi ise, kaya duvarın üzerine, alçı-kum ve saman karışımı ile bir sıva yapılmış ve bu sıva üzerine, konularını İncil’den almış ve Hz. İsa’nın hayatını anlatan hikayeler resmedilmiş.

YÖRESEL YEMEKLER

Yöresel yemeklerden en ünlüleri: düğü (ince bulgur) çorbası, sütlü çorba, ağpakla (kuru fasulye), nohutlu yahni, kayısı dolması, gendime, dıvıl ayva dolması ve dolazdır.

Nevşehir Kapadokya

BALON UÇUŞ TURLARI

Sıcak hava balonları ile yapılan turlar; hava sıcaklığının 28 derecenin üzerinde olduğunda ve aşırı rüzgarlı hava koşullarında yapılmıyor. Uçuşlar; meteorolojik koşulların uygun olduğu günün, sabahı erken saatlerde yapılıyor.

Sabah saat 05.00 civarı, yolcular otellerinden alınıyor ve kalkış alanına geliniyor. Kısa süreli hazırlıklardan sonra, gün doğumuna yakın uçuşlar başlıyor. Uçuşlar, yaklaşık 1 saat civarında. Yerden 1000 feet yüksekliğe kadar çıkılıyor.

Uçuş süresi sonunda ise, uçuş hatırası olarak yolculara birer uçuş sertifikası veriliyor. Tüm balon uçuş macerası, yaklaşık 3 saat sürmekte. Saat 08.00 civarında, yolcular yeniden otellerine geri bırakılmaktalar. Yükseklik korkusu olmayanların denemelerini tavsiye ediyorum.

Nevşehir Avanos hakkındaki gezi yazım için  Avanos

İstanbul Tarihi Süreç

İstanbul Tarihi Süreç

İstanbul ve çevresi; MÖ. 1’nci bin yılda; yoğun bir yerleşim hareketlerine sahne olur. Önce; Trakya’dan gelen göçmenlerin yerleşimi görülür. MÖ. 7’nci yüzyılda ise; Yunanistan’dan gelen kolonicilerin, bunlarla birleştikleri görülür.

Yani; “Byzantion” adıyla anılan ilk yerleşme de; Trakya’dan gelenlerin izleri daha yoğundur. Ancak; yine de, bu ilk yerleşme hakkında, belge ve bilgi bulunmamaktadır.

Kent; konumu ve çevresi sayesinde zenginleşmiş ve tarih içinde, bu durumunu koruyabilmek için, her türlü siyasi manevrayı yapmış. Dönemin siyasi dengelerine göre: Perslerin, Yunanlıların, Makedonyalıların ve daha sonra da Romalıların egemenliğine girmiş. (MÖ.6’ncı yüzyılda; Pers kralı Darius’un; ordularını boğazdan geçirmek için, gemilerini yan yana dizerek, ilk boğaz köprüsünü yaratmış olması, yazılı belgelere geçmiştir. )

Bazen de, hatalı siyasi tercihler, felaketle sonuçlanmış. Şöyle ki, Roma döneminde, kent; imparator Septimus Severus’a karşı; yanlış kişiyi destekleyince, imparator intikam almak için, kenti, yerle-bir ettirir.

Ancak; imparator Severus, daha sonra yaptıklarına pişman olur. Kenti, daha görkemli şekilde yeniden yaptırır. Bu dönemden, günümüze, yalnızca, Sultanahmet Meydanındaki Hipodromun temelleri kalır.

Tarihi süreç içinde

Roma imparatoru Konstantinus; imparatorluğu daha iyi idare edebilmek için; Doğu’da, Roma dışında, ikinci bir başkent kurmak ister.

Dönemin ünlü kentlerinden; Troya, Nikomedia (İzmit) gibi adayları düşündükten sonra Byzantion’da karar verir. MÖ. 330 yılının Mayıs ayında, kent, “Konstantinopolis” olarak yeniden kurulur.

Yeni kentin sınırları; 6 km. karelik bir alana yayılır. İmparatorluğun çeşitli yerlerindeki insanlar, zorla göç ettirilerek, kente getirilir. Hatta, kente gelmeyi cazip hale getirmek için, uzun yıllar “ekmek” bedava dağıtılır. Roma’dan gelecek olan yöneticiler için, manzaralı villalar yaptırılır.

Evet; yeni kent yani Konstantinapolis; 7 tepe üzerine kurulur. 14 idari bölgeye ayrılır. İmparator Konstantinus; kenti görkemli hale getirmek için, her türlü gayreti sarf eder. O zamanda, dünyanın her yerinden önemli sanat eserleri toplatır ve kentsel alanları süsler.

Hipodrum’daki yılanlı sütun ve dikilitaş, bu çabalara örnektir. İmparator Konstantinus; o zamana kadar hep takibe uğramış olan Hıristiyanlığı; serbest bir din haline getirir.

Kentin, önemli bir Hıristiyanlık merkezi olması için; dini açıdan önem taşıyan kutsal emanetleri toplar, bunları yeni yapılan kiliselere koydurur. Ancak; MS. 337 yılında ölür ve ardında, kocaman bir şantiye ve bitmemiş sayısız proje bırakır.

Daha sonra; I. Theodosius dönemi başlar. MS. 4’ncü yüzyılın sonunda, daha önce yarım bırakılan projelerden bir kısmı sürdürülür. MS. 381 yılında; kent, Patrikhane merkezi haline gelir. MS. 395 yılında, I. Theodosius’un ölümü üzerine, oğlu Arkadius, imparator olur. Arkadius, Doğu Roma’nın ilk imparatoru vasfını da taşır.

Kentte; nüfus hızla artmaktadır. Bu nüfusa yer bulmak için, imparator II. Theodosius zamanında, kent genişletilir. O zaman yapılan surların sardığı kent; 20’nci yüzyıla kadar, ölçülerinde ve yerleşim alanlarında değişim göstermeden sürer. 12 km. karelik alana yayılan kentte yaşayan insanların sayısının ise 200 bin olduğu sanılmakta.

MS. 6’ncı yüzyılda

kent, en zengin zamanını yaşar. Ancak; 20’nci yüzyılın sonuna kadar süren en önemli eksiklik: sudur. Kentin doğal su kaynakları, hiç bir zaman yeterli olmaz. Suyu, uzaktan getirmek ve muhafaza etmek gereklidir.

Su; yaklaşık 200 km. uzaklıktaki Istıranca Dağlarından getirilir. 4’ncü yüzyılda, zorla buraya getirilmiş olan halk, çok fazla kalabalıklaşıp nüfus 500 bine ulaşınca, bu sefer, kente, yeni insan göç dalgasının gelmemesi için, önlemler alınmaya başlanır.

Bu dönemlerde, bir yandan da, yüzbinlerce kişiyi öldürecek olan veba salgınları görülür. Veba denilince; bir yerde okumuştum. Veba; girdiği bir yerde, nüfusun tam tamına yarısını öldürür. Yani; gerek sayısal ve gerekse cinsiyet bakımından, tam yarısı. İlginç olan bu notu, paylaşmak istedim.

Evet, devam ediyorum. Kent; Bizans imparatoru İustinianus döneminde, hala antik bir Roma kenti görünümündedir. Ancak, yeni dinin, Hıristiyanlığın yerleşmesiyle, bir Hıristiyan başkenti haline gelir. Sokaklardaki törenler, daha ziyade, dini geçitler şeklindedir.

MS. 8 ve 9’ncu yüzyıllarda; yeni dinin etkin olması nedeniyle, saray ve kilise arasında çatışmalar görülmeye başlanır. MS. 11’nci yüzyılda ise, nüfus yine yoğunlaşır ve 500 bin rakamlarına ulaşır. Artık kullanılmayan kiliselerin ve forumların taşları; sökülerek, yeni nüfus için inşa edilen yapılarda kullanılmaya başlanır. Bunun sonucunda ise, kent, yavaş yavaş eski görüntüsünden yani Roma kimliğinden uzaklaşır.

Bu aradaki dönemde; Batı Roma ile olan ilişkiler kötüleşir. MS. 11’nci yüzyılda, Doğu Roma yani Konstantinapolis, Papa tarafından afaroz edilir ve ilişkiler tamamen kopar. Ancak; aynı dönemde, doğuda Selçukluların tarih sahnesine çıkması ve Bizans imparatorluk birliklerinin ardı ardına aldığı yenilgiler sonucu Anadolu’daki toprak kayıpları; Bizanslıların batıdaki Hıristiyanlarla yeniden ittifak kurmalarına sebep olur. Bu yüzyılda; İstanbul’a gelen haçlılar, kente alındıklarında, kentin ve sarayın zenginliği ve kentsel alanlardaki organizasyonlara hayran kalırlar.

1204 yılında ise, yeni bir seferle bölgeye gelen haçlılar, kenti işgal ederler. İmparator ve Patriği kovarlar. Düşünün; kendi aralarında kavga ediyorlar. Latin işgali diye bilinen bu olay; 1261 yılına dek, 57 yıl sürer. Bu dönemde, şehir, ciddi şekilde yağmalanır. Birçok sanat eseri yok edilir. Kiliselerde bulunan kutsal emanetler çalınıp Venedik ve Avrupa’nın diğer şehirlerine kaçırılır. 1261 yılında; Bizanslılar, yeniden kenti ele geçirirler. Ancak; ekonomi, onarılmaz darbeler almıştır.

Bütün bu siyasi ve ekonomik felaketler üzerine bir de veba salgınları eklenince, kentin nüfusu 80 binlere düşer. Bu dönemde, kente gelen, büyük gezginler: boş arazilerden, manastırlara çekilmiş nüfustan söz ederler.

Bir zamanlar; büyük toprakların başkenti olan kent, artık, ancak kendisini idare edebilen bir kent-devlet olmuştur. Osmanlılar; kenti kuşattıklarında, kentteki nüfus, kenti kuşatan Osmanlı ordusundan sayısal olarak daha azdır.

Evet, kuruluşundan, 1123 yıl sonra, yine bir Mayıs ayında, İmparator Konstantinus döneminde, kent, Fatih Sultan Mehmet tarafından, tarihe gömülür.

OSMANLI DÖNEMİ

Evet, kent, 1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet tarafından ele geçirilir. Fatih; kendisini Konstantinus veya İustinianus gibi kent için önemli olmuş imparatorların yerine koyar ve kendi külliyesi ve türbesini, bu imparatorların mezarların üzerinde bulunduğu kilisenin yerine inşa ettirir.

Müslümanların, kentin ticaret bölgesine yerleşmelerini sağlamak için, öncelikle, bugünkü Kapalı çarşının bulunduğu bölüme, Mahmut Paşa Külliyesi yaptırılır. Anadolu yakasına ise; Üsküdar’a, Rumi Mehmet Paşa külliyesi yaptırılır. Fatih; Müslüman bir başkent inşa etmeye başlar.

Zorunlu göçlerle, kentteki nüfusu arttırmaya çalışır. Ortodoks ve Ermeni Patrikhanelerinin tekrar kurulmasına müsaade eder. Rumlara ait kiliselerin bir kısmını, Ermenilere tahsis eder. Yahudiler de, göç ettirilerek, kentin değişik semtlerine yerleştirilirler.

İtalya’da ki gibi, duvarlı gettolar oluşmamasına rağmen, yine de dini guruplar kendi aralarında kalmayı tercih ederler. Özellikle Galata; tüm etnik gurupların birlikte yaşadıkları bir bölge haline gelir.

Takip eden tarihi süreç incelendiğinde; Beyazıt döneminde; antik ve Hıristiyan kentten ayakta kalan izlerin silinmeye başladığı görülür. 15’nci yüzyılın sonlarına doğru, İspanya’dan kaçan Müslümanlar ve Yahudiler için kentte iskan izini verildiği görülür. Dolayısı ile, kentteki Yahudi sayısı önemli ölçüde artar.

16’ncı yüzyılda; Kanuni Sultan Süleyman döneminde; zenginlikler başlar. Saray için çalışan Mimar Sinan, saray mensubu kişilere, birçok yapı tasarlar.

17’nci yüzyılda; kente, anıtsal yapı olarak, Sultan Ahmet Cami ve külliyesi ile Eminönünde’ki Yeni Cami Külliyesi eklenir.

18’nci yüzyılda; Lale Devriyle birlikte, İstanbul’un çehresi değişir. Lale Devri; tutuculuktan dolayı Osmanlı imparatorluğundan uzak tutulan matbaa gibi buluş ve çeşitli araçların, kente geldiği bir dönemdir.

Bu dönemde; Osmanlı idaresi, Batı’ya daha farklı bakmaya başlar. Batı ile yoğun ilişkiler kurulur. Kentteki mimari yapılar incelendiğinde; hem Doğu’dan ve hem de Batı’dan izler görülür.

19’ncu yüzyılda; kaybedilen Rus savaşlarından sonra, Hıristiyanlar için istenilen özgürlükler ve Yunanistan’ın bağımsızlığını alması gibi gibi olaylar; Osmanlı imparatorluğunu, Tanzimat sürecine götürür. Fetihten itibaren yasak olan kilise inşaatlarına yeniden başlanır. Hatta, yasak olan çanların çalınmasına bile izin verildiği görülür.

20’nci yüzyılda; İstanbul, göç ve savaşlardan kaçan insanların yığıldığı bir kent haline gelir. Yenilgiye uğranılan savaşlarda kaybedilen topraklardan gelen insanların sayısı çok fazladır. Rus devrimi de, önemli sayıda beyaz Rus’un İstanbul’a gelmesine sebep olur. Çeşitli yerlerden gelenler, beraberlerinde, değişik kıyafetler, değişik yemekler, alışkanlıklar ve değişik dillerini de getirirler. Kentin, renkliliği artar.

Japonya Tokyo Tarih

Japonya Tokyo Tarih

12’nci yüzyıl öncesinde: Tokyo şehri: Sumida nehrinin ağız kısmında önemsiz ve “Edo” (kelime anlamı: nehrin ağzı ) olarak bilinen bir balıkçı köyüdür. O dönemde, Japonya ülkesinin kültürel ve siyasi başkenti “Kyoto” şehridir ve günümüzde, hanedan burada oturmaktadır.

1185 yılında İmparatorluk bitince: yerel feodal yöneticiler, günümüzde Tokyo şehrinin güneyindeki “Kamakura” da, askeri bir yönetim merkezi kurdular.

1457 yılında: yerel yönetici “Ota Dokan”: Edo bölgesinde, ilk kaleyi yaptırdı ve bölgeyi kendi hakimiyeti altına aldı. Böylece: bölgenin önemi artmaya başladı.

16’ncı yüzyıla gelindiğinde: ülkedeki eyaletler, kendi aralarında savaşa başlarlar ve daha önce kurulan feodal sistem çöker. 1590 yılında: Edo ve çevresindeki bir kısım şehir: Tokugava isimli feodal bey tarafından ele geçirilir. Bu dönemde: Takogava isimli bu feodal beyin: yalnızca tımar sistemi nedeniyle, bölgeden elde ettiği gelir, 2.5 milyon kişinin yıllık gelirine denk gelecek şekilde yüksektir. Öte yandan: Tokugava’nın başka bir tutkusu daha vardır “bütün ülkeyi ele geçirmek”.

1600 yılında: Japonya’nın güneyindeki “Sekigahara” savaşında tüm rakiplerini yenen Tokugava: kendisini hükümdar ilan eder.

1457 yılında, Ota tarafından yaptırılan kale yerine: çok daha büyük ve güçlü olan kendi kalesini yaptırır. 1603 yılına gelindiğinde ise “Edo” şehrini, resmi başkenti yapar. Ancak: Tokugava: yaşamında özellikle iki hususa önem verir ki, bunlar “ihanet” ve nefsi müdafaadır.

Nefsi müdafaa için: kuleler, hendekler ve yüksek taş duvarlar yaptırır. Ancak: bunlarla yetinmez, bütün şehrin savunmasını etkinleştirmek için: dar ve dolambaçlı sokaklar yaptırarak, şehri tam bir labirent haline getirir. Bu yüzden: günümüzde de; şehrin kale şehir olduğu o dönemlerden kalma izler görülür ve şehir merkezine bugün bile ulaşmak çok zordur.

1606 yılında öldüğünde, yönetim, oğluna geçer.

Evet: takip eden 250 yıllık süreçte: Tokugava hanedanına karşı, herhangi bir askeri tehdit görülmez. 1720 yılında, Edo şehrinin nüfusu, 1 milyonu geçer. Aynı dönemde: şehir, tüm Avrupa başkentlerinden daha büyük, daha iyi yönetilen bir şehir olarak önem kazanır.

Ancak: tüm gücüne rağmen, Tokugava bürokrasisi, Edo şehrinde bir azınlık olarak hüküm sürüyordu. Biraz önce de sözünü ettiğim gibi: şehir şaşırtıcı bir hızla gelişti. Bu savaşçı sınıfın: giyim, beslenme ve eğlence ihtiyaçları, ülkenin birçok yerindeki insanları, buraya çekiyordu. Özellikle: şehrin doğu yakasındaki dar sokaklarda: Edo kültürü yaygın olarak yaşanıyordu.

İnsanlar: akşamüstüne kadar kazanıp ceplerine koydukları paraları, buradaki havai fişek gösterirli, geyşa partilerinde ve giydikleri baskılı desenli ipek giysilerle harcayıp bitiriyorlardı. Özellikle: 17’nci yüzyılda ortaya çıkan ve 100 yıl içinde “halkın” tiyatrosu haline gelen “kabuki”; insanların paralarını harcadıkları başlıca yerlerden biriydi. Edo şehrinden başka hiçbir yerde: bu kadar harika tiyatro oyunları, coşkulu seyirci ve ilgi gören tiyatro sanatçıları bulunmuyordu.

Şogunluk dönemi: uzun süre başarılı oldu, çünkü huzuru bozacak hiçbir dış etki yoktu. 1639 yılında, 3’ncü Şoğun İemitsu: ülkenin dışa kapanma sürecini ilan etti. Böylece: yabancıların Japonya’ya girmesi ve Japonların ülke dışına çıkması yasaklandı.

1853 yılında: Tuğamiral Matthew komutasındaki bir kısım Amerikan savaş gemisi: ülke kıyılarına geldi ve limanların uluslar arası ticarete açılması için baskı yaptılar. Şogunluk: bu duruma direnç gösterecek kadar güçlü değildi. Ancak: ülkenin güneyinde bulunan aşiretler, bu dış baskıya karşı isyan ettiler ve “Kyoto” şehrinde bulunan imparatorluk sarayını ele geçirdiler. Hatta: Tokugava hanedanının istifa etmesini ve İmparatorun yeniden görev başına gelmesini talep ettiler.

Bu iç savaş: 1869 yılında: Şogunluğun yenilmesine kadar devam etti. İmparator Meici işbaşına geçti. İmparator: başkenti Kyoto şehrinden, Edo şehrine taşıdı ve şehre “doğunun başkenti” anlamındaki “Tokyo” ismini verdi.

Takip eden süreçte, şehir:

19-20’nci yüzyıllarda hızla büyüdü ve gelişti. Yeni mahalleler ve ticaret merkezleri oluştu. Tokyo körfezinde: dolgu yoluyla toprak kazanılıyordu. Ancak: tüm bu hızlı gelişme ve büyüme devam ederken, 1 Eylül 1923 tarihinde, saat: 11.58’de 8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi ve şehir yerle bir oldu.

Depremin ardından meydana gelen korkunç yangın, fırtınanın da etkisiyle, 48 saat sürdü ve ardında 140 bin ölü-kayıp ile, mevcut yapılarda % 70’lık tahrip ortaya çıkardı. Yani: şehrin yarısından büyük kısmı, yok oldu.

Evet: ardından, Tokyo yeniden inşa edildi. Ancak: bu yeni kuşakta, II. Dünya Savaşının ardından, Amerikan savaş uçaklarından atılan bombalarla, yine moloz-kül yığını halindeki bir Tokyo şehriyle baş başa kaldı.

Bu deprem ve bombalanma felaketlerine karşın: Tokyo şehri: yine de, biçimini değiştirme, büyük bulvarlar-yollar oluşturma, geometrik sokaklar tanzim etme şansını kullanmadı. Şehir: yine, eskiden olduğu gibi, dar ve dolambaçlı sokaklarla, düzensiz olarak büyümeye devam etti. Savaşın ardından yapılan binalar: yalnızca, mümkün olduğunca çok insanın yaşayabileceği şekilde düzenlendi. Bunun dışında, imar planı gibi düşünceler, hiç akla gelmedi.

1952 yılına gelindiğinde, Tokyo şehrinin müttefikler tarafından işgaline son verildi. Ancak: takip eden 10 yıllık süreçte, şehir yine hızla büyüdü, kalkındı ve gelişti. Bu büyüme: merkezi hükümetin bürokratları tarafından planlanıp uygulandı. Siyasi gücün yakınında bulunmak isteyen: inşaat firmaları, ulusal bankalar ve birçok uluslar arası şirket, Tokyo şehrine akın ettiler.

1964 yılında “Olimpiyat” oyunları düzenlenince, şehir iyice popüler hale geldi. Bu organizasyon nedeniyle: şehirde birçok inşaat yatırımı gerçekleşti, Haneda havaalanı genişletildi, ülkenin ilk ve tek raylı taşıma sistemi şehre bağlandı, Tokyo-Osaka şehirleri arasındaki, yüksek hızlı “Tokyo Metropoliten Ekspres” sistemi saatte 270 km. ye ulaşan hızı ile faaliyete başladı.

İlk paralı otoyol açıldı ve böylece şehrin kalabalık caddelerinin yükü azaldı. Olimpiyatlar nedeniyle şehre gelen ziyaretçiler, gerçek anlamda bir mega kent gördüler.

1960’lı yıllar boyunca: Tokyo şehri, Japon ekonomik mucizesinin odak noktası oldu. Yıllık ekonomik büyüme oranı % 10 civarında ve milli gelir iki kat artmıştı. İç piyasada, otomobil üretimi, dört kart arttı.

1984-1990 yılları arasındaki dönemde: “Balon Ekonomisi” olarak isimlendirilen dönem: Tokyo şehri ve çevresini, 1960’lardakinden daha fazla etkiledi. Şehirde: bir konut furyası başladı. Japon Yeni ve hisse senedi fiyatları fırladı. Japonlar: alışveriş için, dünyanın dört bir yanına koşuşturuyorlardı.

1992 yılına gelindiğinde ise, bu balon patladı. Emlak fiyatları düşmeye başladı ve bu takip eden 10 yıllık süreçte, bütün ekonomik faaliyetler, öncekinin aksine geri geri ilerlemeye başladı. Borsa da bunu izledi ve ekonomik kesimler, büyük borç yükü altına girdiler. İflaslar ve mali borçlar nedeniyle, ekonomi çöktü, evsizlerin sayısı arttı ve bu insanlar şehrin çevresindeki karton evlerde yaşamaya başladılar.

Heisei Durgunluğu denilen bu dönem: bir süre devam etti ve 2000’lerin başlarında, yeniden olumlu hareketlenmeler başladı ve inşaat faaliyetleri arttı. Durumu iyi Japonlar: yine yarını düşünmeden para harcamaya devam ettiler. Alışveriş merkezleri tıka basa dolmaya ve yeni restoranlar açılmaya başladı ve bu hareketlilik günümüze kadar sürmektedir.

11 Mart 2011 tarihinde: Töhoku bölgesinde meydana gelen deprem ve ardından gelen tsunami: ülkenin genelini etkiledi. Bu 9 büyüklüğündeki deprem: Japonya’da o ana kadar yaşanan en büyük, dünya üzerinde ise beşinci büyük deprem olarak kayıtlara geçti.