Hong Kong Tarih

Hong Kong Tarih

 

Bölgenin bilinen tarihinin, 1841 yılında, İngilizlerin burayı işgal etmesiyle başladığı düşünülmektedir. Ancak: yakın geçmişte yapılan arkeolojik araştırmalarda, bölgenin tarihinin, çok daha eskilere gittiği anlaşılmaktadır.

1992 yılında, havaalanının yapım çalışmaları sırasında, yeraltından, 2 bin yıllık “Pak Mong” köyü kalıntıları ortaya çıkarılmıştır.

MS.900 yıllarında, Hong Kong adaları: Pearl nehri deltasında gemileri yağmalayan korsanların sığınma yeriydi. Küçük korsa gurupları, 20’nci yüzyıla kadar, burada varlıklarını sürdürdüler. Bu aradaki dönemde “Klanlar” bölgeye gelerek yerleşmeye başladılar. İlk gelen “Tank klanı”: New Territories’te, bugün de varlığını sürdüren ve çevresi duvarlarla çevrili köyleri inşa ettiler. Duvarları günümüze kadar kalan “Kat Hing Wai” ve “Lo Wai” köyleri halen gezilebilmektedir ki, bunlar 16’ncı yüzyıldan kalmadır.

1447 yılında,

Macau’ya gelerek yerleşen Portekizliler, bölgeye gelen ilk Avrupalılar olarak bilinirler. Bunlar: birkaç yüzyıl boyunca, bölgenin ticaretini ellerinde tuttular. Macau: bölgenin en önemli bir ticaret merkezi haline geldi.

17’nci yüzyıla gelindiğinde ise,

Qing hanedanı döneminde, bölgede, bu kez İngilizler görüldü. Bu tarihte, sınırlı ticaret yapmalarına izin verilen İngilizler, Çinlilerle aralarında herhangi bir sorun çıkmadan, bir süre ilişkileri sürdürdüler. Ancak, Çin İmparatoru tarafından gitgide getirilen sınırlamalar sonucunda ticaret durma noktasına gelince, İngilizler, 1793 yılında, sıkıntılar arttı. İngiliz tüccarlar, 18’nci yüzyılın sonunda; buraya, Hindistan’da yetiştirilip, getirilen ve satılan “afyon” ticaretine yöneldiler. Ancak, afyon ticareti, yasaktı, öte yandan yöresel kanton yetkilileri, para kazanmak adına, bunu görmezden geliyorlardı.

1839 yılında, Çin imparatoru, bu afyon ticaretini engellemek için, Lin Tsehsu isimli bir yerel yönetici görevlendirdi. Lin: çok sert önlemler aldı. Kanton bölgesindeki İngiliz tüccarların afyon depolarını kuşattı, bunun sonucunda İngiliz tüccarlar, depolarda bulunan sandıklar dolusu afyonu: kanton yöneticilerine teslim etmek zorunda kaldılar.

1840 yılına gelindiğinde, bu kez İngiltere, misillemeye girişti. Birkaç çatışma ve çok sayıda görüşmenin ardından, barış yapıldı. Hong Kong adası, İngiltere’ye verildi. 26 Ocak 1841 tarihinde, Hong Kong, İngiltere kolonisi olarak ilan edildi.

Ancak, barış anlaşması uzun ömürlü olmadı ve savaş yeniden başladı.

Üstün bir silah ve taktik gücüne sahip İngilizler, sayısal üstünlükleri olmasa da, Çinlileri yendiler. Ardından, Şanghay şehri düştü. 1842 yılında imzalanan barış antlaşması ile, Çinliler, yabancıların ekonomik ve siyasi nüfusunu kabul etmek ve hatta afyon kaçakçılığından oluşan kayıplarını karşılamayı kabul ettiler. Bu anlaşma ile, Hong Kong’un İngiltere kolonisi ve serbest liman statüsü de kabul edildi.

Evet, bölgedeki bu zehir ticareti, 1907 yılına kadar sürdü. 1946 yılına kadar, şehirde, kamuya açık yerlerde, afyon içilmesine izin veriliyordu. Çin anakarasında ise, 1949 yılında, Komünist yönetim afyon içilmesini yasakladı.

Bu arada: şehrin yani koloninin ilk valisi Sir Henry Pottinger: şehrin büyük bir ticaret merkezi haline geleceğini tahmin ediyordu. Böylece, yönetimi sırasında, bölgenin refahı için önemli adımlar atıldı. Bölge: gemilere sunduğu doğal limanı sayesinde, büyük bir gelişme gösterdi ve ticaret üssü haline geldi.

Nüfus arttı, ekonomi hızla büyüdü. Ancak, koloniye, büyük bir Çinli göçmen akını da aynı dönemde başladı. Yine de, kolonideki Çinli çoğunluk ile Avrupalı azınlık genelde sıcak ve dostça yaşamaktaydılar.

15 Ocak 1857 günü, şehir tarihinde önemli bir olay meydana geldi. Koloninin en büyük fırınında, ekmek hamuruna, arsenik karıştırıldı. Çinliler, her günkü gibi pirinç yerken, ekmek yiyen İngilizler öldüler. Panik içinde, binlerce Çinli sınır dışı edildi. Günümüze kadar geçen süreçte, bu olayın nedeni ve failleri bulunabilmiş değildir.

Ancak, 19’ncu yüzyılda, Çinlilerin kolonideki yaşamlarının iyi olduğu söylenemez. İngilizler; Victoria sahillerinde ve Victoria Peakin yamaçlarında yaşıyorlardı. Ancak, bu bölgeler Çinlilere yasaktı. Çinliler, koloninin, kalabalık mahallelerinde, çok zor şartlar altında yaşıyorlardı. 1894 yılında veba bölgeyi etkiledi ve vebanın tamamen temizlenmesi, yaklaşık 30 yıl sürdü.

1911 yılında, Çin devrimi sırasında, ülkeden kovulan Mançuryalılar, Honk Kong’a sığındılar. Bunların çoğu: ellerinde hiçbir şey olmadan gelmiş olmalarına rağmen, çalışkanlıkları ve fırsatlardan yararlanma hırslarıyla öne çıktılar. 1930 yılında, Japonya, Çin’i işgal ettiğinde, yine, yüz binlerce Çinli, Hong Kong’a sığındılar. II. Dünya savaşının hemen öncesinde, Hong Kong nüfusu, yaklaşık 1.5 milyon üzerindeydi.

1941 yılında, Japonlar,

Hong Kong şehrine çıkartma yaptılar. İşgal güçlerinin yönetimi altında geçen, 3 yıllık süreç, açlık ve eziyet dolu olarak hatırlanmaktadır. Bu işgal sırasında, şehirde bulunan anıtlar yok edildi. St. Johns Cathedral’i bir asker kulübüne dönüştürüldü. Valinin Peak’daki malikhanesi yıkıldı. Koloni valisinin köşkü, Japon tarzında yeniden inşa edildi.

II. Dünya savaşının sonuna gelindiğinde, şehir nüfusunun, 1.5 milyon dan, 500 binlere kadar indiği görülür. Ayrıca, şehirde, bu dönemde ne sanayi, ne balıkçılık filosu kalmamıştı, geriye kalanlar yalnızca birkaç ev ve kamu binasından ibaretti.

Dünya savaşını takip eden süreçte, Çin’deki iç savaş sonucu, Çin orduları güneye ilerlerken, şehre yönelik mülteci akınında, büyük artış ortaya çıktı. 1949 yılında, anakarada, Çin Halk Cumhuriyeti ilan edildiğinde, buradaki nüfus sayısı 1.5 milyon civarına kadar yükseldi ve hatta 2 milyona çıktı. 1949 yılında Şanghay şehri düşünce, yine büyük bir mülteci akını ve bu sırada, şehrin günümüzdeki tekstil sanayisinin kurucusu olan, Şanghaylı sanayiciler, buraya geldiler.

Yani, bu göçmen akınında: nispeten varlıklı, zengin ve vasıflı insanlar şehre göçtüler. Ancak, konut sayısındaki yetersizlik, ilk olarak bu dönemde ortaya çıktı. 1953 yılı başında, denetim altına alınamayan bir yangın sonucu “Kowloon” daki bir gecekondu mahallesi yanıp yok olunca, bir gecede 50 bin mülteci sokakta kaldı.

Bu felaket üzerine, yerel yönetim, toplu konut yapımı projelerini aktif hale getirdi. Yüz binlerce mültecinin başını sokabileceği: gösterişsiz, ucuz ve ateşe dayanıklı bloklar yapılmaya başlandı. Ancak, bu yeni konutlar aşırı kalabalık oldular.

1962 yılında yönetim Çin sınırını kapatarak, şehre mülteci akınını önlemeye çalıştı. Ancak, yine de başarılı olamadılar çünkü bu kez Vietnam’dan tekneler yolu ile mülteciler gelmeye devam ettiler.

1970-1980 li yıllara gelindiğinde, Hong Kong ekonomisinin büyük gelişme gösterdiği görülür. Bunun sonucunda ise, kolonideki yaşam standardı hızla yükselir.

1997 yılında, 99 yıllık kira sözleşmesinin bitiminin yaklaşması nedeniyle, Çin yönetimi aksi tavrını ortaya koyar. 1984 yılında görüşmelere başlanır ve 1997 yılında, Hong Kong’un tamamının Çin yönetimine devredilmesine dair “Çin-İngiliz Katılım Bildirgesi” imzalanır. Çin: Hong Kong’un “Özel Yönetim Bölgesi” olduğunu ilan eder ve kamusal ve toplumsal sistemin, 1997 yılından itibaren, en az 50 yıl değişmeyeceği garantisini verir.

Çin Anayasası:

Şehrin mevcut yasalarını ve sivil özgürlüklerini koruyacağı garantisini verir. Ancak, şehirde yaşayanlar, İngiltere vatandaşı olamadıklarından, şehrin Çin’e devredilmesinin öncesinde, gelecek kaygısıyla, başta Kanada ve Avustralya olmak üzere, başka ülkelere vatandaşlık müracaatında bulunurlar.

1 Temmuz 1997 tarihinde, olaysız bir şekilde devir-teslim yapılır. Ancak, takip eden süreçte, Asya ekonomisinin çökmesi, Hong Kong ekonomisini de olumsuz etkiler. Temmuz 2003 tarihinde, yıkıcılık karşıtı yasakları protesto etmek için, 500 bin kişi, olaysız bir yürüyüş gerçekleştirir. Mart 2007 tarihinde ise, Hong Kong şehrinin, ilk çok adaylı liderlik seçimi yapılır ve bu seçimde Pekin yönetiminin desteklediği Tsang: ikinci kez, yerel yönetici olarak seçilir. 2008 yılında ise, Pekin Olimpiyat Oyunlarının binicilik yarışmaları, Hong Kong şehrinde yapılır.

Disneyland

Yeme İçme

 

Japonya Tokyo Tarih

Japonya Tokyo Tarih

12’nci yüzyıl öncesinde: Tokyo şehri: Sumida nehrinin ağız kısmında önemsiz ve “Edo” (kelime anlamı: nehrin ağzı ) olarak bilinen bir balıkçı köyüdür. O dönemde, Japonya ülkesinin kültürel ve siyasi başkenti “Kyoto” şehridir ve günümüzde, hanedan burada oturmaktadır.

1185 yılında İmparatorluk bitince: yerel feodal yöneticiler, günümüzde Tokyo şehrinin güneyindeki “Kamakura” da, askeri bir yönetim merkezi kurdular.

1457 yılında: yerel yönetici “Ota Dokan”: Edo bölgesinde, ilk kaleyi yaptırdı ve bölgeyi kendi hakimiyeti altına aldı. Böylece: bölgenin önemi artmaya başladı.

16’ncı yüzyıla gelindiğinde: ülkedeki eyaletler, kendi aralarında savaşa başlarlar ve daha önce kurulan feodal sistem çöker. 1590 yılında: Edo ve çevresindeki bir kısım şehir: Tokugava isimli feodal bey tarafından ele geçirilir. Bu dönemde: Takogava isimli bu feodal beyin: yalnızca tımar sistemi nedeniyle, bölgeden elde ettiği gelir, 2.5 milyon kişinin yıllık gelirine denk gelecek şekilde yüksektir. Öte yandan: Tokugava’nın başka bir tutkusu daha vardır “bütün ülkeyi ele geçirmek”.

1600 yılında: Japonya’nın güneyindeki “Sekigahara” savaşında tüm rakiplerini yenen Tokugava: kendisini hükümdar ilan eder.

1457 yılında, Ota tarafından yaptırılan kale yerine: çok daha büyük ve güçlü olan kendi kalesini yaptırır. 1603 yılına gelindiğinde ise “Edo” şehrini, resmi başkenti yapar. Ancak: Tokugava: yaşamında özellikle iki hususa önem verir ki, bunlar “ihanet” ve nefsi müdafaadır.

Nefsi müdafaa için: kuleler, hendekler ve yüksek taş duvarlar yaptırır. Ancak: bunlarla yetinmez, bütün şehrin savunmasını etkinleştirmek için: dar ve dolambaçlı sokaklar yaptırarak, şehri tam bir labirent haline getirir. Bu yüzden: günümüzde de; şehrin kale şehir olduğu o dönemlerden kalma izler görülür ve şehir merkezine bugün bile ulaşmak çok zordur.

1606 yılında öldüğünde, yönetim, oğluna geçer.

Evet: takip eden 250 yıllık süreçte: Tokugava hanedanına karşı, herhangi bir askeri tehdit görülmez. 1720 yılında, Edo şehrinin nüfusu, 1 milyonu geçer. Aynı dönemde: şehir, tüm Avrupa başkentlerinden daha büyük, daha iyi yönetilen bir şehir olarak önem kazanır.

Ancak: tüm gücüne rağmen, Tokugava bürokrasisi, Edo şehrinde bir azınlık olarak hüküm sürüyordu. Biraz önce de sözünü ettiğim gibi: şehir şaşırtıcı bir hızla gelişti. Bu savaşçı sınıfın: giyim, beslenme ve eğlence ihtiyaçları, ülkenin birçok yerindeki insanları, buraya çekiyordu. Özellikle: şehrin doğu yakasındaki dar sokaklarda: Edo kültürü yaygın olarak yaşanıyordu.

İnsanlar: akşamüstüne kadar kazanıp ceplerine koydukları paraları, buradaki havai fişek gösterirli, geyşa partilerinde ve giydikleri baskılı desenli ipek giysilerle harcayıp bitiriyorlardı. Özellikle: 17’nci yüzyılda ortaya çıkan ve 100 yıl içinde “halkın” tiyatrosu haline gelen “kabuki”; insanların paralarını harcadıkları başlıca yerlerden biriydi. Edo şehrinden başka hiçbir yerde: bu kadar harika tiyatro oyunları, coşkulu seyirci ve ilgi gören tiyatro sanatçıları bulunmuyordu.

Şogunluk dönemi: uzun süre başarılı oldu, çünkü huzuru bozacak hiçbir dış etki yoktu. 1639 yılında, 3’ncü Şoğun İemitsu: ülkenin dışa kapanma sürecini ilan etti. Böylece: yabancıların Japonya’ya girmesi ve Japonların ülke dışına çıkması yasaklandı.

1853 yılında: Tuğamiral Matthew komutasındaki bir kısım Amerikan savaş gemisi: ülke kıyılarına geldi ve limanların uluslar arası ticarete açılması için baskı yaptılar. Şogunluk: bu duruma direnç gösterecek kadar güçlü değildi. Ancak: ülkenin güneyinde bulunan aşiretler, bu dış baskıya karşı isyan ettiler ve “Kyoto” şehrinde bulunan imparatorluk sarayını ele geçirdiler. Hatta: Tokugava hanedanının istifa etmesini ve İmparatorun yeniden görev başına gelmesini talep ettiler.

Bu iç savaş: 1869 yılında: Şogunluğun yenilmesine kadar devam etti. İmparator Meici işbaşına geçti. İmparator: başkenti Kyoto şehrinden, Edo şehrine taşıdı ve şehre “doğunun başkenti” anlamındaki “Tokyo” ismini verdi.

Takip eden süreçte, şehir:

19-20’nci yüzyıllarda hızla büyüdü ve gelişti. Yeni mahalleler ve ticaret merkezleri oluştu. Tokyo körfezinde: dolgu yoluyla toprak kazanılıyordu. Ancak: tüm bu hızlı gelişme ve büyüme devam ederken, 1 Eylül 1923 tarihinde, saat: 11.58’de 8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi ve şehir yerle bir oldu.

Depremin ardından meydana gelen korkunç yangın, fırtınanın da etkisiyle, 48 saat sürdü ve ardında 140 bin ölü-kayıp ile, mevcut yapılarda % 70’lık tahrip ortaya çıkardı. Yani: şehrin yarısından büyük kısmı, yok oldu.

Evet: ardından, Tokyo yeniden inşa edildi. Ancak: bu yeni kuşakta, II. Dünya Savaşının ardından, Amerikan savaş uçaklarından atılan bombalarla, yine moloz-kül yığını halindeki bir Tokyo şehriyle baş başa kaldı.

Bu deprem ve bombalanma felaketlerine karşın: Tokyo şehri: yine de, biçimini değiştirme, büyük bulvarlar-yollar oluşturma, geometrik sokaklar tanzim etme şansını kullanmadı. Şehir: yine, eskiden olduğu gibi, dar ve dolambaçlı sokaklarla, düzensiz olarak büyümeye devam etti. Savaşın ardından yapılan binalar: yalnızca, mümkün olduğunca çok insanın yaşayabileceği şekilde düzenlendi. Bunun dışında, imar planı gibi düşünceler, hiç akla gelmedi.

1952 yılına gelindiğinde, Tokyo şehrinin müttefikler tarafından işgaline son verildi. Ancak: takip eden 10 yıllık süreçte, şehir yine hızla büyüdü, kalkındı ve gelişti. Bu büyüme: merkezi hükümetin bürokratları tarafından planlanıp uygulandı. Siyasi gücün yakınında bulunmak isteyen: inşaat firmaları, ulusal bankalar ve birçok uluslar arası şirket, Tokyo şehrine akın ettiler.

1964 yılında “Olimpiyat” oyunları düzenlenince, şehir iyice popüler hale geldi. Bu organizasyon nedeniyle: şehirde birçok inşaat yatırımı gerçekleşti, Haneda havaalanı genişletildi, ülkenin ilk ve tek raylı taşıma sistemi şehre bağlandı, Tokyo-Osaka şehirleri arasındaki, yüksek hızlı “Tokyo Metropoliten Ekspres” sistemi saatte 270 km. ye ulaşan hızı ile faaliyete başladı.

İlk paralı otoyol açıldı ve böylece şehrin kalabalık caddelerinin yükü azaldı. Olimpiyatlar nedeniyle şehre gelen ziyaretçiler, gerçek anlamda bir mega kent gördüler.

1960’lı yıllar boyunca: Tokyo şehri, Japon ekonomik mucizesinin odak noktası oldu. Yıllık ekonomik büyüme oranı % 10 civarında ve milli gelir iki kat artmıştı. İç piyasada, otomobil üretimi, dört kart arttı.

1984-1990 yılları arasındaki dönemde: “Balon Ekonomisi” olarak isimlendirilen dönem: Tokyo şehri ve çevresini, 1960’lardakinden daha fazla etkiledi. Şehirde: bir konut furyası başladı. Japon Yeni ve hisse senedi fiyatları fırladı. Japonlar: alışveriş için, dünyanın dört bir yanına koşuşturuyorlardı.

1992 yılına gelindiğinde ise, bu balon patladı. Emlak fiyatları düşmeye başladı ve bu takip eden 10 yıllık süreçte, bütün ekonomik faaliyetler, öncekinin aksine geri geri ilerlemeye başladı. Borsa da bunu izledi ve ekonomik kesimler, büyük borç yükü altına girdiler. İflaslar ve mali borçlar nedeniyle, ekonomi çöktü, evsizlerin sayısı arttı ve bu insanlar şehrin çevresindeki karton evlerde yaşamaya başladılar.

Heisei Durgunluğu denilen bu dönem: bir süre devam etti ve 2000’lerin başlarında, yeniden olumlu hareketlenmeler başladı ve inşaat faaliyetleri arttı. Durumu iyi Japonlar: yine yarını düşünmeden para harcamaya devam ettiler. Alışveriş merkezleri tıka basa dolmaya ve yeni restoranlar açılmaya başladı ve bu hareketlilik günümüze kadar sürmektedir.

11 Mart 2011 tarihinde: Töhoku bölgesinde meydana gelen deprem ve ardından gelen tsunami: ülkenin genelini etkiledi. Bu 9 büyüklüğündeki deprem: Japonya’da o ana kadar yaşanan en büyük, dünya üzerinde ise beşinci büyük deprem olarak kayıtlara geçti.

İrlanda Dublin Tarih

İrlanda Dublin Tarih

İrlanda tarihi: MÖ.6.yüzyılda Keltlerin buraya gelmeleriyle başlamıştır. Keltler: yanlarında getirdikleri demir silahlar ve at arabaları ile, ülkede hakim olan kendi geleneklerini de birliklerinde getirmişlerdir.

Evet, bu gelenekleri: yönetim tarzında da etkindi. Klan sistemi şeklinde örgütleniyorlardı ve bunun sonucunda İrlanda’da bir dizi bağımsız krallık kuruldu. Bu krallar: seçilmiş bir Lord kralı, en büyük olarak tanıyor ve saygı gösteriyorlardı.

Yine aynı dönemde: şehirler yoktu ve ticarette değişim birimi “inek” kullanılıyordu. Hukuk ise; bir kısım uzmanlar tarafından yazılan ve yorumlanan kararlar ile düzenleniyordu. Brehon yasaları denilen bu kurallar: kadınlara meslek edinme, mülkiyet hakkı ve boşanma hakkı vererek onları toplumda üst konumlara yerleştirmişti.

Takip eden süreçte: MS.432 yılında, Aziz Patric, Britanya’dan misyoner olarak İrlanda topraklarına gelir ve 465 yılında, ölümüne kadar burada kalarak: ülkeyi Hıristiyanlaştırmayı başarır. Ancak: bu çabasında: ikna yeteneğini kullanır ve barışçıl usuller uygular.

“Teslis” inancını Kral Laoghaire ve Tara Meclisine anlatmak için “üç yapraklı yonca” örneğini ilk kullanan Aziz Patric’dir. Kral Hıristiyanlığı kabul etmiştir ve ardından, o günden bu yana İrlanda ülkesinin sembolü “üç yapraklı yonca” dır.

Hıristiyanlık ve Kelt kültürünün birleşmesiyle, İrlanda ülkesi 500-800 yılları arasında altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde, İrlanda manastırları okuma-yazmanın başlıca merkezi olmuştur. İrlanda bilgin ve azizleri: Avrupa’nın birçok yerine giderek “bilinen dünyanın ışığı” haline gelmişlerdir.

Bu dönemde: yine şehirler tam olarak ortaya çıkmamış, Dublin şehrinin bulunduğu yer ise “Baile Atha Cliath” ( yani Engeller Şehri) olarak bilinen bir kavşak olarak görülmektedir.
Günümüzde de, İrlanda dilinde kullanılan bu ifadeye otobüslerde ve bazı yol işaretlerinde rastlamak mümkündür.

MS.795 yılında: İrlanda Vikinglerin saldırısına uğrar. Vikingler: öğrenim merkezlerini yağmalarlar ve 9. yüzyılda Lifley üzerine bir kale inşa ederek: İrlanda’nın bilinen ilk şehri olan “Dubh Limn” yani “Kara Gölcük” şehrini kurarlar. Beraberlerinde ise: gemi yapımı ve madeni para kullanımı kültürünü getirirler.

MS.988 yılında: İrlanda kralları, Munster kralı Brian Boru komutası altında birleşirler ve yapılan savaş sonucunda Vikingler: Lifley şehrinin kuzeyine sürülürler. Bu yenilginin ardından, ülkede Vikinglerin etkisi azalır ve ülke nüfusu içinde erimeye başlarlar.

İrlandalılar ise, artık Dublin şehrine sahiptirler ve 1038 yılında şehirde ilk dini yapı olan “Christ Church Cathedral” kurulur.

1168 yılında: Normanlar, Wexford şehrine ayak basarlar. Çünkü: Leinster kralı Strongbow; krallığını yeniden ilan etmek için kendilerinden yardım istemiş ve Normanları İrlanda’ya çağırmıştır. Normanlar: İrlanda’ya, feodal sistem, savaşta atların kullanılması ve zırhlı birlik kültürünü getirdiler. İrlandalılardan farklı olarak merkezi yönetimi tercih ettiler ve kaleler inşa ederek güçlerini pekiştirdiler.

1171 yılında İngiliz kralı Henry II: Dublin şehrine geldi. 1204 yılında Dublin Castle: İrlanda’daki İngiliz idari gücünün merkeziydi. Şehirde: 1229 yılında ilk piskopos seçildi ve 1298 yılında ilk parlamento oluşturuldu.

15. yüzyıla gelindiğinde. İngiltere, Dublin içinde Pale (yani İngiliz mıntıkası) olarak bilinen çok küçük bir bölüme sahipti. Ancak: Tudor krallarıyla birlikte durumlar değişti. İngiltere kralı Henry VIII ve Elizabeth I: İrlanda’yı boyunduruk altına almaya kararlıydılar ve kalabalık ordular ile askeri harekatlar düzenlediler.

İngiliz Kralı Henry VIII’in: Roma Katolik kilisesinden ayrılmasıyla: 1558 yılından sonra Dublin şehrindeki iki katedral Protestan oldu ve günümüzde de bu böyle devam etmektedir. Şehirdeki “Trinity College”: Kraliçe Elizabeth I tarafından, Protestan eğitimi amacıyla kuruldu ve günümüzde de eğitime devam etmektedir.

1649 yılında, İrlanda’nın en çok nefret edilen fatihi Oliver Cromwell: Dublin şehrine geldi. Kendisiyle birlikte gelen ordusu: 600 binden fazla İrlandalının ölümü ve sınır dışı edilmesini sağladı. İrlandalıların toprakları ellerinden alındı ve batıya sürüldüler. (Günümüzde bazı İrlandalılar, Cromwell’in adını duyduklarında nefretle tükürürler)

1690 yılında: Katolik kral James II: başa geçtiğinde, Dublin kuzeyinde yapılan Boyne savaşında İngilizlere yenildi ve İngiliz Parlamentosu: 1703 yılında, İrlandalıları Katoliklerin haklarından mahrum bırakan Ceza Yasasını çıkardı.

18. yüzyıl: Protestan hanedanlığının yükseldiği dönemdir. Ancak: bunlar da, kendilerinden öncekiler gibi, İrlanda’nın kendi kendini yönetmesi gerektiğini düşünüyorlardı.

1781 yılında: Hery Grattan’ın çabaları ile, Dublin’de bir İrlanda Parlamentosu kuruldu, ancak kısa ömürlü oldu. 1800 yılında rüşvet ve yozlaşma nedeniyle Parlamento kendisini dağıtma kararı aldı.

Bu arada Fransız Devriminin etkileri hızla yayılıyordu. 1791 yılında: Wolfe Tone öncülüğünde: Katolik ve Protestan İrlandalıların özgürlüğünü savunan “Birleşik İrlandalılar Örgütü” kuruldu. Ancak: Wolfe Fransız yardımı kendisine ulaşmadan tutuklandı ve öldürüldü. (Wolfe: İrlanda tarihinde çok saygı duyulan bir kişidir)

Parlamentonun İrlandalı üyeleri, artık Londra şehrinde çalışıyorlardı. 1803 yılında, ünlü İrlandalı kahraman Robert Emmet’in öncülük ettiği isyan başarısızlıkla sonuçlandı ve idam edildi. Ardından Daniel O’Connel mücadeleye devam etti. Kendisi: barışçıl ama güçlü “Katolik Birliği”ni kurdu. 1841 yılında İrlanda Parlamentosu yeniden kuruldu.

1845 yılında, ülkede yoksulların yemeği olan “patates” üretimindeki hastalık nedeniyle kıtlık yaşandı. 1848 yılında kıtlık sona erdiğinde, ülkede 1 milyondan fazla insan ölmüş ve bir o kadarı da kargaşadan kaçarak başka yerlere göç etmişlerdi. 1800’lü yılların sonunda İrlanda nüfusu, yarıya düştü.

1879 yılında: İrlanda Toprak Yasası yürürlüğe konularak: toprakta kiracılık sistemi değiştirilmiş, ezilmiş kiracı köylülerin topraklarını satın almaları sağlanmıştır. Parlamentonun İrlandalı üyesi Charles Stewart Parnell’in bir diğer hedefi ise: özerklik talebiydi. Ancak: bir takım siyasi oyunlar nedeniyle, yönetsel özgürlük yasası tasarısı “I.Dünya Savaşı”nın patlak verdiği sırada kanunlaşmasına rağmen, düşmanlık bitene kadar yürürlüğe konulmadı.

1916 yılında: James Connoly ve Padraig Pearse önderliğinde toplanan silahlı milliyetçiler: Dublin şehrinde birkaç binanın kontrolünü ele geçirdiler ve Pearse: General Post Office denilen yerde “Bağımsızlık Bildirgesi”ni okudu. Paskalya ayaklanması olarak isimlendirilen bu olay: liderlerin idam edilmesi ve ardından 500’den fazla İrlandalının öldürülmesiyle sonuçlandı. Ancak bu ayaklanma: İrlanda tarihinde şöyle bir yorum yapılması sonucunu doğurdu “her şey değişti, artık insanlar özerk yönetimden tatmin olmamakta, tam bağımsızlık istemekteydiler.”

1919 yılındaki genel seçimlerde Cumhuriyetçi Sinn Fein partisi çoğunluğu kazandı, ancak onlar Londra’ya gitmek yerine ilk İrlanda Meclisini (Dail Eirann) kurarak bağımsızlık ateşini yakmayı tercih ettiler.

Gerilla savaşları: 1921 yılında, Kuzey İrlanda’daki 6 eyalet dışında, İrlanda’nın tamamına bağımsızlık veren antlaşmanın imzalanmasına kadar devam etti. Bu 6 eyalette: Protestanlar, ezici çoğunlukla İngiltere kraliyetini desteklediler. Ancak: bu durumda ülke bölünüyordu. Ülkenin bölünmesini istemeyenler ile aralarında iç savaş çıktı. Ardından, bir yıl sonra iç savaş bitti ve “Serbest İrlanda Devleti” doğdu.

1937 yılında: İrlanda, İngiliz Milletler Topluluğunun bir parçası olmaktan çıktı. 1938 yılında, Douglas Hyde; ilk Başbakan olarak seçildi. II. Dünya savaşında, Dublin şehri, Alman savaş uçakları tarafından iki kez bombalandı. Ancak, İrlanda Cumhuriyeti tarafsız kalmayı tercih etti ve 1948 yılında İngiltere ile bağlarını tamamen kopardı.