Roma döneminde İstanbul-Constantinopolis

 

Şehir, Eskiçağ dünyasında herhangi bir kentten çok daha fevkalade doğal avantajlara sahipti.

Kent, Marmara ile Karadeniz’i birbirine bağlayan Boğaziçi’nin girişinde, bir yarımada üzerinde kurulu ve iki taraftan su ile üçüncü yandan ise kolayca tahkim edilebilecek dar bir kıstakla korunuyordu.

Korunaklı bir koy olan Haliç, muazzam ve savunulabilir bir doğal limandı.

Constantinopolis, İmparatorluğun doğu ve batı kısımlarını birleştiren, Avrupa ve Asya’dan gelen bütün kara yollarının birbirine kavuştuğu bir noktaydı.

 

Kenttin stratejik önemi:

Constantinus ve Licinius arasındaki iç savaş sırasında, ikincisinin orduları Chrysopolis (Üsküdar) savaşında yenildiği zaman, meydana çıktı.

Savaşın galibi; önceleri mütevazi bir Roma kenti olan Byzantium’u, yeniden kurmayı tercih etti.

İnşaat faaliyetleri, 324 yılı sonlarında başladı ve kuruluşu kutlama törenleri, 11 Mayıs 330 tarihinde İmparatorun huzurunda gerçekleştirildi.

Constantinus’un bu yeni kent için, nasıl bir rol düşündüğü çok açık değildir.

Artık İmparatorluğun, tek hakimi olma tutkusunu başardıktan sonra, bu yeni kenti Roma’nın yerine başkent olarak tasarlaması çok makul değildi. Çünkü 326 yılında iktidardaki yirminci yılını (vicennalia) kutlamak için Roma’ya dönmesi bunu gösterir.

Daha ziyade Tetrarşi döneminde ortaya çıkan ve İmparatorluk merkezi olan diğer kentleri model alan Constantinopolis, Tier, Antakya ve yakınlardaki Nicomedia ile mukayese edilebilir, fakat onları gölgede bırakıyordu.

Eusebius ve epigram yazarı Palladas: Constantinus’un niyetinin kentin eski pagan anıtlarını ve yapılarını kutsallıktan arındırmak olduğunu işaret etmelerine karşın, İmparator Byzantium’un temel pagan tapınaklarının bulunduğu eski akropolisini olduğu gibi bıraktı.

Hükümdarın, gözlerden uzağa çekilerek devlet işlerini yürüteceği İmparatorluk Sarayı, yarışlar ve diğer gösteriler için, halkının toplanacağı ve halkın önüne çıktığı zaman İmparatoru alkışlayacağı mekan olan hipodrom da eski kentin sınırları içerisindeydi.

İmparatorun hane halkı, yeni karargaha taşındı ve geleceğin İmparatoru İulianus, Constantinopolis’in kuruluşundan iki yıl sonra inşa edilen bir sarayda dünyaya geldi.

İmparatorluk ikametgahı, muhtemelen esas olarak Diocletianus’un Split’te yaptırdığı saraya veya Galerius tarafından modern Sırbistan’daki Gamzigard’da inşa ettirdiği İmparatorluk yapısına (Felix Romuliana) benzer bir biçim aldı.

Fakat Constantinopolis’teki İmparatorluk ikametgahı, Marmara’ya bakan deniz surlarının güneyine ulaşıncaya kadar, Constantinus’un halefleri tarafından genişletildi.

80.000 oturma kapasiteli hipodrom, daha önceden var olan bir stadyumun (stadium) genişletilmiş haliydi.

İmparatorluk ailesi ve yüksek rütbeli devlet görevlileri için, doğrudan saraydan localara erişim vardı ve yarış pistine, hipodrom hizipleri tarafından işgal edilen oturma alanına doğru bakıyordu.

Hipodromun kuzey tarafının bitişiğinde bulunan eski Roma kentinden kalma Zeuxippos Hamamı ve kentin senatosunun toplantı salonuna doğru çıkan dört taraftan sütunlarla çevrilmiş meydan (daha sonra Augustaeum olarak bilinecektir) gibi iki kamu yapısı, saray kompleksinin içerisine katıldı.

 

Constantinus artık kenti batıya doğru genişletiyordu.

Geniş bir sütunlu cadde olan “Mese” yarımadanın ortasına kadar uzanıyordu.

Cadde boyunca: İmparatorun heykeli olan porfir bir sütun yer alıyordu.

Constantinus’un kurduğu bu yeni kenti kilise yapılarıyla doldurmadığının farkında olmak önemlidir.

Kilise tarihçileri: İmparatorun bugün Aya İrini olarak bilinen Kutsal Barış Kilisesini mahalli şehit Aziz Mocius adına sur dışında bir bazilika ve Aziz Acacius adına bir kilise inşa ettirdiğini nakletmektedirler.

Ayasofya’nın yerinde bulunan ilk kilise, II Constantius zamanında tamamlandı.

Eusebius, doğal olarak Constantinus’un pagan putperestliğinden arınmış bir kent yarattığını iddia etmekteydi.

Fakat Zosimus, hipodromun yanındaki Dioscori tapınağının korunduğunu, Romalıların Rhea ve Tyeche kültleri için tapınaklar yaptırdığını vurgular.

İmparator Constantinus’un dini yapıları içerisinde en çok önemli olanı, hayatının sonuna doğru kendisi için bir mozole olarak tasarlanan ve inşa edilen Kutsal Havariler Kilisesiydi. (bugünkü Fatih Camiinin yerinde bulunuyordu.)

Burada İmparator, tavanı incelikli bir şekilde altın süslerle dekore edilmiş, bizzat havarilerin mezarlarını simgeleyen 12 temsili mezarın ortasında, daire veya haç biçimli yapının merkezine defnedildi.

 

Constantinus, eski Byzantium surlarının 3 km batısına kadar yarımadayı içine alan yeni tahkimatlar inşa ettirdi ve kara kütlesini, hem Haliç’e hem de Marmara’ya kadar uzatarak, inşaatlar için alan genişletti.

Yeni yerleşimcileri barındırmak için, bir cadde sistemi kuruldu ve İmparatoru desteklemiş olan senatörler, kendi evlerini inşa ettirmeye başladılar.

Ana caddeler, kuzeyde Haliç’teki rıhtıma, güneyde Marmara kıyısındaki rıhtıma ulaşıyordu.

Buraya, ilki Iulianus, ikincisi Theodosius tarafından, iki büyük liman inşa ettirildi.

Mese Caddesi; Constantinus’un birbirini kucaklayan oğullarını betimlediği zannedilen bir heykel gurubuyla süslenen ve halk arasında “Philadelphion” diye bilinen bir anıtla belirlenen, bir başka meydana kadar devam ediyordu.

Burada söz konusu edilen heykel gurubu, Tetrarşi döneminin dört hükümdarını betimleyen meşhur porfir guruptan başkası olamaz.

Bu heykel gurubu, esas olarak muhtemelen Nicodemia’dan Constantinopolis’e getirildi ve 1204 yılında kentin yağmalanmasından sonra, haçlılar tarafından Venedik’e götürüldü.

Kentin halk meydanları, heykellerle ve Doğu İmparatorluğunun diğer kentlerinden getirilen anıtlarla süsleniyordu.

 

Yeni Roma’nın gelişme şablonu böyleydi.

Mısır’dan gelen tahıl vergisiyle kenti beslemek için derhal tedbirler alındı.

Yaklaşık 425 yılına ait Notitia’ya göre, levazım depolamak için, Haliç üzerinde Sirkeci’de bulunan Prosphorion Limanı yakınlarında 4 ve Marmara kıyısındaki limana yakın 2 büyük antreposu vardı.

Bütün kaynaklar, kent içerisinde en az 21 tane tahıl silosu olduğuna işaret etmektedir.

Denizcilik sezonunda, tahıl gemilerinin yanaşabilmesi için 4 km lik bir rıhtım yan alanına ihtiyaç olduğu tahmin edilmekteydi.

Kentin su ihtiyacını karşılamak, büyük bir meseleydi.

Themistius, 376 yılında Valens için yazdığı bir övgüde İmparatorun Trakya’daki kaynaklardan kente su getirmek için 180 km den fazla uzunlukta bir su kemeri inşa ettirmesinden önce, susuzluktan ölen bir kent imgesi anımsatmaktadır.

Bu devasa proje, yakınlardaki kaynaklardan gelen sularla birlikte kentin kullanımına sunulan su miktarını, on kat daha arttırdı.

Sular, tepelerde inşa edilmiş çok büyük dikdörtgen biçimli sarnıçlarda depolanıyordu ve oradan ihtiyaca göre kentin geri kalan kısmına dağıtılıyordu.

421 ve 459 yıllarında, Anastasius döneminde, 530’larda Iustinianus zamanında ve 609’da Phocas devrinde, kent nüfusundaki büyümeyi ve artan su ihtiyacını gösteren, çok geniş hacimli, yeni sarnıçlar inşa edildi.

Şahısların evleri için, daha küçük yeraltı sarnıçları inşa ediliyordu.

Günümüz İstanbul’unun gözle görülür niteliği olan ve Valens’e atfedilen meşhur kemerlerin, eskiden Byzantium için inşa edilmiş olan Hadrianus su kemerinin parçası olması da muhtemeldir.

Constantius, 345 yılında İmparatorluk hamamları inşa ettirmeye başladı, fakat bunlar 427’ye kadar tamamlanmadı ve Valans zamanına kadar bir su şebeke sistemine ihtiyacı olduğu açıktı.

Kentin halk meydanları: geç IV yüzyılda ve erken V yüzyıllarda büyük oranda genişletildi.

Theodius, 393 yılında bugün Beyazıt Meydanı olarak bilinen yerde, Forum Tauri olarak adlandırılan, yeni bir kent merkezi için çalışmalara başladı ve bu meydana Theodosius’un İspanya kökenli büyük halefi Traianus’un Roma’daki sütununun aslına uygun bir kopyasını diktirdi.

Aynı meydana at üzerinde bir Theodosius heykeli dikildi ve bu heykel de Roma’daki bronz atlı Traianus heykeliyle çağrışım yapıyordu.

Theodosius böylece, Constantius’un 357’deki Roma ziyareti sırasında idrak ettiği tutkuyu, Constantinopolis’te gerçekleştirmiş oldu.

Roma’nın tersine, Marmara’daki Proconnessus madenlerinden getirilen mermere erişim Constantinopolis’te daha kolaydı.

Mimari unsurlar özellikle sütun gövdeleri, başlıkları ve üçgen çatı parçaları, başkentteki inşaat alanına gönderilmeden önce, madende hazırlanıyordu.

Tespit edilen en etkileyici parçalar, Forum Tauri için planlanan devasa sütun gövdeleridir.

Theodosius dönemi, Constantinopolis’ini en fazla temsil eden anıt, obelisk ve oyulmak suretiyle şekillendirilen ve üzerinde yazıt bulunan bu obeliskin kaidesiydi.

Muhtemelen 391/392 yılları arasında dikilen bu anıt, hipodromun ucunda hala ayakta durmaktadır.

Üzerindeki yazıtların Yunanca ve Latince dizeleri, bu obeliskin yeni konumuna dikilme başarısını (bu görev kent prafectusu Proclus’un nezaretinde gerçekleşmiştir) ve Theodosius’un gasıp Magnus Maximus’a karşı kazandığı zaferi kutlamaktaydı.

Rölyefler, Geç Roma devletinin iktidar yapısının görsel bir realizasyonudur ve İmparator ile tebaası arasındaki siyasi ilişkinin anlaşılması için, anahtar bir öneme sahiptir.

 

Erken V yüzyılın en önemli gelişmesi:

413’de yeni savunma sisteminin tamamlanmasıydı.

Surlar II Theodosius’un praefectus praetoriosu Anthemius tarafından inşa ettirildi ve 447 yılında bir depremden sonra yenilendi.

Başkente saldıranları, 20 m genişliğinde bir hisar hendeği, daire ve kare kulelerle takviye edilmiş, 5 m yüksekliğinde bir dış sur ve bunların gerisinde 12 m yükseklikte ve masif kulelerle takviye edilmiş, esas surlar bekliyordu.

Kuleler, kentte hazır bulunan orduya, kışla olarak da hizmet ediyordu.

Constantius, deniz surlarını inşa ettirmeye başlamıştı fakat bunlar, Vandalların neden olduğu denizden bir tehdide karşılık 440’larda güçlendirildi ve tamamlandı.

Contsantinopolis’in savunma sistemi, kent, 1204’de Haçlıların eline geçinceye kadar aşılamadı.

Theodosius surları, kentin müstahkem alanını, yaklaşık yüzde 40 arttırdı.

Öyle görünüyor ki, bu alan büyük oranda yeni iskana ayrılmış değildi, fakat içerisinde büyük köşkler, manastırlar, kiliseler ve çok sayıda geniş sarnıçlar barındırıyordu.

Constantius, surları olduğu gibi bırakıldı ve kenti, her ikisi de saldırılara karşı güvenli ana kent ve kenar kent bölgesi olarak böldü.

Trakya yarımadasının güney kıyısında Silivri’nin doğusundan başlayan ve Karadeniz’e kadar ulaşan 50 km uzunluğunda hendek ve kara suru inşa edilerek ve bu sur bir dizi küçük garnizon istihkamlarıyla takviye edilerek, kente ilave önemli koruma sağlanıyordu.

Roma’da olduğu gibi, kentteki kiliselerin sayısındaki kesin artış, IV yüzyılda değil, V ve VI yüzyıllarda oldu.

Ayasofya’nın batısındaki bakırcılar çarşısında Pulcheria tarafından inşa ettirilen Chalkoprateia’daki Theotokos Kilisesi ve yeni Theodosius surları yakınlarında bulanan Aziz İoannes Studios Kilisesi gibi, günümüzde bile mevcut olan en eski iki kilise dahil olmak üzere, II Theodosius ve Pulcheria’nın apaçık dindar yönetimleri döneminde, Notitia Urbis, kentte 14 kilise listelemekteydi.

En büyük artış, Iustinianus döneminde meydana geldi.

Procopius’un “yapılar” adlı eseri, Aya İrini ve Ayasofya gibi mevcut büyük yapıların listenin başında olduğu, bizzat İmparator tarafından kurulmuş 34 yeni yapıyı betimlemektedir.

Kilise inşasındaki hızlı büyüme, sadece kentin artan nüfusunun ibadet yeri ihtiyacıyla değil, daha ziyade İmparator başta olmak üzere, varlıklı ailelerin dini yapılarla güçlerini sergileme tutkularıyla açıklanmalıdır.

Bu rekabetin açık örneği: Constantinopolis’in en varlıklı senatör ailelerinden birinin kadın reisi Anicia Iuliana tarafından, kentin ikinci ve üçüncü tepeleri arasında inşa ettirilen Aziz Polyeuctus Kilisesiyle ortaya konulmaktadır.

Bu kilisenin boyutları ve  dizaynı, bilhassa Kudüs’teki Süleyman Tapınağının Eski Ahit proje planına karşılık geliyordu ve yapının günümüze ulaşan adak şiiri, Anicia Iuliana’nın inşaatçı olarak Constantinus ve Theodosius gibi İmparatorların emsali olduğu iddiasını ileri sürmektedir.

Iustinianus, 532’de Nika isyanı sırasında yakılıp yerle bir edilen kilisenin harabeleri üzerine, kendi büyük kilisesi Ayasofya’yı inşa ettirerek, bu meydan okumaya tam karşılık verdi.

İmparatorun kendi kişisel dinsel kaderinin taşta ve harçta gerçekleştiği, 532 ile 537 arasında tamamlanan Ayasofya, Iustinianus döneminin en büyük yapısıydı.

Iustinianus’un ve mimarlarının başarısı, Procopius’un yapının manevi etkisinin betimlemesinde ölçülmektedir.

 

“İnsan dua etmek için her ne zaman bu kiliseye girse, bu kadar güzel ortaya çıkan bu eserin, insan gücü ve yeteneğiyle olmadığını, fakat Tanrı’nın hükmüyle olduğunu hemen anlar. Ve onun için, zihni Tanrı’ya, yukarıya doğru yükselir ve çok uzak olmadığını hissettiren, fakat seçtiği bu yerde yaşamaktan bilhassa hoşlanan Tanrı’yı metheder.” (Procopius, Yapılar.)

 

Devasa kubbenin ilk tasarımı o kadar hassastı ki yapı 557’de bir depremde çöktü.

Fakat projeyi tamamlamak için var olan irade, Tralles’li Anthemius ve Miletus’lu İsidorus adlı iki mimarın ölümünden sonra bile kolayca vazgeçmeyecek kadar inatçıydı.

Kubbenin yeniden inşası 562’de tamamlandı.

Binanın, iki çağdaş hikayesi olan Procopius’un Yapılar adlı eserindeki uzun betimleme ve Paulus’un Silentiarus’un büyük kilisenin 562’de yeniden kutsanmasından sonra yazılan bir şiiri günümüze ulaşmıştır.

 

Roma gibi, Constantinopolis’in de imparatorluk üzerinde, surların ötesine giden bir etkisi vardı.

Kent, yerleşimciler için güçlü bir çekim merkezi olarak hareket ediyordu.

Zengin senatörler, kentin kuruluşunda Constantinus’a eşlik ettiler ve başta I. Theodosius’un ardından gelen İspanyol çevre olmak üzere, yönetici sınıf mensuplarının daimi göçü söz konusuydu.

İş bulma ümidinin ve garantili besin tedarikinin cezbettiği başkentin fakir halkı, farklı nedenlerden dolayı çok büyük sayılarla geliyorlardı.

Constantinus başlangıçta, İskenderiye’den getirilen tahılla kentin 80.000 sakinini beslemek için, devlet annonasına tedarik sağlıyordu.

İustinianus zamanına gelindiğinde, bedava besin tedariki alanların sayısı 600.000’i bulmuş olmalıdır.

Roma’daki gibi, levazım dağıtımının nihai sorumluluğu kent praefectusunun üzerindeydi.

Bu uygulamanın kökeni, Cumhuriyet döneminin sonlarında Roma’daki vatandaşlara bedava tahıl dağıtımındaysa da evrensel Roma vatandaşlığının yaratılması, organizasyonun yasal temelini dönüştürmüştü.

Geç İmparatorluğun devlet annoması, büyük kentlerin proletaryasını desteklemek için tasarlanan bir hizmet haline gelmişti.

Annona sistemi sadece Roma ve Constantinopolis’te mevcut değildi.

İskenderiye’de, Antakya’da ve hatta Mısır eyaletlerinin bir kasabası olan Oxyrhnchus’ta bile vardı.

Constantinopolis’e ulaşan tedarik zincirinin kolları, Karadeniz’e, ana tahıl kaynağı Mısır’a ve başlıca zeytinyağı kaynaklarından birisi olan Küçük Asya’ya kadar uzanıyordu.

Procopius, Çanakkale boğazının girişindeki Tenedos adasının, büyük gemilerin kargolarını daha küçük gemilere boşalttıkları ana antrepo olduğunu ifade etmektedir.

Küçük gemiler, boğazlara ve Marmara denizine doğru daha kolay yol alabiliyordu.

Zamandan yapılan tasarruf, bu gemilerin bir sezonda İskenderiye’de iki veya üç sefer yapmalarını mümkün kılıyordu.

Başkentin talepleri annoma sağlayan bölgelerin iktisadi yapıları üzerinde, dönüştürücü bir etkiye sahipti.

Üretim büyük ölçekli iyi organize olmuş üreticilerin ellerinde toplanıyordu.

Temel gıda maddesi ticareti, bilhassa amfora üretimi ve gemi inşaatı gibi zorunlu ikincil endüstriler yaratıyordu.

Ticari nakliye, Doğu Akdeniz’in başlıca endüstrilerinden biriydi.

Geç Antikçağ’da Mısır’ın devam eden refahı ve orada geniş malikanelerin artması, Nil vadisi hasadının Constantinopolis’te daimi bir Pazar açılımı bulması gerçeğinden kaynaklanıyordu.

İskenderiye, Roma dönemi

İskenderiye

Roma ve Constantinopolis’ten sonra İskenderiye, Antakya ve Kartaca; Antikçağda iki başkentten sonra Akdeniz havzasının en büyük kentleriydi.

Eskiçağ kentlerinin nüfus rakamları üzerinde ihtiyatlı bir inceleme: İskenderiye’nin 200.000 ile 400.000, Antakya’nın ise 150.000-300.000 arasında bir nüfusa sahip olabilecekleri düşünülür.

İskenderiye ve Kartaca’nın iki başkente tahıl sevkiyatının yapıldığı limanlar olması tesadüfi değildir.

Bu olgu, sayısız denizci, tüccar, hamal, nakliye işletmecisi, gemi sahibi, bürokrat ve iş adamı için garantisi anlamındaydı.

Onun için her iki kent devasa ticaret ve hizmet merkezleriydi.

Ayrıca bu kentlerden her yıl büyük miktarlarda tahıl geçmesi, her iki kentin ağır kıtlıkla karşılaşmayacağı ve diğer liman kentlerinden çok daha büyük olan kendi kent nüfuslarını besleyebilecekleri anlamına geliyordu.

Ammianus, 370 yılında bir kıtlık anında, Roma’ya gönderilecek tahılın bir kısmını Kartaca halkına satan Afrika Valisi Hymetius örneğini aktarmaktadır.

Geç Roma dönem İskenderiye’si: fevkalade düzensizdir.

Erken Kilise Babalarının bıraktığı zengin yazılı kaynaklar sayesinde, dinsel politikalar hakkında, papirüs belgeler sayesinde ise idari uygulamalar üzerine çok iyi bilgi sahibi olunmasına rağmen, İskenderiye’nin ilk kiliselerinden günümüze hiçbir şey kalmamıştır.

Doğrudan bu kentten gelen hiçbir papirüs belge olmadığı gibi çok az yazıt vardır.

Kent, VII yüzyıldan önce hiç savaş alanı veya askeri bir faaliyetin merkezi olmadı, ya da büyük bir kuşatmaya maruz kalmadı.

Bundan dolayı, o dönemin tarihçilerinin eserlerinde, sadece ara sıra ortaya çıkmaktadır.

İskenderiye’nin sosyal ve ekonomik tarihinin çoğu kara bir delikte kayboldu.

Kıyıya yakın Pharos adası tarafından korunan iki liman, kentin Nil deltasının batı ucundaki yerleşim yeri, Yunan-Roma dünyasının en bereketli ve üretken zirai bölgesi olan Nil vadisiyle, Akdeniz suyolu arasında  doğal bir değişim noktası yaptığı için seçildi.

Büyük bir kanal, İskenderiye’yi ve limanlarını, Nil’in batı ucuyla birleştiriyordu ve güneydeki Mareotis gölünün sığ suları, İskenderiye’yi çölden ayırıyordu.

Kentin büyük Serapis tapınağıyla birleşen yarım km uzunluğundaki hipodromu, Nil kanalının kavisiyle çevriliydi.

Kent, doğudan batıya 5 km uzunluğunda ve 2 km genişliğindeydi ve 15 km lik bir savunma sur sistemiyle çevriliydi.

Doğudan batıya uzanan ana cadde boyunca kazılar, kent planının merkezi adalarından birisini tespit etmiştir.

MS I ve II yüzyıla ait geniş evler, III yüzyılda büyük oranda zarar görmüş ve erken IV yüzyılda terk edilmiştir.

Bunların yerini ayni yüzyılın ortalarına doğru kamu yapıları almıştır.

Bu yapılar arasında küçük bir tiyatro, ders salonu olarak belirlenen iki dinlenme salonu ve bir halk hamamı binası vardı.

VII yüzyıla kadar muhafaza edilen bu yapılar, İskenderiye’nin meşhur olduğu kültürel ve eğitim faaliyetlerinin bir kısmının ortamı olmalıydı.

Antikçağ boyunca İskenderiye’nin okulları ve yeri hiçbir zaman tespit edilemeyen ünlü kütüphanesi, yeniyetme filozofları, halk hatipleri, ilahiyatçıları ve doktorlar için bir mıknatıstı.

Kent, hem pagan hem de Hıristiyan gelenekte kültürel bir dinamoydu.

İskenderiye, I Theodosius döneminde augustalis makamı tesis edilinceye kadar, Mısır praefectusunun ikamet yeriydi.

Bilindiği kadarıyla kenti ziyaret eden tek Geç Antikçağ İmparatoru, Yukarı Mısır’da ve Etiyopya’da Roma idaresini yeniden tesis etmek ve Domitius Domitianus’un yol açtığı iç isyanı bastırmak için sefer düzenleyen Diocletianus idi.

Eskiçağ dünyasının bilinen diğer kalabalık merkezlerine nazaran bu bir güç boşluğu anlamına geliyordu.

Aşağı Mısır’da bulunan Roma garnizonlarının askeri müdahaleleriyle bastırılmak zorunda olan kent içi huzursuzluklar, isyan ve diğer büyük rahatsızlıklar, İskenderiye tarihinin depreşen bir niteliğiydi.

Kilise liderleri, teolojik ve diğer davalarına destek sağlamak için toplumsal ağları harekete geçirebiliyorlardı ve IV ve V yüzyıllarda büyük dinsel çatışmalar vardı.

Ptolemaios hanedanı tarafından inşa ettirilen ve Severuslar döneminde Romalılar tarafından genişletilen Yunan-Mısır tanrısı Serapis’in devasa tapınağı, güneybatı köşesinde kentin inşa edildiği alçak tepelerin birisini işgal ediyordu.

Kuzeye heptastadion diye bilinen yere doğru çıkan yol boyunca, 1 km uzunluğunda dolgu yol, batı limanını doğudan ayırıyordu.

Tapınak alanında tek bir uzun sütun üzerinde, Roma gücünün bir odak noktası olarak görülen Diocletianus’un bir heykeli yükseliyordu.

 

Ammianus Marcellinus, Serapis tapınağını şöyle betimlemiştir.

“Görkemi öyleydi ki sadece kelimelerle anlatmak haksızlık olurdu, fakat büyük sütunlu salonları ve sahici gibi duran heykellerin çokluğu ve diğer sanat eserleri, bu tapınağı, çok eskiden beri Roma’nın ölümsüzlüğünün sembolü olan Capitolium’dan sonra bütün dünyadaki en muhteşem yapısı haline getiriyordu.”

 

Serapis Tapınağının tahrip edilmesi, Eskiçağ paganizminin çökertilmesine ilişkin Hıristiyan anlatıda iz bırakan anlardan birisidir.

İskenderiye Piskoposu Theophilus, 391-92 yılında kentteki bir Dionysos tapınağını kiliseye dönüştürme izni için, İmparator Theodosius’a başarılı bir müracaatta bulundu.

Hıristiyan bir güruh, tapınağın en kutsal alanına saldırdı ve orada buldukları falluslar ve diğer pagan sembolleri eğlence konusu yaptılar.

Paganlar, Hıristiyanların bazılarını öldürerek, yaralanan bazılarını da davarla çevrili Serapis tapınağına kapatarak çok sert tepki verdiler.

Bunu bir kuşatma takip etti.

Dışarıdaki Hıristiyanlar, Roma askerlerinin kumandanı olan dux Aegyti’den ve prafectus Euagrius’dan destek aldılar.

Kuşatma altındaki paganlar, pagan dini simgelerinin tahrip edilmesinin gökyüzünde ikamet eden kadim tanrıların gücüne zarar vermediğini izleyicilerine anlatan Filozof Olympius tarafından cesaretlendiriliyorlardı.

Hıristiyan kayıplarının raporları, İmparator Theodosius’a ulaştırıldığı zaman, İmparator onları şehit ilan etti ve paganları suçlayan fermanının giriş sözleri, Hıristiyan kalabalık tarafından coşkulu tezahüratlarla selamlandı.

Kalabalık, kapıdaki korumalara saldırmak için harekete geçti ve tapınağı zorla ele geçirdi.

I Theodosius’un son yıllardaki dinsel hoşgörüsüzlüğünün zirvesini temsil eden Serapis tapınağının yıkılması, pek çok pagan entellektüelini İskenderiye’den kaçmaya zorladı.

Bir kuşak sonra, İskenderiye Piskoposluğunda Theophilus’un halefi olan yeğeni Cyrillus’un kışkırtmasıyla, aynı vahşi sahneler yankılandı.

Cyrillus, taraftarlarını önce 414’de Yahudilere karşı ve ondan sonra kentteki pagan entellektüellerine karşı harekete geçirdi.

Yahudiler, Şabat günü tiyatro gösterilerine katılarak düşmanlıkları kışkırtmışlardı.

Yahudiler, Cyrillus’un karışıklık çıkarma heveslisi bir destekçisi tarafından şiddete zorlandılar.

Mısır praefectusu Orestes, provokatörü tutuklattı.

Olayın akışı sırasında iddiaya göre, Yahudiler bir kiliseyi yakmak için kumpas kurdular ve Cyrillus karşı hamle olarak, vali Orestes’in gözünü korkutmak ve Yahudi Sinegoglarına Hıristiyan saldırılarını organize etmek için bu fırsatı kullandı.

Çok sayıda Yahudi öldürüldü.

Yahudilerden en azından bir kısmının Cyrillus ile Orestes arasındaki güç mücadelesinin istemsiz kurbanları olduğu anlaşılmaktadır.

Ertesi yıl, 500 kişilik bir keşiş gurubu, prafefectusun at arabasının yolunu kesti ve onu taşa tuttu.

Diğer İskenderiyeliler praefectusu kurtarmak için yardıma koşup olayın faallerinden birisini ele geçirerek sorgu sırasında ölümüne işkence ettiler.

Ertesi yıl Hıristiyan vahşeti en meşhur kurbanlarından birisi olan Filozof Hypatia’yı aldı.

Hypatia, Serapis tapınağı yıkıldığı zaman İskenderiye’yi  terk eden Platoncu Theon’un kızıydı.

Hypatia, vali Orestes’in güvenilir sırdaşlarından birisi olmuştu ve bundan dolayı valinin kendisi de pagan olmakla suçlanıyordu.

Bir kilisede okuyucu olan Petrus adlı birisinin liderlik ettiği Hırıstiyan çete, Hypatia’yı zorla arabadan indirerek, eski imparatorluk tapınağının üzerine inşa edilmiş kentin ana kilisesine sürükledi.

Hypatia’yı orada kırık kiremit yağmuruna tutarak öldürdüler.

Hypatia’nın cesedi parçalandı ve yakıldı.

Kilise tarihçisi Socrate, bu vahşeti eserinde proteste etmekteyse de Cyrillus büyük oranda suçsuz bulundu ve kurtuldu.

İskenderiye’deki bu hadiselerin tarihsel anlatıları, olayların nedenleri hakkındaki pek çok soruyu açık bırakmaktadır.

Fakat olayların sosyal bağlamına ilişkin açık bir anlam sunmakta ve mahalli politikaların acımasızlaşmasını göstermektedir.

Kent piskoposları, proletarya arasındaki eğitimsiz destekçilerinin yardımına başvurabiliyorlar ve bunlar fanatik bir davada aşırı şiddet kullanmakta tereddüt etmiyorlardı.

Eğitimli bir azınlık olan İskenderiye kent konseyinin üyelerinin 416 yılında piskoposun destekçi çetesi parabalaninun vahşetine karşı imparatora müracaat etmeleri anlamlıdır.

II Theodosius sadece, gelecekte parabalaninun sayısının beş veya altı yüz kişiyle sınırlandırılmasını emrederek karşılık verdi.

Antalya Kelbessos-Ağırtaş

 

Bey Dağlarının Antalya’ya bakan Çağlarca-Doyran çanağında Ağırtaş mevkiinde bulunur.

Trebenna ve Neapolis ile birlikte oluşturduğu bir üçgenin  batı noktasını oluşturur. Termessos egemenlik alanı içindedir ve Termessos adına Helenistik Dönemden Roma’ya kadar önemli bir uç kaledir. Askeri yerleşim olarak kurulmuştur. Roma içerisinde de bu askeri karakterini koruduğu ve bir sivil yerleşime dönüştüğü anlaşılmaktadır. Termessos egemenlik alanının güneyi, Antik dönemde büyük olasılıkla idari  sınırın oluşumunu da etkilemiş olan Bey dağları tarafından çevrilmiştir. Bu dağlık bölge güvenli tepeleri ve bereketli vadileriyle Helenistik ve Roma dönemi boyunca çok sayıda köy ve ikincil yerleşime iskan edilmiştir.

Bu yerleşimlerden bazıları yazıtlar sayesinde tanımlanabilmiştir. Bölgedeki 21 yazıt incelendiğinde bu ören yerinin Kelbessos olduğu ve Pisidia Termessos’u egemenlik alanında peripolion  statüsüne sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Termessos ilişkisi bulunan bir sikke ile perçinlenmiştir.

Alanın stratejik değeri kuzey-güney ve doğu-batı ana iletişim akslarının kesişiminde ve birçok bölgesel topluluğun (Lykia, Pisidia, Pamphylia) sınırında bulunan coğrafi konumundan ileri gelmektedir. Yerleşim haritasından anlaşılan topoğrafik özellikleri de  bu değere katkıda bulunur. Burası Pamphylia düzlüğünün yanı sıra, hem içerilere, hem de denize doğru görüş veren dağlık bir boğazın hemen kenarında, sivri bir kayanın yamacı boyunca yerleştirilmiş, gözlem ve savunma açısından ayrıcalıklı bir konumdadır.

Klbessos peripolionunun, Helenistik dönemden itibaren, Telmessos egemenlik alanına yerleştirilmiş sürekli bir garnizon olduğunu ve h em şehir savunmasının bir kolu, hem de gerektiğinde çevredeki kırsal birimlerde yaşayan halkın sığınabileceği güvenli bir kale olarak hizmet verdiği düşünülür. Başlangıçta belki de piyon işlevine sahipti, yani yeni toprakların ele geçirilmesi ve kontrolünde ilk adımdı. Bu askeri ve kırsal oluşum, Roma döneminde sosyal ve demografik yapıların çeşitlenmesiyle bir ikincil yerleşim haline gelmiş ancak Termessos’un ön karakolu olma işlevini devam ettirmiştir.

ARKEOLOJİK KALINTILAR:

Kalıntılar incelendiğinde yerleşimin yavaş geliştiği ve yüzyıllar boyunca ciddi bir değişim geçirmemiş olduğu görülür. Mimari kalıntıların yoğunluğu ve yayılımı da değerlendirildiğinde, savunma çemberinin dışında kalan Roma dönemi yapılaşmasının oldukça gelişmiş olduğu görülür. Öte yandan Kelbessos Antik Kentinin gerçek anlamda bir şehirleşme sürecine girmediğini, daha çok tüm tarihi boyunca ikinci derece askeri bir taşra yerleşimi olarak kaldığı söylenebilir.

Yerleşimde Helenistik Dönemden başlayıp Geç Roma dönemine kadar kalıntılar bulunmaktadır. Birçok yerleşim büyük oranda tahrip edilmiştir. Ancak en çok tahrip edilen yer Kelbessos’tur. Neredeyse taş taş üstünde kalmamıştır. Yerleşimde ana kayaya oyulmuş çok sayıda sarnıcın yanı sıra birçok mimari kalıntı saptanmıştır.

Savunma duvarının dışında, tepenin kuzey yamacına serpiştirilmiş olarak farklı yapı ve yapı gurupları bulunur. Bunlar askeri yapılar, kamu yapıları, konutlar, mezarlar ve işliklerdir. Bizans dönemine ilişkin olarak sadece küçük bir şapel kalıntısı görülür. Yazıtlarda Artemis adının geçmesi, sunarlar üzerinde Zeus şimşek demetleri ve tapınak kalıntıları, kentte inanılan tanrıların bölgedekilerle örtüştüğünü gösterir. Bunlardan başka phallos kabartmaları ve nişler, dinsel inançlarla ilgili ele geçen diğer verilerdir.

Phallos ve kalkan kabartmalarının çokluğu buranın askeri bir yerleşim olması karakterinden kaynaklanır. Kentte belgelenen işlikler, kendi ihtiyacını üretmede yetkin olduğunu gösterir.

Rampalar Helenistik dönemde ve büyük ihtimalle II ve III. yüzyıllar arasında inşa edilmiştir. Kulelerin ölçü, biçim ve iç düzenlemeleri fırlatmaya dayalı düzeneklerin kullanımına işaret eder ve IV. yüzyıl sonundan daha geç bir tarih verir. Tıraşlanmış duvar  köşeleri ve diş yapan blok bağlantıları da aynı tarihe işaret eder. Duvarların içlerindeki büyük ölçekli kamu yapılarının yer almayışı, şehirsel özelliklere sahip olmayan bir yerleşimin korunduğunu gösterir. Sarnıçların bolluğu, mezarların yoğunluğu ve askeri motiflerin baskınlığı göz önüne alındığında, Roma döneminde burada çok sayıda askerin yerleşmiş olduğu söylenebilir.

Buradaki askeri varlığın savunma duvarının büyük kısmının inşaatıyla da bağlantılı olarak, Helenistik dönem de başladığı söylenebilir.

NEKROPOLLER:

Biri kuzeydoğuda, diğeri ise güneybatıda olmak üzere iki nekropol çoğunlukla lahitlerle doludur. Asıl nekropol kente çıkan yol boyunca organize edilmiş, bildik Roma dönemi yol mezarlıkları tipindedir. Çoğunluğu oluşturan lahitler Pisidia tipinde kalkan ve mızraklıdır. Ortalarında tabula ansata vardır. Bazıları oldukça nitelikli olan birçok lahit nitelikli kabartmalarla süslenmiştir. Mezar sahiplerine ait görüntüler dışında Eroslardan girlandlardan oluşan örnekler de vardır. Kentin bu mezarlığında sadece lahitler varken, güneybatı nekropolünde anıt örme mezarlar ve khamosorionlar da bulunmaktadır. 1 tane de yuvarlak kaya ostotheği bulunmuştur.

 

YÖNETİM YAPISI:

Kelbessos’taki en önemli ve özgün yapı bir yönetim yapısıdır. Her yönüyle Roma dönemine tanımlanır. Anıtsal girişin haricinde, avluyu E odasıyla, toplantı odasını, B odasıyla, mahkeme ve ek odayı A ve C odalarıyla son olarak kutsal yeri F odasıyla eşleştirmek mümkündür.

Bu bina tipi askeri bir kamptaki general çadırının evrimleşmesiyle oluşmuştur ve bir peripolion bağlamı içine rahatlıkla örtüşür.

Kelbessos’da da başlangıçta küçük bir askeri karargah vardı. Sonradan bu daha büyük bir yerleşime dönüştü. Ancak yönetim biçimi değişmedi. Peripolionu her zaman askerler yönetti. Bu yapı Kelbessos’un siyasal ve kentsel statü ve yapısını aynıyla yansıtmaktadır. Dolayısıyla sadece kendisini bir kamu yapısı olarak değil aynı zamanda Kelbessos kentini de anlatmaktadır.

 

SİNAN DEĞİRMENİ:

Kelbessos’tan Saklıkent yoluna çıkıldığında, 2 km sonra “Koca Mezar” levhasından sonra sola sapan orman yoluna girilip 4.8 km vadiye inildiğinde varılır.

Aynı vadiye Geyikbayırı tarafından da Doyran Kozu üzerinden yine orman yoluyla varılır. Olağanüstü bir coğrafya ve doğa içerisinde vadi içinde saklı, orijinalliğini hala koruyan bir yerleşimdir.

Sinan Değirmeni, adını köydeki eski değirmenciden alır. Çok sayıda ahşap depo vadinin bir yanında dizilidir. Yanlarında moloz taştan yapılmış evler bulunur. Küçük bir suyun aktığı dere eski ağaç bir köprüyle geçiliyor. Bu masum köprüden ancak bir insan geçebiliyor. Meydanın en merkezi yapısı, değirmendir.

Çalışır durumdaki değirmen, eski yoğun işlevli günlerinden uzak beklemektedir. Lykia’da çok örneği bilinen ahşap depolar ve taş ahşap evler dokusu burada tümüyle yerleşim bazında korunmuştur. Yerleşim içinde yapılan birkaç tane tuğla-beton ev tüm resmi bozmaktadır. Sinan Değirmeni yerleşimi tüm orijinal dokusuyla korunmaya, yerleşim bazında rölöveleri çıkarılmaya ve sit alanı ilan edilmeye uygun bir açık hava müzesi gibidir.

Evlerin, depoların ve değirmenin içerisinde çok sayıda ahşap alet (At ve öküz kara sabanları, ahşap yayıklar, metal kapanlar vs) bulunmaktadır. Bunlar, tıpkı içlerinde bulundukları binalar gibi artık etnoğrafik değerlere sahiptir.

 

GEYİKBAYIRI;

Evet, bu taranan bölgede çok sayıda farklı dönemlere ait kültür varlığı saptanmıştır.

Geyikbayırı’nın hemen başlangıcında bulunan şapel, en sağlam Bizans yapısıdır. Geyikbayırı’ndan Çatalca’ya ve nihayetinde Trebenna’ya ulaşan yol çevresinde lahitler ve işlikler tespit edilmiştir. Geyirbayırından Antalya’ya doğru inen vadinin falez kayalıkları içinde bulunan bazı mağaraların da işlenerek kullanıma uygun hale getirildiği anlaşılmıştır. Geyikbayırı ve Çağlarca çevresinde bulunan çiftlikler, Trebenna’ya bağlı kırsal birimlerdir.

 

BULUNTULAR:

Geyikbayırı köyü içinde kaya mezarları, lahitler, duvarlar ve bazı işlik parçaları bulunmaktadır. Çevresinde ise, Doyranözü mevkisinde kabartmalı ve yazıtlı kaya lahdi, tepede anıt mezar kalıntıları, Kesener mevkisinde bir  köy yerleşimi ve işlikler, hemen aşağısındaki Belen’te tepe üzerinde ayakta bir kule ve yanında mezar ve yapılar bulunmaktadır.

Geyikbayırı köyü yerleşim alanı içinde, köy kahvesinin batısındaki yamaçta, kuzey-güney doğrusunda uzanan kayalıkta, 1 nolu kaya mezarı ile aynı kayalıkta kaya odaları tespit edilmiştir. Kaya mezarının 25 m doğusundaki modern bir terasta örgü malzemesi olarak kullanılan blok taş üzerinde fulcrum yuvası tespit edilmiştir. Aynı alanın 50 m güneyindeki zeytinlik içinde oldukça iri ve düzgün bloklardan oluşturulmuş kuzey-güney doğrultulu bir duvar tespit edilmiştir. Köşe yaparak batıya uzanan duvar yamaçta sonlanır.

Köy kahvesinin bulunduğu tepenin doğu yamacında bir kaya mezarı ve hemen altında değişik amaçlı kaya birimleri tespit edilmiştir. Orijinalinde hibrit yapıların kayaya oyulu bölümleri olan kaya mekanları, eskiden olduğu gibi önlerine örülen bir duvarla ahıra dönüştürülmüştür ve köylüler tarafından hala kullanılmaktadır. Aynı kayalığın doğusundaki İmam Bağı mevkiinde bir adet kaya lahdi tespit edilmiştir. Bu khamosorion eski yolun (muhtemelen bu yol antik dönemde de kullanılıyordu) doğu bitişiğindeki kayalık üzerindedir. Kayalığın 20 m kuzeyinde iri bloklardan örülü 2 odalı yapı kalıntısı, 17 x 8 m ölçülerindedir. Kaya lahdi ve iki odalı yapının doğusunda kuzey-güney doğrultusunda uzanan tarım teraslarında bazı onarım izleri görülür. Aynı düzenleme batıdaki dere yatağının yamaçlarında da görülür.

Geyikbayırı köyü içinde tespit edilen kalıntılar, köyün Antik dönemde yerleşim alanı olarak kullanıldığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Tespit edilen iki ayrı yapı kalıntısı, çevresindeki tarım terasları ve işliklerle birlikte düşünüldüğünde, bu çiftlik yerleşimi için yeterli görülmektedir. Ancak güçlü bir duvarla çevrelenmiş olması korunaklı bir çiftlikten iz vermektedir.

TREBENNA-ÇAĞLARCA;

Antalya’nın 32 km batısındadır. Geyikpınarı-Çağlarca güzergahından gidilir. 680 m rakımlı kayalık tepeden tüm vadiye ve Antalya’ya bakar. Sivridağ ve Akropol arasındaki Dereözü sırtından kent yayılır. Stadiasmus Patarensis’e göre: Typallia’dan gelen Antik yol, Trebenna üzerinden Onobara’ya ve oradan da Thalasa’ya ulaşır. Diğer bir güzergah da Attaleia’ya varır.

Trebenna adı ilk kez 1846 yılında bir sikke üzerinde okunmuştur. Lykia’nın kuzeydoğusundaki son kenttir. Şehrin adı kent yazıtlarında “Trebenna” diye geçer. Patara Yol Klavuz Anıtında ise “Trabenna” dır.

Pamphylia Piskoposlarının İmparator Leo’ya yazdıkları mektupta (MS 458) Trebenna adına Polemon’un imzası vardır. Helenistik dönemde Termessos egemenlik alanındadır. Roma döneminde Lykia Birliğine bağlıdır. Bir altlık üzerindeki yazıtta İmparator Hadrianus’a “Olympios” sıfatıyla adanmış bir heykel olduğu, bir ev duvarında bulunan devşirme yazıtta da Marcus Aurelius’un “Germanicus” sıfatıyla kente gönderdiği bir mektup olduğu anlaşılmıştır.

3’ncü yüzyılda en parlak dönemini yaşar ve “Trebennalılar’ın ünlü kenti” olarak anılır. Bu yüzyılda iki ünlü Trebennalının varlığı bilinir. İlki: Aurelius Solon’dur. Diğeri de bir hatip olan Aurelius Torkuatos’tur. Heroon’daki yazıtta, kendisini “mutlak sözü geçen yönetici” olarak yazdırmıştır. Roma döneminin ardından, Bizans dönemini de yoğun yaşayan kent, 12’nci yüzyıla kadar yerleşim görmüştür.

Roma kent merkezi ve Bizans yapıları: surla çevrili olan ve anıtsal bir girişle çıkılan akropolle Elmin yakası arasındaki sırt düzlüğündedir. Akropolde: Helenistik dönemde başlamış olmalıdır. Roma döneminde de yeniden organize edilerek hem konut alanı hem de bazı kamu yapıları için kullanılmıştır.

Konutların çoğu Bizans döneminde de yeniden örülerek kullanılmıştır. Hatta akropol eteğindeki şapel bile önceki bir hibrit yapının kayaya oyulu bölümleri üzerine yeniden inşa edilmiştir. Bizans surlarının büyük bölümü önceki dönem sur yatakları üzerine örülmüştür. Kuzey, kuzeybatı ve kuzeydoğu yönlerden 100 m.yi bulan derin kayalık uçurum nedeniyle bu kesimde sura rastlanmaz.

Akropolün güney cephesi boyunca yayılan 79 kaya odasının çoğunluğu konuttur. Kayaya oyulu bölümleri korunmuş olan mekanlar yan yana ve altlı üstlü organik ilişkiler içindedir. Bu ilişki, kaya yüzündeki sokaklar ve basamaklarla sağlanmıştır.

Anıtsal girişin içinde kalan en nitelikli kaya mezarı Hermaios oğlu Trokondas’a aittir.

Mezarın cephe düzenlemesi tam bir ölü kültü alanı olarak nişlerle ve ata/ölü kültüne yönelik tören sekisiyle düzenlenmiştir. Giriş kademesindeki kaya rafında bulunan 6 adet stel yuvasında, muhtemelen soyu Moles’ten gelen kurucuların stelleri durmakta ve akropole ilk girişte gelenleri karşılamaktaydı. Mezar cephesindeki kalkanın yan ve üstündeki yazıtta “Hermaios oğlu Trokondas’ın mezarı. Trebimes Herosları diktirdi” yazmaktadır. Akropolde çok sayıda konut yanında merkezde bir bazilika ve Antalya’ya bakan uç kesimde de bir tapınak bulunur.

Asar Tepesi olarak adlandırılan Akropolün eteğinde başlayıp doğuya inen vadide ve sırtta oluşturulan geniş teraslarda Roma döneminde bir kamu yapıları meydanı yaratılmıştır. Bu yapı dizisi kuzey-güney yönünde uzanır. Karşılarında agora yerleşiktir. Kent merkezini güneyde hamam sınırlar. Hamam, Elmin nekropolü yamacına giren tek kamu yapısıdır. Toplantı salonunun önünden doğuya uzanan agora ve bağlantılı diğer yapı kalıntıları, ilk terası doldurur. Devamında diğer düzlük, pek çok mimari parçayla doludur. Ancak geç dönemlerde yuvarlak bir alan olarak organize edildiği için tüm parçalar yer değiştirmiştir. Bunların ne tür bir yapıya ait oldukları anlaşılmaz.

Ancak bazı nitelikli yapıların bulunduğu bir alan olduğu anlaşılmaktadır. Bu terasın sonunu yarım yuvarlak bir yapı belirler. Vadi inişine doğru başka teraslamalar, Kuzey güney uzantısında vadiyi enine kesen büyük bir yapıya kadar devam eder. Bundan sonra birkaç mezar dışında, artık hiçbir kalıntı yoktur. Bu kesimde akropol arasında kalan geniş yamaç tamamen yapılarla doludur. Yaygın bir konut alanı olduğu anlaşılmaktadır. Roma merkezi, yerleşimin MS 2-3. yüzyıllarda altın çağında imar edilmiştir.

AGORA:

Ekklesiesterion karşısındaki sokağın güneydoğusunu kaplar. 27 m kadar izlenebilen sırada bazı dükkanlar hala ayakta görülür. Yüksek duvarlar ve destek duvarlarıyla sağlamlaştırılmıştır. Stoa 6.60 x 41.30 m ölçülerindedir. Stoylobata ait altlıklardan bazıları hala yerindedir.

 

SEBASTEİON:

Stoa ve ekklesiesterionun arasındadır. Büyük oranda korunmuştur. Yaklaşık kare planlı yapının 5.25 m genişliğindeki cephe açıklığı nitelikle kesme taşlarla anıtsal örülmüştür. Yan duvarlarda ikişer küçük niş yer alır. Girişin karşısındaki duvarın merkezinde bir asal niş ve yanlarında birer küçük niş vardır. Hadrianus dönemi yazıtında anılan, Moles oğlu Trokondas adlı İmparator kültü rahibi nedeniyle, Trebenna’da ve bu yapıda İmparator kültünün varlığı kasender.

EKKLESİESTERİON;

Sebasteion’un kuzeydoğu duvarına bitişik inşa edilen ekklesiesterion, yaklaşık kare yapılıdır. Arka duvarı apsidal formdadır. Ana kayanın kademeli bırakıldığı ve bir zamanlar hala duran oturma sıraları, toplantı salonunun yarım dairesel oturma sıralarına sahip olduğunu gösterir. Salona Dor düzeninde silmeler sahip iki kapıyla girilir. Batı kapısının sol sövesinde bulunan yazıtın imparator adı geçen kısmı silinmiştir. Ama kalan kısmında yapılın bir ekkllesiesterion olduğu ve yarı maliyetinin kente ait ormanlardaki kerestelerle karşılandığı okunmaktadır.

HAMAM:

Roma kent merkezinin güneyinde, agoranın güneydoğu bitişiğindedir. Kuzey bölümleri daha sağlam korunmuştur. 5 bölüm tanımlanabilmektedir. Yaklaşık kare bir alanı kaplar. İlk iki bölüm giriş kısmıdır. III bölüm, apoditerium-frigidarium, IV bölüm tepidarium ve V bölüm de caldariumdur. Tüm odalar beşik tonozla örtülüdür. Yüksek dolgu nedeniyle ısıtma sistemine ilişkin bir veriye rastlanmamıştır.

 

NEKROPOL:

Akropolün güney batısında, yerleşimin çevresine yayılan 4 ana nekropol alanı vardır.

Akropol:

Şehrin en erken mezarlarını içeren akropol mezarlığındakiler, büyük çoğunlukla kaya mezarlarıdır. Akropol üstünde ise kaya mezarı, ostothek ve bir de heroon bulunur. Akropolü batısındaki düz araziyi (Asar Tarlası) çevreleyen kayalıklar bulunur.

İrimli:

İrimli’dekiler daha çok soylu sınıfa ait anıtsal mezarlar bulunmakla birlikte lahit ve khamosorionlar da vardır. 6 anıt mezar içeren İrimli: şehrin zenginler mezarlığı gibidir.

 

Elmin:

Nekropolün asal mezarlığıdır. 3 anıt mezar yanında çok sayıda lahit, khamosorion ve ostothek mezarlar bulunur. Mezarlar çoğunlukla orta ve alt sınıfa aittir. Elmin yamaçlarından kopup aşağı inen kaya kütlelerinin aile mezarlıklarına çevrilmiş olması oldukça ilginçtir. Her kaya kütlesi üzerinde değişik sayılarda khamosorion, lahit ve ostothekler açılıdır. Doğal kayalar kullanılmış olduğundan bir nekropol düzeni görülmez. Ancak lahitler mezarlık yolunun iki yanı boyunca özelle sıralanmıştır. Elmin mezarlığının odağını Lykiarkh Torquatos anıt mezarı oluşturur.

 

Dereözü:

Dereözü nekropolü diğerlerine oranda az sayıda mezar içerir. Ancak en iyi korunan bu  nekropoldedir.

Sonuç:

Trebanna nekropollerinde yaklaşık 200 lahit tespit edilmiştir. Trebenna’da bulunan en özgün mezar: “yuvarlak k aya ostothekleri” dir. Çan biçimli kapakları ve kayaya oyulu silindirik tekneleriyle Anadolu’da ilk kez belirlenmiş ve mezar tipolojisine 15 örnekle eklenmiştir. Diğer ilgi çeken durum ise, Termessos’ta bile rastlanmayan 2-3 katlı Roma anıt mezarlarıdır. Anıtsal mezarların en önemlisi Lykiarkh Torquatos’un mezarı, diğeri de Solon ve Na’nın mezarıdır.

Lykiarkh Torquatus anıt mezarı, Elmin nekropolünün ortasında kentin en önemli kişisine ait, en görkemli mezar olarak inşa edilmiştir. Batıdan anıtsal bir girişi bulunan büyük dikdörtgen bir temenos içindedir. Bu nitelikli temenos Bizans Döneminde bastiona çevrilmiş ve içine bir de Bizans hamamı eklenmiştir. Bizans dönemi bastion uygulaması sırasında, güneyde sıralı bulunan 5 lahit ve 2 ostothek duvarın içinde kalmıştır. Lahitler, hazır duvar malzemesi olarak kullanılmıştır. Kapısı, temenos kapısıyla bakışımlı olarak batı köşedendir. Yalancı kapılı cephe ise kuzeydedir ve 3 m uzunluğunda bir yazıt içerir: “Lykiarkhlık yapmış rhetor Torquatus pek seçkin yönetici, insan sever, herkesten üstün, kendisinin ve Trebennalıların şanlı kolonisinin, yurdunun hayırhahı Terentius Marcianus’u Tanrıça nezdinden onurlandırdı.”

Mezar odası dikdörtgen şeklindedir. Arka ve yan duvarlarında birer kemerle hem yapının sağlamlığı sağlanmış hem de tekneler için triklinium formunda defin alanı oluşturulmuştur.

Pek çok anıt mezar içinde, İrimli nekropolündeki Solon ve karısı Na’nın mezarı dikkat çeker. Arka ve alt katlarda büyük oranda kayaya oyularak ve özellikle cephe dahil kalan kısımları da nitelikli kesme taşla örülerek inşa edilmiştir. 3 katlı düzenlenmiş mezarın en üst odasında yer alan görkemli lahit yazıtından sahibi öğrenilir. Üç yüzü bezemeli olan lahdin önyüzünde tabula ansata ile phiale, altar ve oinokhoeden oluşan ölü kültüne ilişkin kabartmalar vardır. Naiskos cephesinin taklit edildiği ortasında bir Medusa işlidir. Sol yan yüzde ise bildik kapı düzenlemesi vardır. Alt silmelerde girlandlar asılıdır.

Dereözü nekropolündeki farklı tiplerin bir aradalığının planlanmış oluşu, mezarlıkların bu tür düzenlemeleriyle sosyal yapıya ışık tuttuğunu göstermiştir. Bu durumu kentte ele geçen yazıtlar da yansıtır. İrimli lahdi: “Trokondas oğlu Sarpedon tarafından azad edilen Zotikos, bu lahdi sadece kendisi ve karısı Artemeis ve onlardan olan çocukları için yaptırdı. Ostotheki ise kölesi ve ondan olanlar için yaptırdı”.

Diğer bir lahit yazıtında: “Orkondasis kızı, Trebennalı Ermasta, bu lahdi sadece kendisi için yaptırdı. Ostotheki ise tüm aile efradı için yaptırdı” denmektedir.

Evet Lykia Birliğinde adı anılan son kent bu yönde Trebenna’dır. Lykia burada biter. Sonrası Pisidia ve Pamphylia’dır.

 

NEAPOLİS-DOYRAN:

Burası Lykia değildir. Son Lykia yerleşimi olan Trebenna ile Pisidia adına karşılıklı dururlar. Aralarında derin bir vadi vardır ve vadi bir sınır gibidir.

Doyran’ın hemen kuzeybatı arkasında 673 m rakımlı Keldağ Tepesi bulunur. Kalıntılar çok az Helenistik, çoğunlukla Roma ve Erken Bizans dönemlerindendir.

Bazilika kapısında devşirme olarak kullanılan Roma yazıtına göre, Termessos’un peripolionudur. Termessos adına denize yakın ilk tepede deniz bağlantısını kurmaktadır. Oldukça sarp kayalıkta konumlanmış olan yerleşime sadece bir taraftan dar bir kaya patikasıyla ulaşılır. Kentin tek girişi olan bu tek antik yol boyunca aynı zamanda yerleşimin nekropolü yer alır. Yamaç paralelinde yükselen kent giriş-çıkış yolu çoğu zaman ana kayadan kesilmiş, bazen de uçurum tarafından teraslarla desteklenmiştir. Çıkılması olanaksız olduğundan sur duvarlarına bile gerek  duyulmamıştır.

 

KALINTILAR:

I.KUTSAL YAPILAR:

Yazıtlardan ve arkeolojik buluntulardan, Zeus, Artemis ve Dionysos’un şehirde tapınım gördüğü anlaşılmıştır. Muhtemelen Bizans kilisesi alanında kaybolduğu düşünülen Zeus Tapınağı dışında, kentte Artemis Tapınağı ve Dionysos Tapınağı tespit edilmiştir.

II.KAMU YAPILARI:

Kent girişinde gelen ana yolun kent merkezine, bazilikaya doğru yöneldiği güzergah üzerinde bazı anıt ve yapılar görülür. Kent merkezinin kuzey başlangıcındaki ilk iki yapı, yan yana dizili eksedralardır. Bitişik düzenlenen bu iki eksedra da “U” planlıdır. Bunun biraz daha güney ilerisinde diğer bir ekstra bulunur. Roma dönemi kent merkezinde, heykel altlıkları bulunur. Bunlardan birinin ön yüzünde İmparator Commodos anılmaktadır. Anıt, Commodos öldükten sonra S. Severius döneminde MS 195’te yapılmıştır. Bu altlığın üzerinde bronz heykelin ayaklarının tutturulduğu dübel delikleri bulunur.

III.KONUT, İŞLİK VE SARNIÇLAR:

Neopolis şehrinin en özgün yanlarından biri konutlarıdır. Çoğunlukla iyi korunmuş halde bulunan konutlar, şehirciliğin yayılım sınırlarını oluşturur. Çok sarp topoğrafyada, dik teraslar aracılığıyla yerleştirilmiştir. Yerleşimde kolaylıkla sınırların anlaşılabilen mahalleler vardır. Tapınak Mahallesi, Aşağı Mahalle, Meydan Mahallesi gibi mahalleler bulunur. Mahalleler çoğu zaman bir kısmı basamaklı olan oldukça eğimli sokaklarla birbirine bağlıdır.

Yerleşimde ve çevresinde çok sayıda üzüm ve zeytin işliği ve bunlara ilişkin ekim alanları/tarım terasları keşfedilmiştir. Bazı işlik tipleri ünik örnekler ortaya koyar.

IV.NEKROPOLLER:

Şehir içinde dağınık durumda bulunan üç lahit ve üç khamosorion dışında, tüm mezarlar kente ulaşan yol boyunca dizilidir. Çoğunlukla lahit olan bu mezarlar içerisinde khamosorionlar ve ostothekler yanında, örme mezarlar da bulunur. Kentte toplam 1 oda mezar, 23 lahit, 11 khamosorion, 1 bağımsız ostothek ve 3 tane kaya ostotheği bulunmaktadır. Mezarlar çevresinde ölü kültüne yönelik unsurlar da bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi bugüne dek sadece zıvana yuvaları bulunan, üstü kavisli biten yalın bir steldir. Lahitlerin çoğunda kabartma ve yazıt bulunmaktadır. Genellikle Pisidia tipi kalkanlar arasında tabula ansata düzenindeki ön yüz bezemeleri dışında yan yüzlerde portreler işlenmiş mezarlar da vardır. İki lahit bezemeleriyle diğerlerinden ayrılır. Bunlardan  biri nekropolde, diğeri de kent merkezinde kilisenin apsisi arkasındaki kayalık içindedir. Kilise arkasındaki lahdin ön yüzünde ayı avlayan mezar sahibi ve ayakta betimlenmiş üçlü bir gurup vardır. Bunlardan ikisi kadın, biri erkektir. Sağda altlık üzerinde çift ağızlı baltaya benzer bir örgü durmaktadır. Nekropoldeki örneğin ön yüzünde de altar, phiale gibi kült unsurları işlenmiştir.

 

DOYRAN-KİSLE ÇUKURU MANASTIRI-GİRMELER-KİSLE KÖYÜ MANSİO:

Antalya’nın Doyran Beldesi sınırlarında, Kisle Çukurunda yer alan manastır, Orta Bizans Döneminde inşa edilmiştir.

Neapolis’in 2 km güneybatısındadır. Geniş bir alana yapılı kompleks dik yarlarla çevrili olan ve sadece bir yönden girilebilen bir alanda etrafı duvarlarla çevrili bir koruma alanı içerisindedir.

Bu nedenle de çok iyi korunmuştur. Kompleks içerisinde: kilise, keşiş hücreleri, iki katlı yemekhane, çeşitli işlikler, su terazisi, su yolu, sarnıç, depo, avlu ve tuvaletler bulunmaktadır. Kilisenin kuzey duvarına bitişik pastophoria ve batısında manastırın avlusu vardır.

Bazı duvarlarında çiniler ve sivri kemerler Selçuklu Döneminde revize edilerek oluşturulan av köşkünden kalmadır. Selçuklu av köşkü, Orta Bizans manastırının terkedilmesinden sonra yapının kısmi revizyonuyla oluşturulmuştur.

Evet bu manastırın bölgede başkaca bir örneği yoktur.

Şimdi gelelim Mansio’lara:

Roma dönemi yol ağı üzerinde kentlerin dışında, güzergahta yolculuk yapanlara ve hayvanlarına dinlenme ve barınma ve geceleme imkanı sağlayan yapılardır. Gebeler Mansio’su: Tlos-Tellesos yolu üzerinde kavşaktadır. Buradan aynı zamanda Patara tarafına da dönülmektedir. Oldukça iyi korunmuştur. Bölgede benzeri olmayan bir örnektir.

Dikdörtgen planlı yapı; 43 x 19 m ölçülerindedir. Doğu-batı doğrultusunda uzanır. Tonozla örtülü 9.5 x 28 m ölçülerinde dikdörtgen avluludur. Avlunun iki dar tarafını birer apsidal bölüm tamamlar. Güneydeki odalar, birer pencereyle dışarı açılır. Yapının batı devamında, bazı duvar kalıntıları görülür. Bu kalıntılar muhtemelen hayvan ve araç barınağı olarak kullanılmış olmalıdır. Yapının dış duvarını kesme taştan, iç duvarları ise tamamen tuğladan örülmüştür. Tamamen tuğladan örülü Roma yapısı, bölgede Myra Hamamı dışında bilinmez.