Şanlıurfa Göbeklitepe

Şanlıurfa Göbeklitepe

Şanlıurfa Göbeklitepe; Ülkemiz turizmi açısından, dünya tarihi açısından büyük önemi olan Göbeklitepe, gün geçtikçe daha bilinmekte ve gün geçtikçe daha çok merak uyandırmaktadır. Bu yüzden: daha önce birkaç kez gittiğim, Göbeklitepe hakkında, gerek geçmişi ve gerekse kazıların ardından yaşananlarla ilgili güzel ve yeterli bir yazı aşağıdadır. Mutlaka ve mutlaka gidin burayı görün.

Evet: Şanlıurfa şehir merkezinden: Harran Üniversitesi istikametinde şehir merkezinde ilerlerken: bir süre sonra sola dönmeniz gerekiyor. “Göbekli Tepe” tabelalarının bulunduğu bu dönüşte, ayrıca göbekli tepenin simgesi olan “T figürlü taşlar” dan oluşan küçük bir park alanı yapılmış.

Evet burayı da gördükten sonra, yine tabelaları takip ederek anayoldan ilerlediğinizde ( bu sırada, büyük bir sulama kanalı üzerinden geçeceksiniz, bu sulama kanalının büyüklüğü buraya yapılan devlet yatırımlarının büyüklüğünü görmek açısından önemli, bir de suyun rengine dikkat ederseniz “turkuaz” rengi göreceksiniz) yine anayoldan bir süre sonra sapacaksınız ve 4 km. daha ilerlediğinizde, Göbekli Tepe’ye ulaşacaksınız.

Bu yol: gayet güzel ve asfalt yani ulaşım konforludur.
Yani, Göbeklitepe, Şanlıurfa il merkezinin yaklaşık 17 km. doğusunda bulunuyor.

Göbekli Tepe ören yerine ulaştığınızda, ilk olarak yolun solunda, yeni yapılmakta olan bir yapı ile karşılaşacaksınız. Üzerinde “Türkiye’nin Hazineleri” yazısı bulunan bu yapının “müze” olarak düzenlendiğini öğrendim, ama henüz yapım çalışmaları devam etmektedir.

Burayı geçtikten sonra, toprak yoldan devam ediyorsunuz ve kısa süre sonra ören yerinin otopark bölümüne ulaşıyorsunuz. Ancak, anladığım kadarı ile, biraz önceki yapının bulunduğu yere kadar olan bölüme bahçe duvarı gibi bir duvar yapıyorlar, sanırım bir süre sonra: araçlar buraya park edecek ve buradan sonra yürüyüş yolları takip edilerek ören yeri gezilecektir. Şimdilik: araçlar ören yerinin kapısına kadar gidebiliyorlar.

Ören yerinin kapısına ulaştığınızda

Aracınızı park ettikten sonra, herhangi bir kulübesi olmayan ve bir sandalye üzerinde duran görevliden 5 TL. ücret karşılığında giriş bileti (müze kartı geçerlidir) alıp, ören yerine girebiliyorsunuz.

İlk anda

bölgede yoğun bir zift kokusunun hakim olduğunu görüp şaşıracaksınız. Bu zift kokusu, yürüyüş yolu yapımında kullanılan tahta parçalarının sanırım çürümemesi için ziftlenmeleri nedeniyle oluşuyor, hoş değil, insanı rahatsız ediyor ama sanırım bir süre sonra, yürüyüş yolları bittiğinde bu da biter.

Yine, hemen bu giriş yerinde: ören yerinde uyulması gereken kuralları hatırlatan bir tabela ile karşılaşıyorsunuz. Bu tabelada yazılı olanlar şunlardır:
“Milattan önce 10 ve 9. bin yıla tarihlenen, taş devrinin kutsal tepesi: 1’nci derece arkeolojik SİT alanı, güneşin doğuşu ve batışı arasında her zaman ziyaret edilebilir. Arkeolojik SİT alanı içerisinde piknik yapılmaz ve mangal kullanılmaz. Yüzeyde bulunan her türlü arkeolojik malzemenin toplanması yasaktır, ziyaretiniz sonrasında alanda hiçbir atık ve çöp bırakmamaya lütfen dikkat ediniz.

Ziyaretçi yolları henüz hazırlık aşamasındadır. Kazı alanına girmek yasaktır. Kendisine verilen “Göbekli Tepe” adının da açıkladığı gibi, taş devrinin kalıntılarını barındıran tepe, görkemli yuvarlak formu ile kireçtaşı platonun en yüksek mevkiinde yer alır. Alanda 1995 yılında Şanlıurfa Müzesi başkanlığı ve Alman Arkeoloji Enstitüsü katılımı ile arkeolojik kazı çalışmaları başlamıştır. “
(Hemen altında metnin Almanca ve İngilizce tercümeleri de bulunuyor)

Bu kuralları da okuduktan sonra: ören yerine girmeden önce: size, burası hakkında ve buranın keşfedilmesi ve arkeolojik çalışmaları hakkında bilgiler vermek istiyorum. Çünkü: buraya gelmeden önce bir nebze olsun hazırlık yapmakta yarar var. Yoksa: herhangi bir bilgi sahibi olmadan burayı gezmeye kalkarsanız: burada göreceğiniz çok sayıda taş ve ahşap kalas parçası size hitap etmeyecek, belki de bunca yolu geçip geldiğiniz için pişman olacaksınız.

Ancak: biraz sonra söylediklerimi okuduktan sonra burayı ziyaret ederseniz, inanın buranın havasına kendinizi kaptırıp, belki de günümüzden 12.000 bin yıl öncesini rahatlıkla hayal edebilecek ve o günün insanlarının hangi şartlarda yaşadıklarını bir nebze olsun kafanızda canlandırabileceksiniz. Aksi halde, biraz önce de söylediğim gibi: burası şu anda tam kazı çalışmaları yapılmadığından: taş, kaya, kalas yığınları ile dolu bir görünüm sunuyor.

Bu yüzden: ben burayı gezerken bir yanda, yabancı olduğu belli 4 kişilik bir turist gurubu, dakikalarca kaldılar, ancak bilgi sahibi olmadıklarını düşündüğüm Ankaralı bir otobüs dolusu yerli turist gurubu ise, yaklaşık 5 dakika burada kaldılar ve Mardin’e gitmek üzere hızla ayrıldılar.

Burayı ziyaret ederseniz: burayı önceden tanımalısınız ki, ziyaretinizden keyif alasınız.

Bu yüzden: işte Göbeklitepe ve arkeolojik çalışmalar hakkında ayrıntılı bilgiler:

ÖNEMİ

Göbekli tepe: avcı-toplayıcılıktan, çiftçiliğe, besin üretimine dayalı bir yaşam tarzına geçiş döneminde yapılmış ve dünya üzerinde eşi-benzeri olmayan, emsalsiz anıtları barındırmaktadır.
Burada: günümüzden 12.000 yıl öncesine tarihlenen “Dünyanın En Eski Tapınağı” bulunuyor. Mezopotamya bölgesindeki en eski olarak bilinen bu tapınağı kullananlar: bir an gelmiş, tapınağın üzerini toprakla kapatmışlar ve böylece tapınak ve tapınma alanı binlerce yıl sonra günümüze sağlam olarak gelebilmiştir.

ARKEOLOJİK ÇALIŞMALAR

Arkeolojik kazı çalışmaları başlamadan önce: tarım faaliyetleri için kullanılmakta olan arazide, yalnızca yüzeyde bulunan çakmaktaşı alet parçaları görülür durumdaydı. Öte yandan ise, günümüzde görülen mimari kalıntıların hepsi toprak altındaydı.
1995 yılında başlayan kazı çalışmaları, 2007 yılından sonra Bakanlar Kurulu kararı ile Alman Arkeoloji Enstitüsünden arkeolog Klaus Schmidt tarafından yürütülmektedir.
Birkaç tepe ve tepelerin arasında bulunan çöküntü alanlarında yapılan kazı çalışmaları başladıktan sonra: özellikle tepenin güney yamacında yoğunlaştı ve ilerledi ve ilk olarak mimari yapılar ortaya çıkarıldı. Bu mimari yapıların: geofizik ölçümleri yapıldığında ise, tüm tepenin Milattan Önce: 10 ve 9. yüzyıllarda yapıldığı anlaşıldı.
Arkeolojik araştırmalarda: tapınak kalıntıları yanında: ayrıca tapınağı süsleyen: doğal boyutlarında ve taştan oyulmuş yaban domuzu, kaplumbağa ve akbaba heykelleri de bulunmuştur. Bunu değerlendirirken, şunu düşünmek gerekir: o dönemde yani gerek taşların üzerine figürler işlenen ve gerekse taşlardan heykeller yapılan dönemde: metal aletler kullanılmıyordu, bu düzgün ve muhteşem görünümlü nesnelerin yalnızca çakmak taşı kullanarak yapıldığını düşünün.

Günümüzde: kazı çalışmaları: tepenin güney yamacında, güneybatı ve kuzeybatı yönünde sürdürülmektedir.

GÜNÜMÜZE KADAR OLAN SÜREÇTEKİ BULUNTULAR

Göbeklitepe’de arkeologlar: 15 metreye varan, dairesel biçimli, 3 alan ortaya çıkarmışlardır. Bu alanlarda: üzerlerinde çeşitli hayvan kabartmaları ya da bunların taşa kazınmış figürlerinin bulunduğu ve “T” biçimli 16 destek ve kireçtaşı simge bulunmuştur. Ayrıca: bulunan bazalttan yapılmış kaplar ve işlenmiş çakmak taşlarından: burada yaşayanların kalıcı olmasalar da, en azından geçici bir süre burada yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu esas alındığında: Göbeklitepe; bölgede yaşayan insanlar tarafından dinsel amaçlar için düzenli olarak ziyaret edilen bir buluşma yeriydi.

Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan ilginç buluntular arasında: çöl varanı, sürüngen kabartmaları, yaban domuzları, turna, leylek, tilki, yılan, akrep, yabani koyun, aslan, örümcek ve kafası olmayan insan kabartmaları, erkeklik organı abartılı olarak tasvir edilmiş erkek heykelleri ilgi çekmektedir.

Bunlar: 12.000 yıl önce, yerleşik hayata geçen o dönem insanlarının inançlarını yansıtan önemli bulgulardır.

Burada bulunan yapıların eski tarihlileri: dairesel ve yeni olanlar ise dikdörtgen biçimlidir ve bunlar: mimarlık tarihinin başlangıcı olarak kabul edilmektedirler.

Burası bulunmadan önce; insanoğlu tarafından tek tanrılı dinlerden önceki çok tanrılı döneme ait ilk tapınağın: MÖ.5.000 yılında Malta adasında yapıldığı biliniyordu. Göbeklitepe yerleşiminin bulunmasıyla, bu bilgiler geçerliliğini yitirmiş ve insanoğlunun ilk tapınağının, günümüzden 12.000 yıl önce, burada kurulduğu anlaşılmıştır.
Dünyada kabul gören arkeolojik görüşlere göre: insanoğlunun; avcı ve toplayıcı yaşam biçiminden yerleşik hayata geçmesindeki en önemli faktörler: açlık korkusu ve korunma içgüdüsüdür.

Göbeklitepe: bu tabuyu yıkmış ve yerleşik yaşama geçişteki en önemli faktörün: dinsel inanışların etkisi olduğunu kanıtlamıştır. Yani: yerleşik hayata geçişte: ekonomik ya da ekolojik değil, kalabalık ve uzun süreli dinsel törenlerin rol oynamasıdır. Bu tapınakları yapanların, yukarıda söz ettiğim gibi: gerek metal ve gerekse çanak-çömlek yapmayı ve kullanmayı bilmediklerini düşününüz.

Evet: günümüze kadar olan süreçte, burada toplam 45 parça gün yüzüne çıkarılmıştır.

ÇEŞİTLİ İDDİALAR

Göbekli tepede, kazılar sonucu ortaya atılan en çarpıcı iddia: Adem ve Havva’nın yasak elmayı dişledikleri “Cennet Bahçesi” nin burası olabileceği tezidir. Kazı çalışmaları yapan arkeologlar: Göbeklitepe’nin “Cennette” bir tapınak olduğuna inanıyorlar. Çünkü: burada çok sayıda nadir bulunur ve tuhaf sürüngen resimleri göze çarpıyor. Bu genişlikte hayvan kabartması ve yelpazesinin dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmadığı biliniyor.

Hatta ve hatta: kesin olmamakla birlikte, dünya tarihinde, ilk kez “insan kurban etme” töreninin burada yapıldığı tahmin ediliyor.
Öte yandan: burada yaşayan insanların, dünya üzerinde “varoluş” nedenlerini soruşturan ilk insanlar oldukları düşünülüyor. Bu tapınağı yananlar: yeryüzünde ilk kez “evren nedir, biz niye buradayız” sorularını soran kişilerdir.

Evet, ören yerindeki gezimize devam ediyoruz. Kapı olarak belirlenen yerden içeriye girdikten sonra, hemen solda: büyük bir kayalık blok üzerinde, kayaların üzerine oyulmuş oyuklar göze batıyor.

Bu bölgeye “E yapısı” yani “Kaya Tapınağı” deniliyor. Bu noktada: 1995 yılında, henüz kazı çalışmaları yeni başladığında ana kaya içerisinde oluşturulan oval alan ve yine ana kayanın işlenmesi ile şekillendirilen platformlar bulunmuştur.
Burada görülen mimari ana hat: daha sonra kazı çalışmalarında bulunan neolitik dönem yapılarında saptanan tipik mimari düzenin aynısıdır.

Buna göre: ana kaya üzerinde yükselen platformların oyuklarında (bu oyukları görmek mümkündür) : “T” biçimli dikilitaşlar bulunuyordu. Bu dikilitaşların: yapı duvarı ve duvar içinde yer alması gereken diğer dikilitaşlar ile birlikte, hali hazırda neolitik dönem sırasında, ikincil kullanım için yerlerinden alınarak başka yerlere taşındığı düşünülmektedir.

Kuzey yönünde görülen kaya çukurları da: günümüzde “E yapısı” olarak bilinen alana dahildir.

Evet, buradan sonra yola devem ediyoruz. Hemen ileride, bir kısmı yapılan yürüyüş yolu ve yapılmaya devam edilen yürüyüş yolları bulunuyor. Yürüyüş yollarını: kalın demiryolu tahtaları kullanarak yapıyorlar. Ancak: otoparka aracınızı bıraktığınızda, hemen hissedeceğiniz gibi, ortam yoğun bir zift kokusu ile kirletiliyor. Yani: özellikle otopark bölümünde yoğun bir zift kokusu hakim ve insanı rahatsız ediyor. Sanırım: bu yürüyüş yollarında kullandıkları tahtaları, çürümesin diye ziftliyorlar.

Söylenenlere göre: çevrede buraya benzer 20 tepe varmış ve günümüze kadar bunlardan yalnızca 3 tanesinde kazı çalışması yapılmış ama yine söylenenlere göre bu 20 tepenin bulunduğu yer, dikenli tel örgü çekilerek koruma altına alınmış.

Yürüyüş yolundan devam ettiğimizde: ören yerinin en ilgi çeken yani tapınağın bulunduğu yere varıyoruz. Burada ilk dikkatimi çekenler: birçok taş parçası ve haddinden fazla olduğunu düşündüğüm, kalın tahta parçaları, kalasların bulunması, öyle ki, bu kalaslar bazı yerlerde: taşlar üzerindeki figürleri kapatacak dereceye gelmiş.

Evet: tamam koruma, tedbir alma, üzerine kapatma, yağmur-kar-güneşten koruma mantıklı ve gerekli bir yaklaşım ama, bu şekilde estetik duygusundan yoksun koruma hiç yakışmamış. Ana tapınağın bulunduğu bu alanda o kadar çok tahta kalas kullanılmış ki, tam orta yere, görülecek şekilde bir de kırmızı yangın söndürme cihazı asmışlar, hayır, yakışmıyor, o cihazı lütfen gizli bir yere koyun.

Estetik duygusundan yoksun bu koruma önlemleri: umarım en kısa zamanda daha güzel hale getirilir, niye daha ince çelik direkler kullanılmaz da, bu kocaman ve kalın kalaslar kullanılır, estetik duygusunun kepazeliği yanında, bir de biraz önce de belirttiğim gibi, bazı taş figürleri bu kalaslar yüzünden görünmüyor.

Zaten

Eğer bu satırları okumaz veya göbekli tepe hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadan buraya giderseniz: burada göreceğiniz taş yığınları ve kalas yığınları ilginizi çekmeyecektir, çünkü: ben burayı ziyaret ettiğimde bir Ankaralı turist gurubu geldi, sıradan yürüdüler ve 5 dakika içinde buradan ayrıldılar, dikkat ettim, başlarındaki rehber hiçbir bilgi vermedi, yani buralara kadar zahmet edip gitmeden önce, lütfen burası hakkında bilgi sahibi olun ve bilinçli olarak gidin, düşünün ki, günümüzden 12.000 yıl önce, burada insanlar yaşamış, bu taşlar üzerindeki figürlere tapmışlar, bunları kafanızda canlandırın, yoksa: burası size bir şey hitap etmeyecektir.

Yerli turist gurubu, burayı 5 dakikada geçip giderken, yabancı oldukları belli 4 kişilik bir gurup, bizimle birlikte dakikalarca bölgeyi gezdiler, incelediler. Zaten: umarım yakın zaman sonra UNESCO burayı Dünya Kültür Mirası Listesine dahil eder, o zaman burası yabancı turist akınına uğrar. Ama dediğim gibi; buraya bilgi sahibi olmadan giderseniz, taş ve kalas yığınları pek ilginizi çekmeyecektir.

Evet: ana tapınağın bulunduğu yerin üzeri bir ahşap çatı ile kapatılmış. Tapınak bulunan bölümde; tam ortadan bir yürüyüş yolu yapılmış ve bu yolun üzerinden yürüyerek, tapınak alanının üstten görebiliyorsunuz.

Bazı taş ve kaya bloklarının altına, kum torbaları ile destek yapılmış.

Yani: burayı araştırmak için bir çaba ve emek harcandığı hissediliyor ve bundan ülkem adına gurur duyuyorum, ama estetik yok, göze hitap yok. Öte yandan: burayı gezerken, ana tapınak bölümünde daha kazılması gereken çok yer bulunduğunu hissediyorsunuz. Yani, birçok obje ve taş, kaya bloklarının toprak içinde yarısı, ucu görülür durumda, yani burada ayrıntılı arkeolojik çalışmalar sanırım yıllarca sürecektir. Ortaya nelerin çıkacağı ise meçhul, kesin olan şu ki, muhteşem buluntular çıkacaktır.

Bu genel bilgilerden sonra: arkeolojik çalışmaların yoğun olarak yapıldığı ve çatı ile örtülerek koruma altına alınan bölgeden söz etmek istiyorum.

Buradaki buluntular: kolay anlaşılabilmesi için, harflendirilerek ve harflendirilen bölgelerdeki “T” şeklindeki kaya blokları ise yine “P” harfi verilerek tasnif edilmiştir.

A YAPISI

A yapısı: 1995 yılında keşfedildi ve bugün gördüğümüz aşamaya 1996 ve 1997 yıllarında devam eden kazı çalışmaları sırasında ulaşıldı.
Göbekli Tepe yapılarında temel unsur olarak T-biçimli dikilitaşlar öne çıkmaktadır. Bazı örneklerde bulunan, kabartma tekniği ile yapılmış el ve kol ve motiflerinin varlığı: bunların insan biçimli tasvirler olduğunu kabullenmek gerekir.

Daire planlı taş yapıların merkezinde, her zaman iki adet özellikle büyük boyutlu T-biçimli dikilitaş bulunmaktadır.
A yapısının: P1 ve P2 numaralı iki dikilitaşının üzerlerinde bulunan kabartma motifler özellikle dikkat çekicidir. Birinin üzerinde: yılandan oluşan bir motif ve altında bir koç kabartması,
Diğerinde ise: üst üste sıralanmış vaziyette boğa, tilki ve turna kabartması görülmektedir.

D YAPISI

2001 yılında keşfedilen D yapısı, şimdiye kadar kazısı yapılan Göbekli Tepe anıtsal yapıları arasında, günümüze en iyi durumda ulaşanıdır.
Burada: boğa, tilki, yaban domuzu, yılan, akrep gibi çeşitli kabartma tasvirler ile çok zengin bir motif repertuarının varlığı görülür.
Bunların yanında dikkat çeken bir başka motif P43 numaralı dikilitaş üzerinde bulunan “Başsız İnsan” tasviridir.
D yapısının merkez dikilitaşları (P18 ve P31) 5 metrenin üzerinde bir yüksekliğe ulaşmaktadır.
Bu eserlerin üzerinde kabartma tekniği ile yapılmış: el ve kol motiflerinin yanı sıra, kemer ve kemerden sarkan hayvan postu biçiminde şekillendirilmiş bir giysi parçası görülür.
Mekan içinde ulaşılan taban C yapısında olduğu gibi ana kaya üzerinde şekillendirilmiştir.

B ve C YAPISI

B yapısı 1998 yılında keşfedilmiştir.
Yanının 4 metre yüksekliğe ulaşan, P9 ve P10 numaralı, merkez T-biçimli dikilitaşları üzerinde birer “tilki” kabartması bulunmaktadır.
Yapının içi mekanında: terrazzo taban adı verilen suya dayanıklı, kireçtaşından yapılmış taban dokusu bulunmaktadır. P9 dikilitaşının hemen önünde, taban içine yerleştirilmiş bir taş kap görülür.
C yapısı 1998 yılında keşfedilmiştir.
Yapıda: antik çağlarda meydana gelen tahribatın izleri görülmektedir.
Bu yapıda: T biçimli dikilitaşlardan oluşan 2 adet daire planlı taş duvar sırası, birbirini çevrelemektedir.
Mekan içinde ana kayanın en dikkat çekici buluntusu P27 numaralı dikilitaş üzerinde bulunan yüksek kabartma tekniğiyle yapılmış olan “yırtıcı hayvan” motifidir.

DİLEK AĞACI VE İSLAM MEZARLARI

Göbeklitepe ören yerinden çıktıktan hemen sonra, tepenin tam zirvesinde bir ağaç göreceksiniz. Bu ağaca dilek ağacı deniliyor ve çok uzaklardan dahi görülebilmesi ile biliniyor. Yani bir anlamda, sanki açık arazide bir işaret gibi olmuş.
Duyduğuma göre; üzeri tamamen gelenlerin bağladıkları çaputlarla dolu olan ağaç, kısa süre önce temizlenmiş, ben gördüğümde herhangi bir çaput veya başkaca bir şey bağlı değildir, sanırım yakın zaman sonra yine ağaç bağlananlarla dolar.

Ağacın hemen altında ise: taşlarla belirlenmiş iki tane mezar yeri var, bunların İslam dönemi mezarları olduğu biliniyor ve söyleniyor, başkaca bilgi yok.
Ama: gerek dilek ağacı ve gerekse mezarların bulunduğu bu zirve noktası: geniş görüş açısı ile birçok yere hakim olması ile tanınıyor. Buradan kuzeydoğu yönüne bakılınca Karacadağ, kuzey yönüne bakılınca Toros dağları ve güneye bakınca Harran ovasını görebiliyorsunuz.

SORULAR

Göbeklitepe birçok gizi de halen barındırmaktadır. Şöyle ki: burada tapınan insanlar, niye günün birinde burayı toprakla kapatarak tarihin derinliklerine gömdüler. Diğer bir soru: aynı dönemde tapınma alanlarında sunaklar vardı ve tanrılara çeşitli kurbanlar adanıyordu, ama burada bugüne kadar yapılan kazılarda herhangi bir kemik (insan veya hayvan) bulunamaması da ilgi çekmektedir.

Sonuç olarak: boğa, tilki, yaban domuzu, yılan, turna, yaban ördeği, ceylan, yaban eşeği kabartmalı tapınakları ve sırlarıyla, Göbeklitepe’yi pek çok arkeolog: yazı ve çanak-çömlek kültürü öncesi tarihi aydınlatacak en önemli kaynak olarak görüyorlar. Sanıyor ve umuyorum ki; bu tarih hazinesi: bilinçli ve sistemli şekilde kazılır ve buluntular uygun yerlerde sergilenerek ziyaretçilere sunulur.

Yazının en başında da belirttiğim gibi: burada bulunuyor iken kendinizi günümüzden 12.000 yıl önce, burada yaşamış insanlarla aynı havayı soluyor, aynı toprağa basıyor gibi hissetmelisiniz ki, buranın büyüsünü yakalayabilirsiniz.

Diyarbakır Çüngüş

Diyarbakır Çüngüş

Diyarbakır Çüngüş, Diyarbakır arası uzaklık: 112 km. Çüngüş, Çermik arası uzaklık: 24 km. Çüngüş, Gerger arası uzaklık: 148 km. Çüngüş, Adıyaman arası uzaklık: 202 km. Çüngüş, Elazığ arası uzaklık: 155 km. Çüngüş, Ergani arası uzaklık: 57 km.

Diyarbakır Çüngüş

 

TARİHİ

Verimli toprakları olan, dağlık bir bölge bu yüzden uzun yıllar, çeşitli medeniyetler tarafından yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. Çeşitli kaynaklara göre, 1475 yılında ilçede üç mahalle kurulmuş ve bir manastır yapılmıştır.

1596 yılında mahiyetiyle birlikte Çüngüş’e gelen Osmanlı Paşası Kapıkıran Mehmet Ali Paşa, yörenin kalkınması için büyük gayret göstermiş, dağınık Çüngüş yerleşkesine son vererek, yöreye toplu bir şehir görünüşü kazandırmıştır. Yöredeki yerli Ermeni ve Türklerle birleşerek yaptığı çalışmalar sonunda, içme suyu ve ulaşım şebekesi sorunlarını çözmüştür.

Kapıkıran Mehmet Ali Paşa, yöreyi Çün-Guş yani “tutarsız” olarak nitelendirmiş ve yöreye bu isim verilmiştir. İlçenin ismiyle ilgili bir diğer rivayet ise, Çüngüş kelimesinin “Çoban aldatan kuş” (Çınkuş) kelimesinden geldiğidir. Ermeni kayıtlarında da ilçeden “Çınkuş” olarak bahsedilmektedir.

Eski dönemlerde burada çok sayıda Ermeni yaşıyormuş. Bu durum, yöredeki birçok yerleşim biriminin isminin Ermenice oluşudur. Ermeniler ve Türkler uzun yıllar birlikte yaşamışlar ancak zaman içinde birçok isyan çıkaran Ermeniler, daha sonra Lübnan taraflarına göç etmişlerdir. Diğer bir kısım Ermeni ise, Ermenistan’a göç etmiştir ve orada yaşadıkları Nubaraşen şehrinin sokaklarından birisi de günümüzde Çınkuş ismiyle bilinir.

1880 yılında, İlçe Elazığ-Siverek ilçesine bağlı bir bucaktır. 1953 yılında ilçe olmuştur.

Diyarbakır Çüngüş

 

GENEL

İlçe Diyarbakır-Malatya-Elazığ ve Adıyaman illerinin kesişim noktasındadır.

Köklü bir kültürel geçmişe sahiptir. Ancak İpek yolu döneminde oldukça güçlü olan bölge, İpek yolunun devre dışı kalmasıyla önemini kaybetmiştir.

Denizden yüksekliği 1049 metredir.

Batısında Fırat nehri vardır. Çevresi dağlarla çevrilidir. En fazla yüksekliğe Karaoğlan dağlarında ulaşılır.(2200 metre) İlçenin en önemli akarsuyu olan Çüngüş çayı, Çüngüş dağlarından doğar ve Fırat nehrine akar. Fırat nehri üzerinde bulunan Karakaya Barajı, ilçenin en önemli yapısıdır.

Diyarbakır Çüngüş

 

GEZİLECEK YERLER

Diyarbakır Çüngüş Manastır-Sırahayyats Surp Asdvadzadtin

 

MANASTIR-SIRAHAYYATS SURP ASDVADZADTİN

Manastır, ilçe merkezinin 500 metre kadar doğusunda Adiş köyündedir.

Şehir dışında olmasının en önemli özelliği, öğrencilerin din eğitimi aldığı bir yer olmasıdır. Bizans dönemine ait olan tarihi Meryem Ana Manastırıdır. Manastırın Bizans döneminde 6 veya 7’nci yüzyılda inşa edilen ve uzunca bir süre faal olarak çalıştığı, 1915 yılından sonra tahrip olmuştur.

Manastırın önemli merkezini kiliseler oluşturur. 1313 tarihli bir belgede, hangi birimlerden oluştuğu yazılıyor. Bu belgede manastırın onarılması isteniyor. Ayrıca, belgede manastır bünyesinde mezarlık, şaraphane, fırın, hamam, öğrencilerin kaldığı odaların bulunduğu öğreniliyor. Günümüze ulaşın kısmı, manastırın kilise kısmıdır. Diğer kısımların hepsi tahrip olmuş, sadece temelleri günümüze ulaşmıştır. Mimari olarak bakıldığında, genelde düzgün kesme taş ve moloz taş malzeme kullanılmıştır.

Diyarbakır Çüngüş Surp Garabed Ermeni Kilisesi

 

SURP GARABED ERMENİ KİLİSESİ

Kilisenin cephe duvarlarında veya iç mekan duvarlarında kitabe yoktur.

Ermeni kilisesi olduğu bilinmesine rağmen, ne zaman yapıldığı bilinmez. Yöredeki Ermeni yapıları: 15-19’ncu yüzyıllar arasından kalmadır. (Çüngüş Manastırı: 15’nci yüzyıl yapısıdır)

Bishop Mgrditch: 14’ncü yüzyılda, Diyarbakır yöresinde bir dizi manastırda onarım yaptırmıştır. Bu dönemde bölgede bulunan manastırların hepsi “Meryem” e adanmıştır. Her biri aynı ismi taşıyan manastırları ayırt edebilmek için, Mgrdith, her manastıra sıfatlar vermiştir. Çüngüş’de bulunan bu kiliseye “sevgiyle bakan” sıfatı vermiştir.

Üç nefli, beşik tonoz örtülü, pastaforium odaları yapının kuzeydoğu ve güneydoğu dış cephe duvarlarına bitişik olarak yapıldığı görülür. Kilisenin güneybatı ve kuzeybatı cephe duvarlarına bitişik, kilisenin ihtiyacına binaen kiliseyi genişletmek için dikdörtgen planlı küçük odalar eklenmiştir.

Diyarbakır Çüngüş Surp Garabed Ermeni Kilisesi

 

Her iki dini yapının değerlendirilmesi

Surp Asdvadzadtin kilisesi ve Çüngüş Surp Garabed Ermeni kilisesi, aynı mimari özellikleri taşıdığından ve bölgede bulunan diğer yapılarla birebir örtüştüğünden, iki kilisenin de aynı dönemde yapıldığı tahmin edilmektedir. Ancak plan tipolojisi ve duvar dokusu bağlamında, Anadolu’daki diğer Ermeni kiliseleriyle karşılaştırıldığında, daha eski tarihli bir yapının yerine 19’ncu yüzyıl ortalarında yeniden inşa edildiği tahmin edilmektedir. Bu arada, 1841 yılında, Manastır onarılmış, Garabed kilisesi ise yenilenmiştir.

Diyarbakır Çüngüş Kalesi

 

ÇÜNGÜŞ KALESİ

İlçe merkezinde Cami-i Kebir mahallesindedir.

İlçe içinden geçen çayın kenarında yükselen 150 metre yükseklikteki bir kaya üzerine kurulmuştur. Fırat nehrine bakmaktadır.

Diyarbakır Çüngüş Kalesi

Çevre ile bağlantısı eskiden asma köprü tarafından sağlanan bu kalenin günümüzde sadece su sarnıçları kalmıştır. Günümüzde mesire yeri durumundadır.

Diyarbakır Çüngüş Ali Bey Camisi

 

ÇÜNGÜŞ ALİ BEY CAMİSİ

İl merkezinin Kale mahallesindedir.

Kitabesine göre, cami, Yulad Oğlu Ali tarafından, 1681 yılında yaptırılmıştır. Yapıya ait diğer bir kitabe, caminin minaresindedir. Minare kitabesinde, minare camiden 22 yıl sonra 1703 tarihinde Kapıkıran Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. 1850 yılında bölgede meydana gelen bir deprem sonrasında yıkılan minaresi, daha sonra   yaptırılmıştır.

Cami: enine dikdörtgen planlı ve mihraba paralel üç neften oluşur. Osmanlı dönemi yapısı olan caminin Cumhuriyet döneminde yapılan izleri muhtelif yerlerde görülebilir. Cami, mihraba paralel üç sahınlı bir düzenlemeye sahiptir. Kuzey cephedeki son cemaat mekanıyla 18.40 x 16.10 metrelik bir alanı kaplamaktadır. Caminin üst kısmı, ahşap kirişleme sistemiyle kapatılmış ve üstten kırma saç kaplama ile kapatılmıştır.

Yapının kuzeyinde yamuk planlı küçük bir avlu vardır. Kuzeydoğuda yer alan anıtsal bir kapı ile cami avlusuna girilmektedir. Avlunun kuzey duvarının iç yüzeyine abdest muslukları dış yüzeyine de bir çeşme yerleştirilmiştir. Avlunun batı tarafında son cemaat mekanından bir kapıyla girilen ve depo olarak kullanılan küçük bir oda vardır. Cami düzgün dikdörtgen planlı bir harime sahip olup camiye iki sivri kemerli son cemaat yerinden sonra basık kemerli metal bir kapı ile giriş sağlanmaktadır. Son olarak 1963 yılında caminin iç kısmı yenilenmiştir.

Diyarbakır Çüngüş Tarihi Hamam

 

TARİHİ HAMAM

İlçe içinde bulunan hamam, ilçenin tek hamamıdır. 2004 yılında tescillenerek koruma altına alınmıştır.

Hamam, Çüngüş’ün merkezine, eğimli yaklaşık 250 metre karelik bir alana inşa edilmiştir. Günümüze büyük oranda tahrip olarak gelmiştir. Hamama ulaşım dar sokaklar vasıtasıyla sağlanmakta ve çevresinde haneler bulunmaktadır. Tarihi Çüngüş hamamında kitabe bulunmadığından, yapı hakkında kesin bilgiler yoktur. Kitabenin bulunmaması yanı sıra, bugüne kadar kapsamlı bir araştırma da yapılmamıştır.

Yapının plan ve mimari özelliklerine bakılarak, hamam hakkında tarihlendirme yapılabilir. Hamamın mimari üslubundan yola çıkılarak yapılan araştırmalar, inşa tarihinin 16’nci yüzyılın sonu ile 17’nci yüzyılın başı olduğunu düşündürür. Bazı kaynaklarda ise hamamın Mehmet Ali Paşa ardılları tarafından 17’nci yüzyılda yaptırıldığı bilgisi bulunmaktadır.

Çüngüş hamamı, üç eyvanlı ve köşe hücreli hamamlar gurubuna girer. Oldukça sade tutulan hamam, dışarıdan sağlam içeriden ise harabe bir şekilde günümüze ulaşmıştır. Klasik Osmanlı hamam plan şeması gösteren hamam, Çermik ilçesindeki Saray Hamamının bir tekrarı gibi inşa edilmiştir. Hamama giriş sade bir kapıyla sağlanır. Son dönemlerde girişin önüne, mahremiyet amaçlı odalar yapılarak hamamın girişi değiştirilmiştir.

Girişin batı duvarında günümüze gelemeyen bir çeşme bulunur fakat çeşme de sonraki dönemlerde yok olmuştur. Hamamın soğukluk bölümü alan ve hacim olarak en büyük mekandır. Yıkanılmayan, dinlenilen, beklenilen ve havlu değiştirilen bölümüdür. Hamamın bu bölümü, kare planlı olup pandantiflerle geçişi sağlanan bir kubbe ile örtülüdür. Bu kare mekan, kırık kemerli tromplarla sekizgene dönüştürülmüş ve yarım küre biçimli bir kubbe ile örtülmüş durumdadır. Kubbe dışarıdan sekizgen bir kasnağa oturmaktadır.

Kubbenin ortasında küçük bir aydınlanma feneri bulunur. Bu fener, kubbenin ortasında tek ışık deliği görevini görür. Bu fenerin açılmasının sebebi ışıklandırmayı ve havalandırmayı sağlamaktır. Yapı malzemesi olarak kolay işlenebilen sarı kalker taşının kullanıldığı yapıda herhangi bir süsleme öğesi yoktur. Plandaki etkin mekanların tek tek cepheleri hamamın tüm cephe düzenini bir parçasıdır. Mahalle hamamı niteliğinde olan bu hamam, şehrin merkezinde olan tek hamam olmasına rağmen herhangi bir süsleme unsuru kullanılmamıştır. Yapıda görülen tek süsleme unsuru, sıcaklık kısmının kubbeye geçişinde kullanılan testere dişi çıkıntılarla oluşturulmuş pandantiflerdir.

Diyarbakır Çüngüş Tarihi Köprü

 

TARİHİ KÖPRÜ

Çüngüş çayı üzerindedir.

Köprüde kitabesi yoktur.  Köprünün, Ali Bey camisi ile birlikte Kapıkıran Mehmet Ali Paşa tarafından, 17’nci yüzyılda yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Köprü tek gözlü, sivri kemerli, üstü düz köprüler gurubuna girer. Ana yapım malzemesi olarak, yöreden elde edilen sarı kalker taşı kullanılmıştır. Ayakları ise doğal kayalara oturtulmuştur. Köprünün uzunluğu: 18.72 metredir. Genişliği 5 metre, yüksekliği ise 15.20 metredir. Kemer açıklığı, ayakların kayalara oturduğu uçlardan 10 metredir. Köprü yakın zamanda onarılmıştır. Üst döşeme kilitli parke taşla kaplanmıştır.

HASAN DEDE TÜRBESİ

İlçedeki Kubbe mezarlığındadır. İlçeye giden yolun sağındadır.

Türbede: Fatih Sultan Mehmet zamanında kadılık yapan Hasan Dede’nin mezarı bulunur. Hasan Dede, 15’nci yüzyılda yaşamış bir derviştir. Betonarme olan türbe, 1965 yılında yapılmıştır. Eskiden sıtma hastalığına yakalananlar bu türbeyi ziyaret ediyorlarmış, ancak zamanla sıtma hastalığı azaldığından, türbeyi ziyaret edenler de başka dileklerde bulunmaktadırlar.

HİNDİBABA KÖYÜ

1515 yılında Diyarbakır Yavuz Sultan Selim tarafından fetih edildikten 3 yıl sonra 1518 yılında hazırlanan Tahrir Defterinde, köyün ismi geçer. Yani, köy 1518-1526 yılları arasında kurulmuştur. Kayıtlarda: köyde 5 dervişin bulunduğu ve köyün ziraat yerlerinin az olduğu, bu 5 dervişin 200 baş koyunu olduğu ve vergiden muaf tutulduğu yazılıdır.

Ayrıca, 1566 yılındaki Tahrir Defterinde de Hindibaba köyünden söz edilmiştir. Rivayete göre, Hindibaba köyü, Hindistan’dan göç edip gelen üç kardeş tarafından kurulmuştur. Başka bir rivayete göre ise, köyü kuran kardeşlerden birinin ismi “Hindi” imiş. Ona “Hindi Baba” deniyormuş. Onun adı köye verilmiştir.

SEYYİDLER BELDESİ

Peygamberimizin neslinden gelen Zeynel Abidin Hazretleri, Çaldıran savaşından sonra Şah İsmail’in zülüm ve işkencelerine dayanamayarak 3 oğlu ile birlikte Bağdat’tan Mardin’e göç etmiştir. Mezarı hala Mardin-Nusaybin ilçesinde bulunmaktadır. Oğulları ise, Çermik kazasına gelerek üç bölgeye yerleşirler. Büyük kardeşleri olan Şeyh Caferi Sıddık, 1514 yılında Yukarı Şeyhler köyünde ocak kurarak buraya yerleşmiştir. Köy, ismini bu kişiden almıştır.

Diyarbakır Çüngüş Karakaya Barajı

 

KARAKAYA BARAJI

İlçe topraklarından geçen Fırat nehri üzerinde kurulmuştur. Baraj ilçe merkezine 15 km uzaklıktadır. Türkiye’nin 3’ncü ve Diyarbakır’ın ise en büyük enerji santralidir. DSİ tarafından inşa edilen baraj, 1987 tarihinde faaliyete geçmiştir. Fırat nehri üzerinde, Atatürk Barajından sonra en büyük ikinci barajdır. Evet, burası elbette gidilip gezilip görülecek bir yer değil, ama Çüngüş ilçesi için önemli bir eserdir.

 

Diyarbakır şehri tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.

 

Diyarbakır Silvan

Diyarbakır Silvan denilince, gayet büyük bir yerleşim yeri ve Malabadi köprüsü, ilk akla gelenlerdendir. Zaten tarihi süreç içinde, Bizans döneminde 300.000 kişilik bir başkent ve Mervaniler döneminde de başkent olarak kullanılmıştır. Ayrıca, Silvan doğu Anadolu bölgesine yapılan yolculuklarda, kara yolu ulaşımının geçtiği bir yer olarak da önem kazanıyor.

ULAŞIM

İlçe merkezinin Diyarbakır il merkezine olan uzaklığı, 78 km. dir. Silvan-Bitlis-Tatvan arasındaki uzaklık: 155 km. Silvan-Bitlis arasındaki uzaklık: 133 km.
Silvan: batı bölgelerinden, Tatvan-Van bağlantısının yapıldığı karayolu üzerinde bulunmaktadır. Silvan, öte yandan, Batman iline çok yakındır ki, bazen geceleri, Silvan ilçesinden, Batman şehrinin ışıklarının göründüğü olur.

TARİHİ

İlçe, MÖ.3000’li yıllardan itibaren, çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmaktadır. Ancak ilk kuruluşun Asurlular döneminde olduğu sanılmaktadır.
MÖ.78 yılında, Tigran imparatorluğunun hükümdarı Tigran, bölgede, Tikranakent isimli ve başkent olarak kullanılan bir şehir kurmuştur. Hatta, şehrin nüfusunun artması için, Klikya ve Kapadokya bölgesinden, buraya 300 bin kişi getirttiği söylenmektedir.

Şehir: MS.4’ncü yüzyılda, Roma imparatorluğunun hakimiyeti altına girer. Bu dönemde, şehirdeki tarihi figürlerden biri, dönemin tanınmış tabiplerinden biri olan ve Bizans ve İran saraylarında saygınlığı bulunan, Farginli Mar Marutha’dır. Bu ünlü tabip, özellikle, MS. 401 yıllarında İran yöresinde çok iyi tanınmakta ve bilinmektedir.

MS.410 yılında, İran şahı II. Şapur tarafından katledilen ve “Kırklar” olarak bilinen, 40 Hıristiyan şehidin kemikleri, büyük bir törenle “Mar Marutha” isimli bir şahıs tarafından getirilerek, bölgede yapılan kalenin kemerlerine gömülmüştür. Bu nedenle: şehre, o dönemde “Şehitler Şehri” anlamına gelen “Matryropolis” ismi verilmiştir.

6’ncı yüzyılda, Bizans egemenlik döneminde, Bizans imparatoru Justinianus’un, Silvan kalesini güçlendirdiği ve şehrin ve kalenin, sürekli savaş halinde bulundukları Perslere karşı bir askeri üst, önemli bir garnizon olarak kullanıldığı görülür.

639 yılında, Silvan, İslam orduları tarafından ele geçirilir. Hz. Ömer döneminde, İyaz bin Ganem komutasındaki, Müslüman Arap orduları, yöreyi ele geçirirler. Sonraki dönemlerde ise, yörede egemen olan toplumlar: Emeviler, Abbasiler, Hamdaniledir.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde ise, Silvan, Artuklu Beyliğinin ikinci başkenti olmuştur. 1259 yılında ise, Moğollar, yöreyi işgal eder ve harabeye çevirirler. 1514 yılındaki Çaldıran savaşından sonra ise, 1524 yılında, yöre Osmanlı egemenliğine girer.

GENEL

İlçe merkezinin denizden yüksekliği, 840 metredir. Genellikle düz bir arazi yapısı görülse de, bir kısım bölgenin dağlık olduğu da görülür. Diyarbakır ilinin en çok nüfus barındıran ilçesidir. Ayrıca, ilçe merkez nüfusu, kırsal alan nüfusundan fazladır.
İlçe sınırları içinde, Ambar çayı bulunmaktadır. Ormanlık alan, % 23 kadardır.
Yerleşim yerinin en önemli dağları: Albat dağlarıdır. Bunların yüksekliği, 1500 metreye kadar ulaşmaktadır.
Yörede: karasal iklim hakimdir ve buna bağlı olarak yazları çok sıcak, kışları ise pek şiddetli olmasa da soğuk geçer. Özellikle, Silvan barajı nedeniyle, nem oranı yükselmiş ve iklim, nispeten yumuşamıştır.
İlçede yaşayanlar: genellikle tarımla uğraşırlar. Ancak, sulanabilir alan azdır. Tarımsal faaliyetlerin başında: tütün, buğday, nohut, pamuk gelmektedir.

GEZİLECEK YERLER

Diyarbakır Silvan Malabadi-Batmansu Köprüsü

 

MALABADİ-BATMANSU KÖPRÜSÜ

Silvan ilçe merkezine 22 km. uzaklıkta, Diyarbakır-Batman karayolu üzerinde, Batman Çayı üzerindedir.

Meşhur “Malabadi” köprüsü, aslında her ne kadar mimari özellikleri nedeniyle muhteşem bir görünüm sunsa da, özellikle, bir dönem, bir şarkıda söz edilmesi nedeniyle, ülkemiz çapında ünlü olmuştur. Malabadi köprüsü şarkısı nedeniyle, Malabadi köprüsünü bilmeyenin çok az olduğunu sanıyorum.

Evet, gerçekten muhteşem bir mimari eserdir. Dünyadaki taş köprüler içinde, kemeri en geniş olanı olarak önem kazanmaktadır. Modern statik hesabının bulunmadığı bir dönemde, bu açıklıkta bir köprü yapılmış olması, hayranlık uyandırmaktadır. İstanbul-Ayasofya kubbesi, köprünün altına rahatlıkla sığabilir.

Köprünün: Balkanlarda bulunan “Mostar” köprüsünün bir benzeri olduğu söylenmektedir.
Tek kemerlidir. Köprünün üstündeki geçit bölümüne, iki yol ile ulaşılır. Ulaşım dışında, köprünün başka fonksiyonları olduğu da söylenmektedir. Çünkü, köprünün içinde: özellikle kışın zorlu günlerinde, yolcuların dinlenmesi ve dış tehlikelerden korunması için, iki özel odalar yapılmıştır.

Kemerin içindeki bu odalara, köprünün üzerinden, her iki yandan inilmektedir. Köprüde, 38 metre açıklıkta, çok büyük bir kemer ve sepet kulpu şeklinde, 3 metre açıklıkta, küçük bir kemer bulunmaktadır. Köprü: 150 metre uzunluğunda, 7 metre genişliğindedir. Yüksekliği, su seviyesinden, kilit taşına kadar 20 metredir.

Köprünün güney kısmında, oturan bir erkek figürü görülmektedir. Bu figürün hemen üstünde, bir çerçeve içinde, sivri külahlı ve ayakta duran birisinin, oturan birisine hediye takdimi sahnesi tasvir edilmiştir. Güney cephesinde ise, güneş ve aslan figürleri görülüyor.

Evliya Çelebinin yazılarına göre: bu köprü: Abbasiler döneminde yapılan bir mimari güzelliktir. Çünkü: köprüyü, Abbasi hanedanından zengin bir tüccar tarafından yaptırılmıştır. Ancak, bu meşhur köprünün, aynı zamanda, Artukoğulları döneminde, yani 1147 yılında, Timurtaş tarafından yapıldığı da söylenmektedir.

Diyarbakır Silvan Hasuni Mağaraları
Diyarbakır Silvan Hasuni Mağaraları

    

HASUNİ MAĞARALARI

Malabadi köprüsünün bulunduğu yol üzerinde, ilçe merkezinin 6 km. doğusundadır. Hasankeyf’e yakındır.
Diyarbakır yöresinin en büyük mağara topluluğudur. Burada, devasa kaya parçaları oyularak, apartman şeklinde yapılmış, toplam 300 mağara bulunmaktadır ve bunlar koridorlarla birbirine bağlıdır. Mağaralar arasında, ayrıca: su akışını sağlayan kanallar, hamam ve dokuma atölyeleri, kayalara oyulmuş kilise, merdivenler, sarnıçlar bulunmaktadır.
Ayrıca, mağaraların bulunduğu yerin en üstünde, kayalara oyulmuş merdivenlerle çıkılan bir sunak bulunmaktadır. Günümüzde de çıkılabilen bu sunak bölümüne mutlaka çıkmalısınız. Çünkü, çevrenin muhteşem güzel manzarasını izleyebilirsiniz.

SELAHİDDİN EYYUBİ-ULU CAMİ

İlçe merkezindeki cami, Eyyübi Hükümdarı Selahattin Eyyübi’nin adını taşımaktadır.
Bölgenin en eski ve en büyük camisidir. Yapı: burada bulunan Bizans bazilikasının sütunları kullanılarak, 1031 yılında, yapılmıştır. 1046 yılında, Silvan yöresini ziyaret eden, İranlı gezgin Nasırı Hüsrev, bu caminin muhteşemliğini yazılarında dile getirmiştir.
Özellikle, kapılardaki işçilik dikkat çekmektedir. Kubbenin kaidesinde, Artuklular’dan Necmeddi Alpi tarafından zemin üzerine beyaz taşlarla yazılmış bir kitabe görülmektedir. Caminin yıkılan kubbesi, 1913 yılında onarılmıştır.

KIRIK MİNARE

İlçe merkezinin 500 metre güneydoğusundadır.
Minarenin, Eyyübiler döneminde yapıldığı düşünülmektedir. 5 katlıdır. Ancak, daha fazla katlı olduğu ve zamanla bu katların bir kısmının yok olduğu ve bu nedenle “kırık minare” isminin kullanıldığı bilinmektedir.
Bir zamanlar, rasathane olarak da kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca, bir zamanlar bir kilisenin kulesi olduğu ve üzerinde çan bulunduğu da öğrenilmiştir.

Diyarbakır Silvan Kalesi
Diyarbakır Silvan Kalesi

    

SİLVAN KALESİ

Kale, MÖ.80’li yıllarda, Tigran krallığı tarafından yaptırılmıştır. Daha sonraki tarihi süreçte ise, Bizans imparatoru Justinianus döneminde, kale, büyük bir onarım görmüş ve günümüzdeki şekline kavuşmuştur. Bu dönemde, Justinianapolis ismini alan şehir, Bizanslıların, bölgedeki en önemli yerleşimlerinden biri olmuştur.

Evet, kale, dünya üzerinde dolgu sistemiyle yapılan tek kaledir. Yörede çokça bulunan kalker taşından, kareye yakın planda yapılmıştır. İç kale, dış sur, dış suru çevreleyen ikinci bir sur şeklinde yapılmıştır. Güney-kuzey yönünde, 500 metre ve doğu-batı yönünde 600 metre uzunluğundadır. Surların toplam uzunluğu ise, 2200 metredir. Surların yüksekliği: 25 metreyi bulur. Surlar üzerinde; 50 burç ve kule bulunmaktadır. Kalenin kapı sayısı ise, 9 dur. Bu kapıların, dört tanesi güney, ikisi kuzey, ikisi batı ve biri doğu yönündedir.

Bu surlar üzerindeki burçların en dikkat çekeni: Aslanlı burçtur. Bu burç: Eyyübiler’den Melik Evhad Eyüp tarafından yaptırılmıştır ve ilçe merkezinde, Gazi caddesi üzerindedir.
Burç: beşgen planlıdır ve ön yüzünde, birbirine dönük, aralarında güneş figürü bulunan, aslan ve kaplan kabartmaları ilgi çekmektedir.
Yine surlar üzerindeki “Kulfa kapı” ilgi çekmektedir. Bu kapı: Mervaniler döneminde yapılmış olup, surların güney kısmındadır. Kapının üzerindeki kitabe, Eyyübi Sultanı Melik Eşref’e aittir.
Surlar üzerinde, bütün yöre halkı tarafından bilinen “Zembilfiroş burcu” ise, efsanevi bir aşk ile bilinmekte ve tanınmaktadır. Kalenin kuzeydoğu köşesindedir. Bu aşk hikayesi şöyledir: “bir gün, yöre hükümdarının oğlu, av dönüşü, bir mezarlık yanından geçerken, zengininde, yoksulunda, bir gün aynı yazgıyı paylaşacağını yani öleceğini düşünür.

Bunun üzerine, eşiyle birlikte, saraydan ayrılır, dünya nimetlerinden elini çeker ve yaşamını “sepet satıcısı” yani “zembilfiroş” olarak sürdürmeye başlar. Bu yakışıklı genç, bu sırada, Silvan yöresindeki yerel bir hükümdarın karısının dikkatini çeker ve kadın ona aşık olur. Sepet alma bahanesiyle, onu saraya çağırır ve ona olan aşkını ilan eder. Ancak, zembilfiroş, onu reddeder ve bunun üzerine kadın, kendisini takip eder, yaşadığı evi bulur ve onun eşini ikna ederek, eşinin elbiselerini giyer.

Akşam olduğunda, zembilfiroş’u beklemeye başlar. Zembilfiroş, akşam olup eve gelip, yatağa girince, birlikte olduğu kişinin eşi olmadığını, kadının ayağındaki halhaldan anlar ve kadını, hemen yanından uzaklaştırır. Ancak, daha sonra, bu kadından kaçamayacağını anlar ve sarayın surları üzerindeki bu burçtan kendini aşağıya atarak intihar eder.

Diyarbakır şehri tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.