Roma döneminde İstanbul-Constantinopolis

 

Şehir, Eskiçağ dünyasında herhangi bir kentten çok daha fevkalade doğal avantajlara sahipti.

Kent, Marmara ile Karadeniz’i birbirine bağlayan Boğaziçi’nin girişinde, bir yarımada üzerinde kurulu ve iki taraftan su ile üçüncü yandan ise kolayca tahkim edilebilecek dar bir kıstakla korunuyordu.

Korunaklı bir koy olan Haliç, muazzam ve savunulabilir bir doğal limandı.

Constantinopolis, İmparatorluğun doğu ve batı kısımlarını birleştiren, Avrupa ve Asya’dan gelen bütün kara yollarının birbirine kavuştuğu bir noktaydı.

 

Kenttin stratejik önemi:

Constantinus ve Licinius arasındaki iç savaş sırasında, ikincisinin orduları Chrysopolis (Üsküdar) savaşında yenildiği zaman, meydana çıktı.

Savaşın galibi; önceleri mütevazi bir Roma kenti olan Byzantium’u, yeniden kurmayı tercih etti.

İnşaat faaliyetleri, 324 yılı sonlarında başladı ve kuruluşu kutlama törenleri, 11 Mayıs 330 tarihinde İmparatorun huzurunda gerçekleştirildi.

Constantinus’un bu yeni kent için, nasıl bir rol düşündüğü çok açık değildir.

Artık İmparatorluğun, tek hakimi olma tutkusunu başardıktan sonra, bu yeni kenti Roma’nın yerine başkent olarak tasarlaması çok makul değildi. Çünkü 326 yılında iktidardaki yirminci yılını (vicennalia) kutlamak için Roma’ya dönmesi bunu gösterir.

Daha ziyade Tetrarşi döneminde ortaya çıkan ve İmparatorluk merkezi olan diğer kentleri model alan Constantinopolis, Tier, Antakya ve yakınlardaki Nicomedia ile mukayese edilebilir, fakat onları gölgede bırakıyordu.

Eusebius ve epigram yazarı Palladas: Constantinus’un niyetinin kentin eski pagan anıtlarını ve yapılarını kutsallıktan arındırmak olduğunu işaret etmelerine karşın, İmparator Byzantium’un temel pagan tapınaklarının bulunduğu eski akropolisini olduğu gibi bıraktı.

Hükümdarın, gözlerden uzağa çekilerek devlet işlerini yürüteceği İmparatorluk Sarayı, yarışlar ve diğer gösteriler için, halkının toplanacağı ve halkın önüne çıktığı zaman İmparatoru alkışlayacağı mekan olan hipodrom da eski kentin sınırları içerisindeydi.

İmparatorun hane halkı, yeni karargaha taşındı ve geleceğin İmparatoru İulianus, Constantinopolis’in kuruluşundan iki yıl sonra inşa edilen bir sarayda dünyaya geldi.

İmparatorluk ikametgahı, muhtemelen esas olarak Diocletianus’un Split’te yaptırdığı saraya veya Galerius tarafından modern Sırbistan’daki Gamzigard’da inşa ettirdiği İmparatorluk yapısına (Felix Romuliana) benzer bir biçim aldı.

Fakat Constantinopolis’teki İmparatorluk ikametgahı, Marmara’ya bakan deniz surlarının güneyine ulaşıncaya kadar, Constantinus’un halefleri tarafından genişletildi.

80.000 oturma kapasiteli hipodrom, daha önceden var olan bir stadyumun (stadium) genişletilmiş haliydi.

İmparatorluk ailesi ve yüksek rütbeli devlet görevlileri için, doğrudan saraydan localara erişim vardı ve yarış pistine, hipodrom hizipleri tarafından işgal edilen oturma alanına doğru bakıyordu.

Hipodromun kuzey tarafının bitişiğinde bulunan eski Roma kentinden kalma Zeuxippos Hamamı ve kentin senatosunun toplantı salonuna doğru çıkan dört taraftan sütunlarla çevrilmiş meydan (daha sonra Augustaeum olarak bilinecektir) gibi iki kamu yapısı, saray kompleksinin içerisine katıldı.

 

Constantinus artık kenti batıya doğru genişletiyordu.

Geniş bir sütunlu cadde olan “Mese” yarımadanın ortasına kadar uzanıyordu.

Cadde boyunca: İmparatorun heykeli olan porfir bir sütun yer alıyordu.

Constantinus’un kurduğu bu yeni kenti kilise yapılarıyla doldurmadığının farkında olmak önemlidir.

Kilise tarihçileri: İmparatorun bugün Aya İrini olarak bilinen Kutsal Barış Kilisesini mahalli şehit Aziz Mocius adına sur dışında bir bazilika ve Aziz Acacius adına bir kilise inşa ettirdiğini nakletmektedirler.

Ayasofya’nın yerinde bulunan ilk kilise, II Constantius zamanında tamamlandı.

Eusebius, doğal olarak Constantinus’un pagan putperestliğinden arınmış bir kent yarattığını iddia etmekteydi.

Fakat Zosimus, hipodromun yanındaki Dioscori tapınağının korunduğunu, Romalıların Rhea ve Tyeche kültleri için tapınaklar yaptırdığını vurgular.

İmparator Constantinus’un dini yapıları içerisinde en çok önemli olanı, hayatının sonuna doğru kendisi için bir mozole olarak tasarlanan ve inşa edilen Kutsal Havariler Kilisesiydi. (bugünkü Fatih Camiinin yerinde bulunuyordu.)

Burada İmparator, tavanı incelikli bir şekilde altın süslerle dekore edilmiş, bizzat havarilerin mezarlarını simgeleyen 12 temsili mezarın ortasında, daire veya haç biçimli yapının merkezine defnedildi.

 

Constantinus, eski Byzantium surlarının 3 km batısına kadar yarımadayı içine alan yeni tahkimatlar inşa ettirdi ve kara kütlesini, hem Haliç’e hem de Marmara’ya kadar uzatarak, inşaatlar için alan genişletti.

Yeni yerleşimcileri barındırmak için, bir cadde sistemi kuruldu ve İmparatoru desteklemiş olan senatörler, kendi evlerini inşa ettirmeye başladılar.

Ana caddeler, kuzeyde Haliç’teki rıhtıma, güneyde Marmara kıyısındaki rıhtıma ulaşıyordu.

Buraya, ilki Iulianus, ikincisi Theodosius tarafından, iki büyük liman inşa ettirildi.

Mese Caddesi; Constantinus’un birbirini kucaklayan oğullarını betimlediği zannedilen bir heykel gurubuyla süslenen ve halk arasında “Philadelphion” diye bilinen bir anıtla belirlenen, bir başka meydana kadar devam ediyordu.

Burada söz konusu edilen heykel gurubu, Tetrarşi döneminin dört hükümdarını betimleyen meşhur porfir guruptan başkası olamaz.

Bu heykel gurubu, esas olarak muhtemelen Nicodemia’dan Constantinopolis’e getirildi ve 1204 yılında kentin yağmalanmasından sonra, haçlılar tarafından Venedik’e götürüldü.

Kentin halk meydanları, heykellerle ve Doğu İmparatorluğunun diğer kentlerinden getirilen anıtlarla süsleniyordu.

 

Yeni Roma’nın gelişme şablonu böyleydi.

Mısır’dan gelen tahıl vergisiyle kenti beslemek için derhal tedbirler alındı.

Yaklaşık 425 yılına ait Notitia’ya göre, levazım depolamak için, Haliç üzerinde Sirkeci’de bulunan Prosphorion Limanı yakınlarında 4 ve Marmara kıyısındaki limana yakın 2 büyük antreposu vardı.

Bütün kaynaklar, kent içerisinde en az 21 tane tahıl silosu olduğuna işaret etmektedir.

Denizcilik sezonunda, tahıl gemilerinin yanaşabilmesi için 4 km lik bir rıhtım yan alanına ihtiyaç olduğu tahmin edilmekteydi.

Kentin su ihtiyacını karşılamak, büyük bir meseleydi.

Themistius, 376 yılında Valens için yazdığı bir övgüde İmparatorun Trakya’daki kaynaklardan kente su getirmek için 180 km den fazla uzunlukta bir su kemeri inşa ettirmesinden önce, susuzluktan ölen bir kent imgesi anımsatmaktadır.

Bu devasa proje, yakınlardaki kaynaklardan gelen sularla birlikte kentin kullanımına sunulan su miktarını, on kat daha arttırdı.

Sular, tepelerde inşa edilmiş çok büyük dikdörtgen biçimli sarnıçlarda depolanıyordu ve oradan ihtiyaca göre kentin geri kalan kısmına dağıtılıyordu.

421 ve 459 yıllarında, Anastasius döneminde, 530’larda Iustinianus zamanında ve 609’da Phocas devrinde, kent nüfusundaki büyümeyi ve artan su ihtiyacını gösteren, çok geniş hacimli, yeni sarnıçlar inşa edildi.

Şahısların evleri için, daha küçük yeraltı sarnıçları inşa ediliyordu.

Günümüz İstanbul’unun gözle görülür niteliği olan ve Valens’e atfedilen meşhur kemerlerin, eskiden Byzantium için inşa edilmiş olan Hadrianus su kemerinin parçası olması da muhtemeldir.

Constantius, 345 yılında İmparatorluk hamamları inşa ettirmeye başladı, fakat bunlar 427’ye kadar tamamlanmadı ve Valans zamanına kadar bir su şebeke sistemine ihtiyacı olduğu açıktı.

Kentin halk meydanları: geç IV yüzyılda ve erken V yüzyıllarda büyük oranda genişletildi.

Theodius, 393 yılında bugün Beyazıt Meydanı olarak bilinen yerde, Forum Tauri olarak adlandırılan, yeni bir kent merkezi için çalışmalara başladı ve bu meydana Theodosius’un İspanya kökenli büyük halefi Traianus’un Roma’daki sütununun aslına uygun bir kopyasını diktirdi.

Aynı meydana at üzerinde bir Theodosius heykeli dikildi ve bu heykel de Roma’daki bronz atlı Traianus heykeliyle çağrışım yapıyordu.

Theodosius böylece, Constantius’un 357’deki Roma ziyareti sırasında idrak ettiği tutkuyu, Constantinopolis’te gerçekleştirmiş oldu.

Roma’nın tersine, Marmara’daki Proconnessus madenlerinden getirilen mermere erişim Constantinopolis’te daha kolaydı.

Mimari unsurlar özellikle sütun gövdeleri, başlıkları ve üçgen çatı parçaları, başkentteki inşaat alanına gönderilmeden önce, madende hazırlanıyordu.

Tespit edilen en etkileyici parçalar, Forum Tauri için planlanan devasa sütun gövdeleridir.

Theodosius dönemi, Constantinopolis’ini en fazla temsil eden anıt, obelisk ve oyulmak suretiyle şekillendirilen ve üzerinde yazıt bulunan bu obeliskin kaidesiydi.

Muhtemelen 391/392 yılları arasında dikilen bu anıt, hipodromun ucunda hala ayakta durmaktadır.

Üzerindeki yazıtların Yunanca ve Latince dizeleri, bu obeliskin yeni konumuna dikilme başarısını (bu görev kent prafectusu Proclus’un nezaretinde gerçekleşmiştir) ve Theodosius’un gasıp Magnus Maximus’a karşı kazandığı zaferi kutlamaktaydı.

Rölyefler, Geç Roma devletinin iktidar yapısının görsel bir realizasyonudur ve İmparator ile tebaası arasındaki siyasi ilişkinin anlaşılması için, anahtar bir öneme sahiptir.

 

Erken V yüzyılın en önemli gelişmesi:

413’de yeni savunma sisteminin tamamlanmasıydı.

Surlar II Theodosius’un praefectus praetoriosu Anthemius tarafından inşa ettirildi ve 447 yılında bir depremden sonra yenilendi.

Başkente saldıranları, 20 m genişliğinde bir hisar hendeği, daire ve kare kulelerle takviye edilmiş, 5 m yüksekliğinde bir dış sur ve bunların gerisinde 12 m yükseklikte ve masif kulelerle takviye edilmiş, esas surlar bekliyordu.

Kuleler, kentte hazır bulunan orduya, kışla olarak da hizmet ediyordu.

Constantius, deniz surlarını inşa ettirmeye başlamıştı fakat bunlar, Vandalların neden olduğu denizden bir tehdide karşılık 440’larda güçlendirildi ve tamamlandı.

Contsantinopolis’in savunma sistemi, kent, 1204’de Haçlıların eline geçinceye kadar aşılamadı.

Theodosius surları, kentin müstahkem alanını, yaklaşık yüzde 40 arttırdı.

Öyle görünüyor ki, bu alan büyük oranda yeni iskana ayrılmış değildi, fakat içerisinde büyük köşkler, manastırlar, kiliseler ve çok sayıda geniş sarnıçlar barındırıyordu.

Constantius, surları olduğu gibi bırakıldı ve kenti, her ikisi de saldırılara karşı güvenli ana kent ve kenar kent bölgesi olarak böldü.

Trakya yarımadasının güney kıyısında Silivri’nin doğusundan başlayan ve Karadeniz’e kadar ulaşan 50 km uzunluğunda hendek ve kara suru inşa edilerek ve bu sur bir dizi küçük garnizon istihkamlarıyla takviye edilerek, kente ilave önemli koruma sağlanıyordu.

Roma’da olduğu gibi, kentteki kiliselerin sayısındaki kesin artış, IV yüzyılda değil, V ve VI yüzyıllarda oldu.

Ayasofya’nın batısındaki bakırcılar çarşısında Pulcheria tarafından inşa ettirilen Chalkoprateia’daki Theotokos Kilisesi ve yeni Theodosius surları yakınlarında bulanan Aziz İoannes Studios Kilisesi gibi, günümüzde bile mevcut olan en eski iki kilise dahil olmak üzere, II Theodosius ve Pulcheria’nın apaçık dindar yönetimleri döneminde, Notitia Urbis, kentte 14 kilise listelemekteydi.

En büyük artış, Iustinianus döneminde meydana geldi.

Procopius’un “yapılar” adlı eseri, Aya İrini ve Ayasofya gibi mevcut büyük yapıların listenin başında olduğu, bizzat İmparator tarafından kurulmuş 34 yeni yapıyı betimlemektedir.

Kilise inşasındaki hızlı büyüme, sadece kentin artan nüfusunun ibadet yeri ihtiyacıyla değil, daha ziyade İmparator başta olmak üzere, varlıklı ailelerin dini yapılarla güçlerini sergileme tutkularıyla açıklanmalıdır.

Bu rekabetin açık örneği: Constantinopolis’in en varlıklı senatör ailelerinden birinin kadın reisi Anicia Iuliana tarafından, kentin ikinci ve üçüncü tepeleri arasında inşa ettirilen Aziz Polyeuctus Kilisesiyle ortaya konulmaktadır.

Bu kilisenin boyutları ve  dizaynı, bilhassa Kudüs’teki Süleyman Tapınağının Eski Ahit proje planına karşılık geliyordu ve yapının günümüze ulaşan adak şiiri, Anicia Iuliana’nın inşaatçı olarak Constantinus ve Theodosius gibi İmparatorların emsali olduğu iddiasını ileri sürmektedir.

Iustinianus, 532’de Nika isyanı sırasında yakılıp yerle bir edilen kilisenin harabeleri üzerine, kendi büyük kilisesi Ayasofya’yı inşa ettirerek, bu meydan okumaya tam karşılık verdi.

İmparatorun kendi kişisel dinsel kaderinin taşta ve harçta gerçekleştiği, 532 ile 537 arasında tamamlanan Ayasofya, Iustinianus döneminin en büyük yapısıydı.

Iustinianus’un ve mimarlarının başarısı, Procopius’un yapının manevi etkisinin betimlemesinde ölçülmektedir.

 

“İnsan dua etmek için her ne zaman bu kiliseye girse, bu kadar güzel ortaya çıkan bu eserin, insan gücü ve yeteneğiyle olmadığını, fakat Tanrı’nın hükmüyle olduğunu hemen anlar. Ve onun için, zihni Tanrı’ya, yukarıya doğru yükselir ve çok uzak olmadığını hissettiren, fakat seçtiği bu yerde yaşamaktan bilhassa hoşlanan Tanrı’yı metheder.” (Procopius, Yapılar.)

 

Devasa kubbenin ilk tasarımı o kadar hassastı ki yapı 557’de bir depremde çöktü.

Fakat projeyi tamamlamak için var olan irade, Tralles’li Anthemius ve Miletus’lu İsidorus adlı iki mimarın ölümünden sonra bile kolayca vazgeçmeyecek kadar inatçıydı.

Kubbenin yeniden inşası 562’de tamamlandı.

Binanın, iki çağdaş hikayesi olan Procopius’un Yapılar adlı eserindeki uzun betimleme ve Paulus’un Silentiarus’un büyük kilisenin 562’de yeniden kutsanmasından sonra yazılan bir şiiri günümüze ulaşmıştır.

 

Roma gibi, Constantinopolis’in de imparatorluk üzerinde, surların ötesine giden bir etkisi vardı.

Kent, yerleşimciler için güçlü bir çekim merkezi olarak hareket ediyordu.

Zengin senatörler, kentin kuruluşunda Constantinus’a eşlik ettiler ve başta I. Theodosius’un ardından gelen İspanyol çevre olmak üzere, yönetici sınıf mensuplarının daimi göçü söz konusuydu.

İş bulma ümidinin ve garantili besin tedarikinin cezbettiği başkentin fakir halkı, farklı nedenlerden dolayı çok büyük sayılarla geliyorlardı.

Constantinus başlangıçta, İskenderiye’den getirilen tahılla kentin 80.000 sakinini beslemek için, devlet annonasına tedarik sağlıyordu.

İustinianus zamanına gelindiğinde, bedava besin tedariki alanların sayısı 600.000’i bulmuş olmalıdır.

Roma’daki gibi, levazım dağıtımının nihai sorumluluğu kent praefectusunun üzerindeydi.

Bu uygulamanın kökeni, Cumhuriyet döneminin sonlarında Roma’daki vatandaşlara bedava tahıl dağıtımındaysa da evrensel Roma vatandaşlığının yaratılması, organizasyonun yasal temelini dönüştürmüştü.

Geç İmparatorluğun devlet annoması, büyük kentlerin proletaryasını desteklemek için tasarlanan bir hizmet haline gelmişti.

Annona sistemi sadece Roma ve Constantinopolis’te mevcut değildi.

İskenderiye’de, Antakya’da ve hatta Mısır eyaletlerinin bir kasabası olan Oxyrhnchus’ta bile vardı.

Constantinopolis’e ulaşan tedarik zincirinin kolları, Karadeniz’e, ana tahıl kaynağı Mısır’a ve başlıca zeytinyağı kaynaklarından birisi olan Küçük Asya’ya kadar uzanıyordu.

Procopius, Çanakkale boğazının girişindeki Tenedos adasının, büyük gemilerin kargolarını daha küçük gemilere boşalttıkları ana antrepo olduğunu ifade etmektedir.

Küçük gemiler, boğazlara ve Marmara denizine doğru daha kolay yol alabiliyordu.

Zamandan yapılan tasarruf, bu gemilerin bir sezonda İskenderiye’de iki veya üç sefer yapmalarını mümkün kılıyordu.

Başkentin talepleri annoma sağlayan bölgelerin iktisadi yapıları üzerinde, dönüştürücü bir etkiye sahipti.

Üretim büyük ölçekli iyi organize olmuş üreticilerin ellerinde toplanıyordu.

Temel gıda maddesi ticareti, bilhassa amfora üretimi ve gemi inşaatı gibi zorunlu ikincil endüstriler yaratıyordu.

Ticari nakliye, Doğu Akdeniz’in başlıca endüstrilerinden biriydi.

Geç Antikçağ’da Mısır’ın devam eden refahı ve orada geniş malikanelerin artması, Nil vadisi hasadının Constantinopolis’te daimi bir Pazar açılımı bulması gerçeğinden kaynaklanıyordu.

İskenderiye, Roma dönemi

İskenderiye

Roma ve Constantinopolis’ten sonra İskenderiye, Antakya ve Kartaca; Antikçağda iki başkentten sonra Akdeniz havzasının en büyük kentleriydi.

Eskiçağ kentlerinin nüfus rakamları üzerinde ihtiyatlı bir inceleme: İskenderiye’nin 200.000 ile 400.000, Antakya’nın ise 150.000-300.000 arasında bir nüfusa sahip olabilecekleri düşünülür.

İskenderiye ve Kartaca’nın iki başkente tahıl sevkiyatının yapıldığı limanlar olması tesadüfi değildir.

Bu olgu, sayısız denizci, tüccar, hamal, nakliye işletmecisi, gemi sahibi, bürokrat ve iş adamı için garantisi anlamındaydı.

Onun için her iki kent devasa ticaret ve hizmet merkezleriydi.

Ayrıca bu kentlerden her yıl büyük miktarlarda tahıl geçmesi, her iki kentin ağır kıtlıkla karşılaşmayacağı ve diğer liman kentlerinden çok daha büyük olan kendi kent nüfuslarını besleyebilecekleri anlamına geliyordu.

Ammianus, 370 yılında bir kıtlık anında, Roma’ya gönderilecek tahılın bir kısmını Kartaca halkına satan Afrika Valisi Hymetius örneğini aktarmaktadır.

Geç Roma dönem İskenderiye’si: fevkalade düzensizdir.

Erken Kilise Babalarının bıraktığı zengin yazılı kaynaklar sayesinde, dinsel politikalar hakkında, papirüs belgeler sayesinde ise idari uygulamalar üzerine çok iyi bilgi sahibi olunmasına rağmen, İskenderiye’nin ilk kiliselerinden günümüze hiçbir şey kalmamıştır.

Doğrudan bu kentten gelen hiçbir papirüs belge olmadığı gibi çok az yazıt vardır.

Kent, VII yüzyıldan önce hiç savaş alanı veya askeri bir faaliyetin merkezi olmadı, ya da büyük bir kuşatmaya maruz kalmadı.

Bundan dolayı, o dönemin tarihçilerinin eserlerinde, sadece ara sıra ortaya çıkmaktadır.

İskenderiye’nin sosyal ve ekonomik tarihinin çoğu kara bir delikte kayboldu.

Kıyıya yakın Pharos adası tarafından korunan iki liman, kentin Nil deltasının batı ucundaki yerleşim yeri, Yunan-Roma dünyasının en bereketli ve üretken zirai bölgesi olan Nil vadisiyle, Akdeniz suyolu arasında  doğal bir değişim noktası yaptığı için seçildi.

Büyük bir kanal, İskenderiye’yi ve limanlarını, Nil’in batı ucuyla birleştiriyordu ve güneydeki Mareotis gölünün sığ suları, İskenderiye’yi çölden ayırıyordu.

Kentin büyük Serapis tapınağıyla birleşen yarım km uzunluğundaki hipodromu, Nil kanalının kavisiyle çevriliydi.

Kent, doğudan batıya 5 km uzunluğunda ve 2 km genişliğindeydi ve 15 km lik bir savunma sur sistemiyle çevriliydi.

Doğudan batıya uzanan ana cadde boyunca kazılar, kent planının merkezi adalarından birisini tespit etmiştir.

MS I ve II yüzyıla ait geniş evler, III yüzyılda büyük oranda zarar görmüş ve erken IV yüzyılda terk edilmiştir.

Bunların yerini ayni yüzyılın ortalarına doğru kamu yapıları almıştır.

Bu yapılar arasında küçük bir tiyatro, ders salonu olarak belirlenen iki dinlenme salonu ve bir halk hamamı binası vardı.

VII yüzyıla kadar muhafaza edilen bu yapılar, İskenderiye’nin meşhur olduğu kültürel ve eğitim faaliyetlerinin bir kısmının ortamı olmalıydı.

Antikçağ boyunca İskenderiye’nin okulları ve yeri hiçbir zaman tespit edilemeyen ünlü kütüphanesi, yeniyetme filozofları, halk hatipleri, ilahiyatçıları ve doktorlar için bir mıknatıstı.

Kent, hem pagan hem de Hıristiyan gelenekte kültürel bir dinamoydu.

İskenderiye, I Theodosius döneminde augustalis makamı tesis edilinceye kadar, Mısır praefectusunun ikamet yeriydi.

Bilindiği kadarıyla kenti ziyaret eden tek Geç Antikçağ İmparatoru, Yukarı Mısır’da ve Etiyopya’da Roma idaresini yeniden tesis etmek ve Domitius Domitianus’un yol açtığı iç isyanı bastırmak için sefer düzenleyen Diocletianus idi.

Eskiçağ dünyasının bilinen diğer kalabalık merkezlerine nazaran bu bir güç boşluğu anlamına geliyordu.

Aşağı Mısır’da bulunan Roma garnizonlarının askeri müdahaleleriyle bastırılmak zorunda olan kent içi huzursuzluklar, isyan ve diğer büyük rahatsızlıklar, İskenderiye tarihinin depreşen bir niteliğiydi.

Kilise liderleri, teolojik ve diğer davalarına destek sağlamak için toplumsal ağları harekete geçirebiliyorlardı ve IV ve V yüzyıllarda büyük dinsel çatışmalar vardı.

Ptolemaios hanedanı tarafından inşa ettirilen ve Severuslar döneminde Romalılar tarafından genişletilen Yunan-Mısır tanrısı Serapis’in devasa tapınağı, güneybatı köşesinde kentin inşa edildiği alçak tepelerin birisini işgal ediyordu.

Kuzeye heptastadion diye bilinen yere doğru çıkan yol boyunca, 1 km uzunluğunda dolgu yol, batı limanını doğudan ayırıyordu.

Tapınak alanında tek bir uzun sütun üzerinde, Roma gücünün bir odak noktası olarak görülen Diocletianus’un bir heykeli yükseliyordu.

 

Ammianus Marcellinus, Serapis tapınağını şöyle betimlemiştir.

“Görkemi öyleydi ki sadece kelimelerle anlatmak haksızlık olurdu, fakat büyük sütunlu salonları ve sahici gibi duran heykellerin çokluğu ve diğer sanat eserleri, bu tapınağı, çok eskiden beri Roma’nın ölümsüzlüğünün sembolü olan Capitolium’dan sonra bütün dünyadaki en muhteşem yapısı haline getiriyordu.”

 

Serapis Tapınağının tahrip edilmesi, Eskiçağ paganizminin çökertilmesine ilişkin Hıristiyan anlatıda iz bırakan anlardan birisidir.

İskenderiye Piskoposu Theophilus, 391-92 yılında kentteki bir Dionysos tapınağını kiliseye dönüştürme izni için, İmparator Theodosius’a başarılı bir müracaatta bulundu.

Hıristiyan bir güruh, tapınağın en kutsal alanına saldırdı ve orada buldukları falluslar ve diğer pagan sembolleri eğlence konusu yaptılar.

Paganlar, Hıristiyanların bazılarını öldürerek, yaralanan bazılarını da davarla çevrili Serapis tapınağına kapatarak çok sert tepki verdiler.

Bunu bir kuşatma takip etti.

Dışarıdaki Hıristiyanlar, Roma askerlerinin kumandanı olan dux Aegyti’den ve prafectus Euagrius’dan destek aldılar.

Kuşatma altındaki paganlar, pagan dini simgelerinin tahrip edilmesinin gökyüzünde ikamet eden kadim tanrıların gücüne zarar vermediğini izleyicilerine anlatan Filozof Olympius tarafından cesaretlendiriliyorlardı.

Hıristiyan kayıplarının raporları, İmparator Theodosius’a ulaştırıldığı zaman, İmparator onları şehit ilan etti ve paganları suçlayan fermanının giriş sözleri, Hıristiyan kalabalık tarafından coşkulu tezahüratlarla selamlandı.

Kalabalık, kapıdaki korumalara saldırmak için harekete geçti ve tapınağı zorla ele geçirdi.

I Theodosius’un son yıllardaki dinsel hoşgörüsüzlüğünün zirvesini temsil eden Serapis tapınağının yıkılması, pek çok pagan entellektüelini İskenderiye’den kaçmaya zorladı.

Bir kuşak sonra, İskenderiye Piskoposluğunda Theophilus’un halefi olan yeğeni Cyrillus’un kışkırtmasıyla, aynı vahşi sahneler yankılandı.

Cyrillus, taraftarlarını önce 414’de Yahudilere karşı ve ondan sonra kentteki pagan entellektüellerine karşı harekete geçirdi.

Yahudiler, Şabat günü tiyatro gösterilerine katılarak düşmanlıkları kışkırtmışlardı.

Yahudiler, Cyrillus’un karışıklık çıkarma heveslisi bir destekçisi tarafından şiddete zorlandılar.

Mısır praefectusu Orestes, provokatörü tutuklattı.

Olayın akışı sırasında iddiaya göre, Yahudiler bir kiliseyi yakmak için kumpas kurdular ve Cyrillus karşı hamle olarak, vali Orestes’in gözünü korkutmak ve Yahudi Sinegoglarına Hıristiyan saldırılarını organize etmek için bu fırsatı kullandı.

Çok sayıda Yahudi öldürüldü.

Yahudilerden en azından bir kısmının Cyrillus ile Orestes arasındaki güç mücadelesinin istemsiz kurbanları olduğu anlaşılmaktadır.

Ertesi yıl, 500 kişilik bir keşiş gurubu, prafefectusun at arabasının yolunu kesti ve onu taşa tuttu.

Diğer İskenderiyeliler praefectusu kurtarmak için yardıma koşup olayın faallerinden birisini ele geçirerek sorgu sırasında ölümüne işkence ettiler.

Ertesi yıl Hıristiyan vahşeti en meşhur kurbanlarından birisi olan Filozof Hypatia’yı aldı.

Hypatia, Serapis tapınağı yıkıldığı zaman İskenderiye’yi  terk eden Platoncu Theon’un kızıydı.

Hypatia, vali Orestes’in güvenilir sırdaşlarından birisi olmuştu ve bundan dolayı valinin kendisi de pagan olmakla suçlanıyordu.

Bir kilisede okuyucu olan Petrus adlı birisinin liderlik ettiği Hırıstiyan çete, Hypatia’yı zorla arabadan indirerek, eski imparatorluk tapınağının üzerine inşa edilmiş kentin ana kilisesine sürükledi.

Hypatia’yı orada kırık kiremit yağmuruna tutarak öldürdüler.

Hypatia’nın cesedi parçalandı ve yakıldı.

Kilise tarihçisi Socrate, bu vahşeti eserinde proteste etmekteyse de Cyrillus büyük oranda suçsuz bulundu ve kurtuldu.

İskenderiye’deki bu hadiselerin tarihsel anlatıları, olayların nedenleri hakkındaki pek çok soruyu açık bırakmaktadır.

Fakat olayların sosyal bağlamına ilişkin açık bir anlam sunmakta ve mahalli politikaların acımasızlaşmasını göstermektedir.

Kent piskoposları, proletarya arasındaki eğitimsiz destekçilerinin yardımına başvurabiliyorlar ve bunlar fanatik bir davada aşırı şiddet kullanmakta tereddüt etmiyorlardı.

Eğitimli bir azınlık olan İskenderiye kent konseyinin üyelerinin 416 yılında piskoposun destekçi çetesi parabalaninun vahşetine karşı imparatora müracaat etmeleri anlamlıdır.

II Theodosius sadece, gelecekte parabalaninun sayısının beş veya altı yüz kişiyle sınırlandırılmasını emrederek karşılık verdi.

Kars Sarıkamış

Kars Sarıkamış

 

Sarıkamış, Kars il merkezine, 45 km uzaklıktadır. Sarıkamış, Sarıkamış, Erzurum arası uzaklık: 156 km. dir. Sarıkamış, Artvin-Yusufeli arasındaki uzaklık: 176 km. dir. Selim arası uzaklık: 25 km. Sarıkamış, Horasan arası uzaklık: 87 km. Sarıkamış, Ani harabeleri arasındaki uzaklık: 95 km. dir. Sarıkamış, Doğubayazıt arası uzaklık 220 km. dir.

TARİHİ

1877-1878 tarihleri arasında, bölge Rus işgaline uğrar ve yapılan anlaşmalar sonucunda Kars, Batum ve Ardahan harp tazminatı olarak Ruslara bırakılır. Bu durum 40 yıl sürer.  1 Kasım 1914 tarihinde, Rus orduları, Sarıkamış’tan Pasinler’e doğru taarruza geçer, 6 gün süren Köprüköy muharebelerinde darbe yiyen Rus ordusu Sarıkamış’a kadar kaçar, geri çekilir.

Sarıkamış’ta yeni taarruz hazırlıklarına girişmek için Çar Nikola tarafından karargah kurulur. Bu sırada, Sarıkamış, Selim ve Kars arasında toplanan Rus ordularını imha etmek için, Enver Paşa tarafından meşhur Sarıkamış Harekatı başlatılır. Ancak ağır kış şartları nedeniyle, bu harekat felaketle sonuçlanır ve bu sonuç, tarihe korkunç bir facia ve acı bir hatıra olarak geçer.

Gelelim Sarıkamış isminin kökenine:

Bu konuda çeşitli rivayetler vardır. Çerkez Beylerinden biri, bu topraklara gelirken bir sarığa sarılmış biraz yiyecek getirir ve sarığa sarılmış yiyecek nedeniyle yöreye “Sarığalmış” ismi verilmiştir. Daha sonra Sarıçam ormanları nedeniyle buraya “Sarıkamış” denilmiştir. Başka bir rivayete göre ise, Hazar denizi ve Aral gölü arasındaki Sarıkamış çukuru bölgesinden gelerek buraya yerleşen bir Türk boyu, buraya Sarıkamış ismini vermiştir.

 

SARIKAMIŞ ŞEHİTLERİ

Sarıkamış denilince tüm yurtta, Sarıkamış şehitleri akla gelir. Bu yüzden, Sarıkamış şehitlerinden biraz söz etmek istiyorum, buraları gezerken, Sarıkamış şehitlerini anmak gerekir. 1914 yılında, Sarıkamış’ta 78 bin şehit verilmiş ve bunlardan maalesef 60 bini donarak ölmüştür.

1914 yılında, 15-22 Aralık tarihleri arasında, Sarıkamış yakınlarındaki Allahüekber dağlarında, Kars ilini Ruslardan geri almak için harekata gönderilen 60 bin asker donarak ölmüştür.

Çünkü Enver Paşa tarafından, Rusları hiç beklemedikleri bir yerden, Allahüekber dağlarını aşarak vurmayı ve Kars’ı almayı amaçlamıştır. Allahüekber dağları, Kars-Erzurum illeri arasındaki sınırı oluşturur, uzunluğu 40 km ve genişliği 25 km dir.

Allahüekber dağlarının yer yer 2000-3000 metre yükseklikteki geçitlerinde, ısı sıfırın altında 30 derecelerde, Türk askerlerinin büyük bölümü, çölden gelmiş ve üzerlerinde yazlık giysiler vardır.

Sarıkamış’ın dondurucu soğuğunda yanlış ve hatalı planlamalar yüzenden donarak ölmüşlerdir. Allahüekber dağları, 37 bin şehit verilerek aşılır ve Sarıkamış kuşatılır. Ancak kuşatma harekatı, aşırı soğuk ve açlık yüzünden hedef ele geçirilemeden 5 Ocak 1915 tarihinde biter. Osmanlı ordusu, dağlarda 78 bin şehit verirken, Rus ordusu ise 32 bin asker kaybetmiştir.

Kars Sarıkamış

ŞEHİTLİKLER

Kars-Erzurum karayolu üzerinde Allahüekber Dağı şehitliği var. Sarıkamış merkeze 6 km uzaklıktadır.

Şehitlik, Allahüekber dağları Milli Parkı içindedir. Heykeller, donarak ölen askerlerin durumunu temsil eder. Heykeller, şehitlik yapılırken Çanakkale yöresinden getirilmiş ve buraya yerleştirilmiştir.

Şehitlikte kaç kişinin gömülü olduğu bilinmez. Anıtta, bazı askerlerin isimleri, yaşları ve doğum yerlerinin yazılı olduğu panolar var. Çevrede bunlar gibi 20 şehitlik var. Bu şehitlikler, bu toprakların nasıl elde edildiğini ve bu topraklar için ölen askerlerin ruhlarına bir fatiha okunacak yerlerdir.

Evet, hemen karşı köyde Hamamlı köyü şehitliği var. Sarıkamış ilçe merkezinde, Yukarı Sarıkamış mahallesinde Batı Kışla ve Sarıkamış İnönü mahallesinde Meçhul asker ve İstasyon mahallesinde Millet Bahçesi şehitlikleri bulunuyor.

Kars Sarıkamış

SARIKAMIŞ ŞEHİTLERİ ANMA YÜRÜYÜŞÜ

Osmanlı ordusunun Rus işgali altındaki toprakları kurtarmak için başlattığı ve 90 bin askerimizin şehit düştüğü, Sarıkamış Harekatının anma etkinlikleri, her yıl Ocak ayının ilk haftası içinde üç gün süreli yapılır.

2020 Ocak ayında yapılan yürüyüşe 20 bin kişi civarında katılış oldu. Ülkemizin birçok yerinden gelen, binlerce kişi, Sarıkamış ilçesine bağlı Kızılçubuk köyünde buluşuyorlar.

Kamyonlarla erzak ve Türk Bayrağı dağıtılan binlerce katılımcı, saat 10 civarında 105 yıl önce olduğu gibi, yürüyüşe başlar, katılımcılar dev bayrak ve Atatürk posterleri taşıyarak sloganlar eşliğinde, eksi 9 derecelik sıcaklıkta, zorlu yürüyüşe katılır, 6.5 kilometrelik yürüyüşte “Şehit Kurmay Albay Faruk Sungur Yolu” izlenerek, Yukarı Sarıkamış Mahallesindeki tören alanında yürüyüş bitirilir.

Evet, bu duygu yüklü yürüyüşe, imkanlarınız varsa mutlaka katılın, o insanlar bizlerin bu günleri mutlu, özgür ve hür olarak yaşamamız için canlarını verdiler, biz onlar için sadece bir günümüzü verip, o yürüyüşe katılalım, onların yaşadıklarını görelim.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı genel.5-1.jpg
Kars Sarıkamış

GENEL

İlçe Kafkaslar ve İran’dan Anadolu’ya geçiş yolları üzerinde bulunduğundan, tarih boyunca stratejik önemini korumuştur. Bu yüzden, yörede tarihsel ve arkeolojik mevkiler, oldukça çoktur. Bölgenin yer yüzü şekilleri genellikle dağlık ve engebelidir. Dağlık kısımlar ormanlarla kaplıdır. Bölgenin doğal bitki örtüsü ortaklardır.

Ancak bölgenin batısında Allahüekber ve Soğanlı dağlarının yükseklerinde çam ormanları bulunur. Rakımı 2225 metredir. Bu yükseklikte bulunan ilçe, yurdumuzun en yüksek ilçesi ve yayla niteliğindedir.

Ancak bu yüksekliğine rağmen, doğa her zaman yeşildir. Uzun süren kış döneminden sonra canlanan doğa, muhteşem görüntüler oluşturur. Karasal iklim hakimdir ve buna bağlı olarak yazlar genellikle kurak, kışları sert ve soğuktur. İlkbahar ve sonbaharda ise bol yağış olur.

NE YENİR

Buralara yolunuz düşer ve yöresel lezzetleri tatmak isterseniz, öncelikle “Helise” önerebilirim. Yanında etli bulgur pilavı olabilir. Veya “kavurma” ve ardından tatlı olarak “Umaç helvası” düşünebilirsiniz.

NE SATIN ALINIR

Sarıkamış yöresinde “obsidiyen” taşından yapılan el sanatı ürünleri çok tutulur.

GEZİLECEK YERLER

Kars Sarıkamış

SARIKAMIŞ KAYAK MERKEZİ

Yine bu sitede, ayrıntılı bir Sarıkamış Kayak Merkezi yazısını bulabilirsiniz.

Kars Sarıkamış

KAZIM KARABEKİR CAMİSİ-YANIK KİLİSE

İlçe merkezinde, Hükümet konağı yanında İnönü mahallesindedir.

Kars Sarıkamış

Cami, Rus Çarı II. Nikola tarafından 1907 yılında yapılmış bir kilisenin camiye dönüştürülmesiyle oluşturulmuştur. Yapının girişi tuğla çerçeveli, yuvarlak kemerlidir. Girişin üstü, küçük bir çatı ile örtülüdür.

Girişin iki yanında, dikdörtgen tuğla çerçeveli birer pencere vardır. Giriş kapısının üzerinde çıkıntılı bir bölüme, yuvarlak kemerli üçüz pencere yerleştirilmiştir. İlk yapımındaki çan kuleleri günümüze ulaşmamıştır. Kesme taştan yapılan mekanda tek şerefeli bir minare bulunmaktadır.

Yapıda iki renkli taş işçiliği dikkat çeker. Yapı, Ruslar çekildikten sonra cami olmadan önce, bir süre “Şark Cephesi İbret Yeri” adı altında tiyatro, daha sonra da “Sinema” olarak kullanılmıştır.

Sonra camiye dönüştürülmüş, ancak 1970 yılında yangın geçirmiş ve 2008 yılında restore edilerek tekrar ibadete açılmıştır. Günümüzde, sadece eski yapıdan ana duvarlar sağlam olarak gelmiştir.

Kars Sarıkamış

KIZ KALESİ

Erzurum kara yolundan ilçeye girerken, 10 km uzaklıktadır. Yolun sol tarafında, orman içinde ve Keklik Deresinin akarak Aras nehrine ulaştığı Keklik Vadisinde müstahkem bir yerdedir.

Alt tarafından akan Keklik Deresi, ileride Aras nehrine dökülür. Derenin aktığı vadi, bir yol gibi Aras vadisine çıkar. Kalenin ne zaman yapıldığı bilinmez. Ancak çok eski tarihlerden ve muhtemelen Urartulardan beri bulunduğu tahmin edilmektedir. Zaten bu kaleye, pek yakın ören yerleri izleri vardır.

Halk bu ören yerlere “peğlik” der. Keklik Deresinin Aras nehrine ulaştığı Keklik Vadisinde, ayrıca yine halkın “Kız Kalesi” dediği, üçüncü bir kale daha vardır. Küçük bir vadideki bu kalelerin varlığı, bu bölgenin ne kadar kontrole gerek görüldüğünü işaret eder. Kalelerin inşa tarzı, Zivin Kalesininki ne benzer.

Bu kaleler, yöredeki diğer kaleler gibi normal garnizon olmayıp, dağlarda meydana gelen olaylar ve savaşlar olduğu zaman kullanılmış olmalıdır. Kale, Türk döneminde iskana tabi tutulmamıştır. Çünkü, hiçbir kayıtta sözü geçmez. Ancak göçebe Türkmenler arasında meydana gelen kavgalarda bir savunma yeri olarak kullanıldıkları tahmin edilmektedir.

Hatta özellikle sınır bölgesi olan bu coğrafyanın su veya bu taraf elindeki en uç, en son kaledir. Halk arasında, Hıristiyanlık döneminde, rahibelerin hapsedildiği bir kale olduğuna inanılır. Son yıllarda kale, define arayıcıları tarafından yoğun şekilde tahrip edilmiştir.

ZİVİN KALESİ-SÜRGÜTAŞ-ZİVİN YAZITI

İlçe merkezine 32 km uzaklıktaki Karaurgan yakınlarında Süngütaş olarak da bilinen köyde sarp bir tepe üzerinde Zivin kalesi konumlanmıştır. Köyün bulunduğu yerde, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında çok önemli ve kanlı bir çatışma olan Zivin çatışması yapılmış, Rus ordusunun ilerleyişi, Türkler tarafından burada durdurulmuştur.

Kars Sarıkamış

Kale

Kale: Kars’ı Erzurum’a bağlayan bu yolu kontrol etmesi açısından stratejik konumdadır. Kuzey-güney doğrultusunda yapılan kale, ana kayanın yapısına uydurulmuştur. Kalenin iç bölümünde ana kayaya oyularak yapılan iki sarnıç bulunur.

Kalenin iç kısmında bulunan sarnıçlar, dikdörtgen planlı olmasına karşın, kalenin dışında ve doğusunda bulunan sarnıçlar yuvarlak planlıdır. Ayrıca yuvarlak planlı sarnıcın yanında ana kayaya oyularak yapılmış bir sunak çukuru vardır.

Bütün bunların yanında, kalenin batısında kaya basamaklı su tüneli görülür. Ancak su tüneli,  taş ve toprakla dolduğu için sadece girişi görülmektedir. Kalenin özellikle Saltuklular döneminde yeniden yapılmış olduğu anlaşılır. Kale günümüze harabe olarak ulaşmış, sadece dış surları görülebilir.

Zivin Yazıtı

Ancak kalenin ilk yapılış tarihi, Urartulara kadar gitmektedir. Bu kalede bulunan Urartu kralı Minua’nın kuzey seferinden bahseden “Zivin Urartu Yazısı” bunun kanıtıdır. Çünkü bu yazıt, Kafkasları Doğu Anadolu’ya bağlayan ana yol güzergahlarından birinde olan, Karaurgan bucağına bağlı Zivin kalesinde bulunmuştur.

Bu nedenle: Zivin kalesi, en önemli Urartu kalelerinden birisidir. Zivin Yazıtında tahribat nedeniyle bütünü okunamaz, okunabilen bölümlerinin Türkçe çevirisi “…. Minua der ki “Şaşilu Şehrini ele geçirdim. Bu steli, bana efendi olan tanrı Haldi’ye diktirdim.

Tanrı Haldi’nin büyüklüğüyle, İşpuini oğlu Minua, güçlü kral, büyük kral, Tuşpa Şehrinin kahramanıdır. Minua der ki, Her kim bu yazıtı tahrip ederse, her kim suç işlerse veya her kim saklarsa, tanrı Haldi, tanrı Teişeba, Tanrı Şivini ve bütün tanrılar, onu güneş ışığından yoksun etsinler.

Yazıt: I. Dünya savaşı yıllarında bölge Rus işgali altındayken: bölgede bulunan bir yapı da taş olarak kullanılmış, ama bu durumu tespit eden Gürcüler tarafından yerinden sökülerek Gürcistan Tiflis Devlet Müzesine kaçırılmış ve halen orada sergilenmektedir.

Kars Sarıkamış

İNKAYA-MİCİNGİRT KALESİ

İlçenin güneybatısında, Karaurgan Bucağına bağlı eski Osmanlı Rus hududunda bulunan ve 1960 yılında özellikle kale ve eteğindeki kaya mağaralarının çokluğu nedeniyle ismi “İnkaya” olarak değiştirilen köyün doğusunda, yekpare bir kaya kütlesi üzerindedir.

Köy, ilçe merkezine 45 km uzaklıktadır. Micirgirt köyü, bir dere yatağının iki yakasına tarihi kalenin altına kurulmuştur. Bugünkü köy, kalenin batısındadır. Ana kaya üzerine, stratejik açıdan çok güzel yerleştirilmiştir. Ana kaya, kalenin kurulduğu zaman da dikdörtgen bir yüzeye sahip iken, bugün doğanın etkisiyle sekiz rakamına benzer.

Kale ilk olarak ne zaman ve kimler tarafından inşa edilmiştir bilinmez. Ancak üzerindeki bazı kitabelerden, kalenin Saltuklular döneminde 1262 yılında onarım gördüğü anlaşılır. Kalede özellikle: 7 ile 8’nci yüzyıl taş süslemeleri özellikleri görülür. Doğu yönden tek girişi vardır.

Burasının kemerli ve merdivenli olmamasından arabaların kale içine girebildiği anlaşılmaktadır. Kayalık bir tepe üzerindeki kalenin bulunduğu alanın çevresinde Urartu kaya mezarları ve Urartu sarnıcının bulunuşu, bu bölgeye daha önce Urartular tarafından yerleşildiğini gösterir.

Sonraki dönemlerde ise, Kaleyi Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Saltuklular ve Osmanlılar kullanmıştır. Taşlar üzerinde, bunu belirten bazı İslam ve Hıristiyanlık dönemine ait yazılar bulunur.

Duvarları kesme ve moloz taştan yapılmıştır. Dikdörtgen planlıdır. Kaleden günümüze sadece sur duvarlarının bazı bölümleri ulaşmıştır.

Bu sur kalıntıları, sadece kuzey ve güney kısa kenarlarda kalabilmiştir. Kuzey tarafındaki kalıntının alt tarafında, Urartu yapı tekniği görülebilir.

Yani, buna göre yapıyı Urartular yapmıştır veya en azından surlar Urartu döneminden kalmadır. Kalenin güneydoğu tarafından, dönerek inen bir merdiven vardır.

Günümüzde Micingirt köyündeki evlerin bahçelerinde ve bahçe duvarlarında kullanılan bazı mimari parçalara rastlanır.

Örneğin: bu taşlardan dikdörtgen şekilli biri üstünde, dört insan ve bir köpek olması muhtemel hayvan figürü vardır. Köyde, bir de tarihi mezar vardır. Üstü kapatılan mezar, 1902 tarihlidir. Köylüler mezarın İsmail isimli bir evliyaya ait olduğunu söylerler. Ayrıca, köyde kale eteğinde kaya kiliseleri görülür.

Türbe

Micingirt  kalesinin kuzeydoğusunda, 12-13’ncü yüzyıllara tarihlenen çokgen gövdeli bir türbe vardır. Türbe: köyün ve kalenin kuzeydoğusunda, vadiye yakın bir yerdedir.

Türbe üzerinde kitabe yoktur. Bu yüzden ne zaman ve kim tarafından yapıldığı bilinmez. Ancak mimari üslup değerlendirildiğinde 12’nci yüzyılda Saltuklular döneminde yapıldığı tahmin edilmektedir. Türbe: daire planlı bir kaide üzerindedir.

Dıştan onikigen, içeriden daire planlı gövdesi vardır. Üst örtüsü yıkıktır. Kuzeye bakan cephedeki giriş kapısının, batısındaki ilk pencere sivri kemer içinde mukarnas kavsaralıdır.

Kemer boşluğunda sekiz yapraklı bir çiçek motifi görülür. Yapıda: açık ve kahve renk olmak üzere iki renkli kesme taş kullanılmıştır. Yapının beden duvarlarındaki taşlar, yağmur ve kar sularından olumsuz etkilenmiş, taş yüzeylerinde aşınmalar olmuştur.

Kars Sarıkamış

TAŞLIGÜNEY KALESİ VE KAYA ODALARI

İlçe merkezinin 48 km güneybatısında ve Taşlıgüney köyünün 4 km kuzeybatısındadır. Merkez bir kale olarak birçok kaya odasından oluşur. Kale, kabaca işlenmiş taşlardan harç ile yapılmıştır. Büyük oranda tahrip olan kaya odalarının bir kısmı kaya kilisesi, bir kısmı ise barınma amacıyla kullanılmıştır.

Günümüzde, inşa edildiği kaya türünün de etkisiyle büyük oranda tahrip olan kaya odalarının bir kısmına ulaşım bile mümkün değildir. Kale ve diğer yapılar, tipik bir Ortaçağ yerleşkesi özelliği gösterir.

 

 

YOĞUNHASAN KALESİ-KAYA MEZARI VE GÖLETİ

İlçenin 22 km güneyinde, Karapınar köyünün yaklaşık 3 km güneybatısındadır.

Kale, Aras güneyi dağlarının kuzey uzantıları üzerinde, yaklaşık 1800 m rakımda yer alır. 

Yerleşime ait kalıntılar, doğu-batı doğrultusunda uzanan kayalığın üzerinde 27 x 36 m ölçülerinde bir alanda bulunur. Kayalığın üç tarafı sarp ve dik uçurumla sınırlanır. 

Yoğunhasan kalesinin Aras Nehri vadisinden geçen anayolla ilişkisi yoktur. Kalenin bulunduğu yer Aras Nehrinden ve vadiden geçen yolun yaklaşık 2 km güneyinde kalmaktadır. Kaleden bakıldığında yolun sadece en fazla 100 m lik küçük bir bölümü kuzey yönünde yer alan iki yükselti arasından görülebilmektedir. 

Urartu kralı Manua (MÖ 810-786) Diauehi ülkesine yaptığı seferde, kalenin önemli bir askeri üs olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Kalenin Menua sonrası dönemde, Kral I Argişti (MÖ 786-764) döneminde de kullanıldığı düşünülür. 

 

Kale:

Kaleye ulaşım, batı yönünden kayalığın üst kısmına uzanan doğal bir sırtla sağlanır. Bu yönde görülen sur duvarları arasındaki açıklık, giriş kapısı olarak değerlendirilir. Kayalık üzerinde sur temel yatakları, harçsız duvarlar ve çok odalı kaya mezarı bulunur. 

 

Sur duvarları:

Kayalık üzerinde kaleyi çevrelediği anlaşılan harçsız şekilde yapılmış duvarlarda günümüze sadece batı ve güneybatı kısımdakiler kalmıştır. Bu duvarlar, en az 3 m kalınlığında olup andezit taşı kullanılarak yapılmıştır. 

Kalenin giriş olarak tanımlanan alan bu kısımdadır. 

Kayalığın kuzey kısmı, yaklaşık 60 m yüksekliğinde uçurumla sonlanır. Bu yönde kaleyi çevreleyen surlara ait olabilecek birkaç sıra halinde taş sıraları görülebilir. 

 

Kaya mezarı:

Kayalığın sarp ve dik bölümünü oluşturan doğu kısmındadır. Yerden 55-60 m kadar yüksektedir. 

Doğu-batı doğrultusunda açılan mezara ulaşımın kayalığın güneydoğu üst kısmına açılmış, düzenli olmayan basamaklarla sağlandığı anlaşılır. 

Mezar bir ana oda ve bu odanın kuzey ve güney duvarlarındaki kapılarla geçilen iki yan odadan oluşur. Kaya mezarının giriş kısmında 2.70 x 2.50 m ölçülerinde, 80 cm derinliğinde, üzeri açık platform vardır. Muhtemelen platformun üzeri kapalıydı. Çünkü dışarıya doğru herhangi bir drenaj kanalı bulunmayan bu alanı su basması durumunda, platformda biriken su mezarın içine dolar. Dikkatlice bakıldığında platformun yan duvarları üzerinde kayaya oyulmuş bazı izler görülebilir. 

Bu durum platformun üst kısmının örülmesi için bir sistemin kullanıldığını belirtir. Bu durum aşağıda bahsedilecek ana kapının üzerinde bulunan pencere benzeri açıklığı da anlamlı hale getirir. Çünkü platformun üstünün kapalı olması durumunda ana kapıdan içeriye gün ışığı girmez. Dolayısıyla ana kapının üzerine açılmış üçgen formlu pencere benzeri bir açıklıkla bu sorun  çözülmüş olmalıdır. 

Ana oda:

Ana odaya, 1.40 x 0.40 x 1.60 m ölçülerinde dikdörtgen bir kapıyla geçilir. Oda kare planlıdır. Tavan yüksekliği 3.20 m dir. Tavanı beşik tonoz şeklindedir. Yan duvarların köşelerinde tek dişli silme, boydan boya uzanır. Odanın tavanında yaklaşık 1 m çapında yuvarlak bir açıklık vardır. Ana odanın doğu duvarında iki, kuzey ve güney duvarlarında birer ve batı duvarında bir olmak üzere 4 niş vardır. Odanın tabanı moloz doludur. 

Kaçak kazı çukurları nedeniyle zeminin yoğun tahribata uğradığı görülür. 

 

Sonuç:

Yoğunhasan kalesi konum, boyut ve barındırdığı arkeolojik bulgular bakımından Yukarı Aras Havzasında bulunan Marife merkeziyle benzerlikler gösterir. 

Kale konum olarak Aras Güneyi Dağlarının ilk yükseltileri üzerinde güneye doğru uzanan otlakların başladığı sınırda bulunur.

Yoğunhasan’ın vadiden geçen ana yolla ilişkisi yoktur. Bu nedenle kalenin yolu denetleme işlevine sahip olduğu söylenemez.

Kalenin çevresinde diğer birçok merkezde olduğu gibi tarım yapılabilecek düzlük arazi bulunmaz. Muhtemelen burası diğer merkezlerde olduğu gibi hayvancılıkla uğraşan kişilere aittir. 

Nitekim Urartu yazılı kaynaklarında geçen haraç listelerinden, bölgeden alınan büyükbaş ve küçükbaş hayvanların önemli miktarda olduğu anlaşılmaktadır. 

 

Gölet

Kalenin yaklaşık 400 metre kadar güneyinde, 1875 metre rakımda kaleye ait bir gölet vardır. Ovale yakın bir plan gösteren göletin, güneyde yükselen Kondul dağından çıkan sular, kar ve yağmur suları ile beslendiği anlaşılır. Ancak Kondul dağı suları göledi beslerken, aynı zamanda dağdan kaynaklanan toprak kaymalarıyla da göledin yapısal şekli bozulur.

Bunun sonucunda ise göledin mimari yapısı bozulmakta ve içi giderek toprakla dolmaktadır. Günümüzde halen işlevini koruyan göledin, batı duvarı büyük ölçüde ayaktadır. Yaklaşık 5 metre genişlikte, göledin duvarı mimarisi ve şekli ile Urartu Kralı Menua dönemine tarihlenir.

Göledin Yoğunhasan kalesinden, Aras nehrine kadar uzanan tarım alanları ve bahçelerin sulanması için yapıldığı tahmin edilmektedir.

Kars Sarıkamış

KATERİNA KÖŞKÜ

İlçenin kuzeybatısında, ilçe merkezinin 1 km uzağında ve orman içindedir. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının ardından, bölgede 40 yıl süreli Rus işgali yaşanmıştır. Ruslar, bu süre boyunca, buradan hiç gitmeyecek gibi çeşitli yapılar yaptırmışlardır.

Kars Sarıkamış

Kitabesi yoktur. Dönemin Rus Çarı II. Nikola’nın eşi Katerina tarafından, 1896 yılında yaptırılmıştır. Ancak, yapılan tarihi incelemelere göre, Rus Çarının Katerina isimli eşinin bulunmadığı tespit edilmiştir. Aslında Çar II. Nikola’nın “hemofili” hastası oğlu Aleksi için burayı bir rehabilitasyon merkezi olarak yaptırdığı da iddia edilmektedir. Çar, II Nikola, 1914 yılında Kars bölgesini ziyaret ettiğinde burada konakladığı söylenir.

Evet: yapının yani ahşap köşkün en büyük özelliği, Sarıçam ağaçlarından, hiç çivi kullanılmadan Baltık mimarisi tarzında yapılmıştır. Baltık mimarisinin en güzel örneklerindendir. Doğu-batı yönünde tasarlanan yapı, o dönemde av köşkü olarak tasarlanmıştır. İki ayrı yapıdan oluşur. Bunlar: av köşkü ve ana köşk.

Kars Sarıkamış

Dikdörtgen planlıdır. 3 bölümden oluşur. İçinde 28 oda vardır. Bodrum arazinin eğimine uygun olarak yapılmıştır. Kuzey cephede bulunan giriş kapısının ana bölümü, kesme taştan yapılmıştır. Binanın kuzey ve güney cephesinde, üçgen yapılı 8 büyük ve 4 küçük pencere bulunur. Isıtma sistemi ilginçtir.

Peç sistemi ile baca duvarlar içinde dolaştırılarak ısıtma sağlanır. Bu sistem, başta Sarıkamış olmak üzere, Kars ve Erzurum’daki Rus işgali sırasında yapılmış binalar ve diğer taş yapıların birçoğunda kullanılmıştır.

Yapı: 1994 yılına kadar Sarıkamış Tugay Komutanlığı denetiminde askeri amaçlı olarak kullanılmış, daha sonra hazineye devredilmişti. Günümüzde oldukça bakımsız ve dökük durumdadır, yani buralara yolunuz düşerse köşkün ulaşımı özellikle kış döneminde oldukça zor, yürümek gerekiyor, ama gittiğinizde çok şey görmeyi hayal etmeyin, bakımsız.

 

Kars Sarıkamış

ACISU MESİRE YERİ

Handere yolunda, su kenarında yemyeşil bir beldedir. Burada bulunan şifalı su bazı kaynaklara göre maden suyu ve bazı kaynaklara göre ise şifalı bir sudur. Burada 4 tane çeşme var. İki çeşmeden acı sodalı su, diğer ikisinden de tatlı su akıyor, bu yüzden buraya “Acısu” ismi verilmiştir.