İstanbul Sultanahmet Meydanı

İstanbul Sultanahmet Meydanı

Evet; Sultanahmet meydanı; Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde, kentin en önemli meydanlarından biri. Burada; önemli yapılar var. Hamamlar, mabetler, dini, kültürel, idari ve sosyal merkezler, hepsi, bu civarda yerleşmiş. Ayrıca; İstanbul’un en önemli abideleri; Ayasofya, Sultanahmet Cami, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, burada.

Tüm bu yapılar yanında; İstanbul’dan Roma şehrine kadar uzanan yolun başlangıç noktası olan ve “Mesa” adı verilen cadde; burada başlıyor. Surlardan; “Altın Kapı’dan (Via Egnetia) geçiyor ve Roma şehrine kadar ulaşıyor. Bu caddenin hemen başlangıcında ise; bir taş var. Kilometre taşı, “Million Taşı” olarak isimlendiriliyor.

Yerebatan Sarayının önündeki bazilikanın önünde. Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti İstanbul; o dönemde, aynı zamanda, dünyanın da merkezi olarak kabul ediliyormuş. Bunu kanıtlamak için de; buraya, bu taşı dikmişler. Bu taş; bulunduğu yeri, “dünyanın sıfır noktası” olarak kabul ediyor.

Bunu anlatınca, Akşehir’de bir yer aklıma geldi. Gidenleriniz varsa bilebilirler. Akşehir’de, Nasrettin Hoca’nın türbesinin bulunduğu yerin, hemen önünde, yerde bir işaret var. Nasrettin Hoca, bu dairenin ortasının, dünyanın merkezi olduğunu söylemiş. Çevresindekiler onun bu sözüne gülünce de: ” Hadi, aksini ispat edin de size inanayım ” demiş. Gerçekten; burada da, bir taş ve taşın bulunduğu bu yerin dünyanın merkezi olduğu iddia edilmiş.

Aksini söylemek kolay ama ispat etmek elbette zor. Neyse; bu küçük ayrıntıdan sonra, bölgede gezimize devam edelim. Taşın üstünde; o dönemde, dünyada bilinen büyük merkezlerin, İstanbul’a uzaklıkları ve yönleri yazılmış. Kent; bu taşın bulunduğu yerden sonra; küçük caddelere ayrılıyor. Çatallar yaparak, surlara varıyor ve surlardan sonra da, dünyanın her yanına ulaşılıyor. “Y” harfine benzetilen bu çatalın altı; Sultanahmet, iki ucu da; Yedikule ve Edirnekapı’yı simgeliyor. İmparatorluk kenti İstanbul; bu çatalın çevresinde toplanmış.

Evet, devam ediyoruz. Bugün; Sultanahmet Meydanı olarak bilinen burada; MÖ.196 yılında, Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından; büyük bir hipodrom yaptırılır. Oturma sıraları ahşap, eni: 117 m. ve boyu ise: 480 m. yi bulur. Dev ölçülerdeki yapı: “U” şeklinde yapılır. Ortadaki saha: kum kaplı.

Bu sahayı ikiye bölen, arabaların çevresinde yarıştığı “Spina” denilen alçak bir duvar var. Bu duvarın üzerinde ise; imparatorluğun çeşitli yörelerinden getirilen ; abideler ve meşhur at sürücülerinin heykelleri var. Çünkü; burada, at yarışları gerçekten büyük önem taşıyor ve araba sürücüleri, her türlü maddi olanaklar yanında, heykelleri yapılarak ödüllendiriliyorlar.

Hidopdomda; doğuya doğru ilerleyen uzun tarafın damında; balkon şeklinde, “Katkisma” denilen, imparatorluk locası var. Bu locanın damında ise; dört bronz at heykeli var. Bu heykeller: 1204 yılında, Latin İstilasında, tahrip olmaktan kurtulsa da, haçlılar tarafından çalınarak, Vatikan’a götürülmüş. Bugün, Vatikan’da, Sen Marco Katedralinin üst kısmında bulunuyor.

Araba yarışları yanında; burada, şehir toplantıları, müzisyen topluluklarının konserleri, akrobatlar, vahşi hayvanlarla yaplan gösteriler, toplantılar gibi etkinlikler düzenlenir. Ancak; elbette, en önemli etkinlik, araba yarışları. Öyle ki; iki ve dört at tarafından çekilen arabalar; meydanda, Romanın kutsal sayısı olan yedi kez tur atarlar.

Yarışçılar: yeşil-mavi-sarı-kırmızı gibi, politik güçleri ifade eden takımlara ayrılırlar. Çünkü: yarışlarda, politik güçler, gerçekten çok etkin. Hatta, karşılıklı güçlerin mücadelesi, tarihi süreç içinde, zaman zaman, korkunç katliamlara bile dönüştü.

Evet, zaman içinde, hipodrom; İmparator Konstantinus (306-337) döneminde yenilendi. Oturma yerleri: taş ve mermere dönüştürüldü. Seyirci kapasitesi: 100 bin kişiye çıkarıldı. Yani, hipodrom; bir seferde; şehir nüfusunun dörtte birini alabilecek hale getirildi.

Dönemin; en ünlü araba ve at yarışları ile, gösterilerinin yapılmasına devam edildi. Meydan o kadar önemli hale geldi ki; büyük saray olarak bilinen, “İmparatorluk Sarayı”, hipodromun hemen yanı başından başlayıp, deniz kenarına kadar iniyordu. Bu saraydan, günümüze, yalnızca, büyük bir salon ve taban mozaikleri panosu gelebilmiş.

Derken, 1204 yılı Latin istilası, haçlılar tarafından, şehrin birçok meydanı gibi, burası da talan edilir ve bu talan sonunda ise, hipodrom, önemini yitirir.

1509 yılında, kent halkının küçük kıyamet olarak tanımladığı deprem ve takip eden dönemlerdeki her türlü felakette, meydan, toplanan halk için bir ikamet yeri haline getir. Halk uzun süre, gece-gündüz bu meydanda yaşar.

Osmanlı döneminde; buraya “At Meydanı” ismi verilir. Özellikle; tarihi süreçte, yeniçeri isyanlarının burada başlaması, 40 gün 40 gece süren şehzade sünnet düğünleri ve şenliklerin yapılması, meydanı tekrar hareketli ve önemli hale getirir. Özellikle: 1920 yılında, İstanbul’un işgali üzerine yapılan ve Halide Edip’in konuşmacı olduğu büyük mitingde, meydanda yüzbinlerce İstanbullu toplanır.

Günümüzde; Hipodrom’un zemini; ilk bulunduğu yerden, 4-5 m. yükselmiştir. Çünkü; tarihi süreç içinde, her tarihi bölgede; toz, rüzgar ve benzeri gibi nedenlerle, bu zeminde yükselmeler görülmektedir. Burada da; 4-5 m. bir yükselme var. Meydandaki sanat eserlerinin çoğu ise, talan edilmiş, günümüze yalnızca üç anıt kalabilmiş.

Yine de; buraya mutlaka gidin. Sizi; muhteşem bir açık hava müzesi karşılayacak. İstanbul’un en önemli turistik merkezi. Burada; çiçeklerin arasında, çimlerin üstünde dolaşın, banklara oturun ve tarihi mekanların muhteşemliğini izleyin. Özellikle; geceleri yapılan ışık gösterilerine rastlayabilirseniz, bu muhteşem görüntünün, başka bir yüzünü görme şansınız da olabilir.

İstanbul Sultanahmet Meydanı

ALMAN ÇEŞMESİ

İstanbul Sultanahmet Meydanı; Hipodromun, bir zamanlar, gösterişli kapısının bulunduğu yerin hemen yanında imiş. Tam meydanın orta yerinde. 1898 yılında Almanya’da yaptırılmış. İstanbul’u, ikinci kez ziyaret eden, Alman İmparatoru Kayser II. Wılhelm’in, Sultan II. Abdülhamit’e hediyesi. 1901 yılında, bugünkü yerine konulmuş. Mimarı: Spitta.
Bu eserde: Alman mimarisi görülmekte. Biçim ve bezeme yönünden, Osmanlı çeşme mimarisinden çok farklı. Ancak; çevresindeki diğer eski abidelerle uyumlu olmaması bir tezat yaratıyor.

Çeşme üzerinde göze çarpan ayrıntılar şunlar

Yapı; sekizgen yapılmış. Bir yüzünde basamaklar, diğer yüzünde ise, birer çeşme var. Ön taraftaki basamaklardan yukarı, çeşmenin üstüne çıkıldığında, çardak olarak kullanılan bölüm var. Buranın ortasında ise, çeşmenin deposu bulunuyor. Deponun üstünde, çeşmenin yapılış tarihi ve sebebinin yazılı olduğu, Almanca bir yazıt mevcut.
Çeşmenin iç tarafı, beyaz mermerden yapılmış. Her köşede; yeşil mermerden yapılmış sütunlar var. Bu sütunlar; çeşmenin üzerini örten, sekizli tonozu taşıyor. Tonozun içi; altın yaldızlı, dışı ise renkli çinilerle bezenmiştir.

Sütunların altları, aynı motifle süslenmiş. Birleştikleri yerlerin biraz üstünde ise; karşılıklı olarak, II. Abdülhamit ve II. Wilhelm’in tuğraları var. Yine; sütunları bağlayan kemerlerin iç tarafında, Arapça bazı bilgiler yazılı. Bugün, Alman Çeşmesi, tarihsel nitelikleri yanında, çeşme olarak da halka hizmet vermeyi sürdürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan çalışmalar sonucu, çeşmenin muslukları tamir edilmiş ve çalışması sağlanmış.

Özellikle; sıcak yaz günlerinde, bu çeşmenin suyu, yöreye gelen yerli-yabancı turistler için, büyük orijinallik taşıyor. Özellikle; Alman turistleri düşünebiliyor musunuz? Çeşmenin Almanya’da yapılmış olması, sanırım büyük ilgilerini çekmesi açısından etkin. Evet; bu güzel çeşmeyi inceleyin, mimari özellikleri gerçekten güzel ve görülmeye değer.

İstanbul Sultanahmet Meydanı

DİKİLİTAŞ (OBELİSK)

Amerika ve Avrupa’da, birçok dikilitaş olmasına rağmen, İstanbul’daki bu örnek, bir bölümü kesilmişse de, en görkemli taşlardan biri olması açısından önemli.
Aslında, Mısır’dan hareket eden gemiler ile, iki tane Dikilitaş’ın İstanbul’a getirilmesi söz konusu imiş. Ancak, gemilerden biri, Marmara Denizinde batmış ve taşlardan yalnızca bir tanesi İstanbul’a getirilebilmiş. Diğeri; Marmara Denizinin dibinde. Evet, bu sütun, yani buraya gelen sütun: daha önce, ilk kez; Mısır’da, Firavun III. Tutmosis (MÖ.1504-1450) tarafından, MÖ.1450 yılında, kazandığı zaferlerin anısına, Karnak Şehrindeki Amon-ra Tapınağına diktirilmiş.

Ancak; İmparator Julianus Apostata, İstanbul’un yeniden imarında, meydanları süslemesi için, imparatorluğa bağlı tüm bölgelerden sanat eserlerinin getirilmesini istemiş. Bunun üzerine; 361-363 yılları arasında getirilen sütun; dikilmeden, hipodrom meydanının bir kenarına bırakılmış. Yaklaşık 30 yıl (361-390) taşa el sürülmemiş ve bulunduğu yerde kalmış.

Ama; daha sonraki dönemde, 390 yılında, İmparator I. Theodosius döneminde, taş, bugün bulunduğu yere, yani o dönemde hipodromun ortasından geçen Spina denilen yere, mermer kaidesi üzerine dikilmiş. Bu nedenle; sütuna, Theodosius sütunu ismi de verilmekte.

Yüksekliği: 19,59 m. Tek parça, mermer granitten yapılmış ve bu yüzden üzerindeki aşınma yok denecek kadar az. Orijinal bir yüzün, bu kadar düzgün olması, sizi şaşırtacak. Herhalde restore edilmiş diye düşünebilirsiniz. Ama, hayır. Taşın orijinal hali bu. Yani, binlerce yıl bozulmadan, yağmur, çamur, kar, fırtına demeden, nasıl dayandığına şaşmamak elde değil.

Üstünde, bronz bir küre varmış. Bu küre; 865 yılındaki depremde yere düşmüş ve bir daha yukarı çıkılıp yerine konulamamış.

Baktığınızda; sütunun üzerindeki hiyerogliflerin, alt bölümlerinin bir kısmının kesik olduğunu göreceksiniz. Bu durumda, sanki taşın, birkaç parça olduğu düşünülüyor. Gerçekte ise, taş çok uzun olduğu için, nakliye de kolaylık sağlasın diye, alt bölümlerinin biraz kesildiğine inanılıyor.

Bu kesilme olayının bir başka boyutu, hikayesi daha söylenmekte. Bir söylentiye göre ise; taşın üç parça olduğu, bizdeki bu parçanın en üst parça olduğu, orta parçanın Londra’da bulunduğu, en alt parçanın ise Kahire’de bulunduğu rivayeti var.

Sütunun 4 yüzünde: Firavunun zaferleri anlatılmış. Yazıda yazılanlar ise şöyle: ” zenginliğini, gücünü, yeteneğini; güneşin altın renklerini dünyaya saçan tanrı Amon’dan alan; 18 nci sülaleden III. Thutmosis’in, tanrı Amon’a şükran borcunu ödemek için armağanını sunmasından ” söz ediliyor. Zaten; dikilitaşa baktığınızda, bunun Mısırlılara ait bir eser olduğunu hemen anlayacaksınız. Çünkü: dikilitaşın, dört bir yanında, hiyeroglif yazıları var. Bu yazıların içinde, küçük bir ayrıntı belki gözünüze çarpacak.

İstanbul Sultanahmet Meydanı

Anıtın, batı yüzünde; ortada, küçük bir “surat” resmi var. Bu surat resmi ilginç. Bakın bakalım, neye benzeteceksiniz? Hayallerinizin boyutunu geniş tutun. Bu dünyadan ve özellikle bir Mısırlıya benziyor mu? Uzaylı olabilir mi? Belki ilginizi çekmiştir. Mısır tarihinde, günümüze kadar çözülemeyen birçok olay ve olguların esrarengizliği sürmekte.

Dikilitaşın batı, doğu ve güney yönlerinde: Firavun Theodosius, karısı ve çocuklarıyla birlikte, oyun ve şenlikleri izlerken tasvir edilmiş. Kuzey yönünde ise, Arcadius ve karısı işlenmiş.

Dikilitaşın kaidesinin içinde: 4 taş var. Bu taşların içinde ise, kurşun madde konulmuş. Herhangi bir deprem veya sarsıntı sırasında, anıtın esnemesi ve devrilmemesi için yapılmış. Mermer kaidenin dört bir yüzünde, hipodrom ve imparator ailesini sembolize eden, bir kısım kabartma resim görülüyor.

Doğu’sunda: bir kısım Latince yazı var. Bu yazıda: taşın ağzından konuşulmuş. Şöyle diyor; ” önceleri, ulu efendilere itaat etmek zordu. Ama, ölmüş tiranların üstünde zafer çelengi taşımam emredildi. Her şeye boyun eğen Theodosius ve onun soyuna; 32 günde yenilip, Praefektus Proclusus döneminde, yüksek göğe kaldırıldım.”

Kuzey’inde, en üstten en alta kadar uzanan bir oluk var. Bu oluk, sanırım kaidenin üzerinde biriken; yağmur ve kar sularının, dikilitaşın dengesini bozmadan aşağıya akması için açılmış.

Güney’indeki Latince ve Yunanca yazılarda, taşın Mısır’dan getirilişi ve yerine yerleştirilişi anlatılıyor. Bu yazıların anlamı şöyle:” Yalnızca, imparator Theodosius, ağırlığı ile toprağı bastıran bu dörtgen sütunu dikmeye cesaret ederek, Proklas’a görev verdi, 32 günde, bu hayranlık uyandıran kütleyi ayağa kaldırdılar. Bu devasa kütleyi; dikileceği yere kum yığarak diktiler. ”

Batı yüzünde; imparator I. Theodosius, yanında karısı ve çocukları, tahta oturmuş ve elçileri kabul ederken görülüyor.

Bu taş; 17 nci yüzyılda, ünlü gezgin Evliya Çelebi tarafından, İstanbul’a felaketten koruyan bir tılsım olarak tanımlanmış.

Evet: dikilitaşın tüm hikayesi bu. Muhteşem bir güzellik abidesi karşınızda, sanırım başından ayrılmadan bir süre bu anıtı izleyeceksiniz. Lütfen bu anıtın yapılışından günümüze 3450 yıl geçtiğini unutmayın. Muhteşem bir süre ve sanki ilk günkü gibi güzel. Bir de yaşadıklarını düşünün, Mısır’dan buraya getirilmesini.

Ya burada yaşananlar, at yarışları, araba yarışları, Nike ayaklanması, Latin istilası, yeniçeri isyanları, peki ya 1920 yılındaki bütün mitingde, Halide Edip’in sesinin yankılandığı bu meydandaki yüz binlerin isyanı, haykırışları. İşte, bu dikilitaş, bunların hepsinin şahidi.

İstanbul Sultanahmet Meydanı

YILANLI (BURMALI) SÜTUN

MÖ. 480-479 yılları arasında, Yunanlılar tarafından, Perslere karşı kazandıkları zaferin anısına; Delphi şehrindeki Apollon Tapınağına dikilmiş Dikildiği yerde; üç ayaklı, altından bir kazanın kaidesi imiş. Yazıtında; savaşlara katılan, 31 kent devletinin adı yazılıymış.

Bizans imparatoru Konstantinus; İstanbul’un yeniden imar faaliyetlerinde, şehri güzelleştirme adına, bu anıtı da bulunduğu yerden söktürerek, şehre getirtmiş ve hipodroma diktirmiş. Bronzdan yapılmış anıtın, iç tarafı boş. Anıt üzerinde; birbirine sarılmış, üç yılan figürü varmış.

Günümüzde ise; yılanların başı kopmuş. Kopan bu parçalardan yalnızca bir tanesi, Londra’da British Museumda sergilenmekte. Diğer parçanın ise, yalnızca çene kısmı, İstanbul Arkeoloji Müzesinde. Diğer yılan başı ise, tamamen kayıp.

Ancak; 1204 yılındaki Latin istilasında, bu anıt da, diğer birçok sanat eseri gibi, haçlılar tarafından talan edilmiş.

1856 yılında, burada yapılan kazılarda, anıtın toprağa gömülü bulunan bölümü ortaya çıkarılmış. Bu sırada; altında, bir de su yolu bulunmuş. Büyük olasılıkla; anıt, Bizans döneminde, aynı zamanda, bir çeşme olarak da kullanılmış.

Günümüzde; anıt bir çukur içinde bulunuyor. Niye? Çünkü; yapıldığı dönemden sonra 4-5 m. yükselen zemin, günümüzde kazılmış ve açılmış. Halen bulunduğu zeminden, yaklaşık 5 m. yüksekliğindeki burmalı bölüm: demir parmaklıklar içine alınmış. Anıtın bugün görülen bölümü, bir zamanlar, belirgin bir sebepten hasar gördüğü açıkça belli.

Bunun yanında; geçmiş dönemlerde, yağmur, kar sularının ve rüzgar gibi dış etkenlerin olumsuz etkilerini de görmek mümkün. Tüm bunların sonucunda; bu eser meydandaki diğer eserlere göre, daha sade görünüyor. Ancak, eserin tarihçesini yukarıda okudunuz. Gerçekten görünüm olarak sade olsa da, tarihi geçmiş olarak hayranlık uyandıracak bir anıt. İlk yapıldığı zamanki güzelliğini düşleyin, kesinlikle muhteşem olduğuna kuşku yok.

ÖRME SÜTUN

Sultanahmet meydanının güneyinde.
İmparator VII. Konstantinus döneminde yaptırılmış. Ancak, net yapım tarihi bilinmiyor. Ancak, imparator Konstantinus döneminde (913-959) dikildiği yada onarıldığı tahmin edilmekte.

Meydanda bulunan diğer iki anıta göre daha yüksek. Yüksekliği: 32 m. Taş, tuğla ve çimentoya benzer bir madde kullanılarak yapılmış ve yapılırken örgü şekli kullanıldığından, örme sütun olarak isimlendirilmiş.

Kare gövdeli sütun, 11’nci yüzyıla kadar, üzerinde tasvirlerin bulunduğu bakır levhalar ile kaplıymış. En üstünde ise, tunç bir küre varmış. Zaten; örme sütun üzerine dikkatlice bakarsanız, bu bakır levhaların, sütun üzerine monte edildiği sık delikleri görebileceksiniz. Bu sık deliklere, bakır kaplamalar oturtulmuş.

1204 Latin istilasında, haçlılar tarafından, anıtın üzerindeki bakır levhalar, kaidesindeki tunç levhalar ve tepesinde bulunan tunç küre sökülmüş. Bakır levhalar sikke yapımında kullanılmış. Söylentiye göre, tunç küre ise, günümüzde İtalya’da bir müzede sergileniyormuş.

Kaidesinde; batı yönünde: anıtla ilgili Latince bilgiler yazılıymış. Şöyle: ” Bu yüce şeylerin, dört kenar harikası, zamanla eskidiğinden, şimdi hükümdarlık asasının şanı olan imparator tarafından onarttırılmış. Öyle ki, Rodos’ta, Kolassos bir harikaydı. Burada da hayranlık uyandırdı.” Evet, böyle yazıyor.

Örme sütunda; bugün, eski görüntüsü ve ihtişamından uzak. Ancak; tarihi süreç içindeki varlığı, buradaki birçok olaya şahit. Ona bakarken de, hayal açınızı geniş tutup, bu yazdıklarımı gözünüzün önüne getirerek bakarsanız, inanıyorum ki, anıt size daha muhteşem görünecek.

TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ

Hipodromun hemen batısında, Sultanahmet caminin karşısında. Roma döneminde uzanan tarihi hipodrom kademeleri üzerinde yükseliyor.

Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılarak, gençlik arkadaşı ve kendisine onüç yıl sadrazamlık yapan ve kız kardeşi ile evli olan İbrahim Paşa’ya hediye edilmiş bir saray. Uzun süre “At Meydanı Sarayı” olarak isimlendirilmiş. Kesin yapılış tarihi ve amacı bilinmiyor. Ama; 16’ncı yüzyıldan kalma ve günümüze kadar ulaşabilen, zengin ve tipik, özel saray yapılarının yani sivil mimarinin tek ve tipik bir örneği olması açısından önemli.

Ayrıca: Topkapı sarayından daha büyük ve görkemli yapısı, birçok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra, karışık dönemlere ve isyanlara da sahne olması açısından önem taşıyor. Hanedan dışından birinin sahip olabildiği tek saray olması özelliği de var. Ancak: tüm bu ihtişamlı yaşam ve özellikler, sadrazam İbrahim Paşa’nın, diğer birçok sadrazam gibi, boğularak öldürülmesine engel olamamış. Kanuni; Hürrem Sultan’ın etkisiyle, 1536 yılında Paşa’yı boğdurur ve servetine de devlet adına el koyar.

Saray; dört büyük iç avlu çevresinde yapılmıştı. Osmanlı sivil mimarisinde, ahşap yapıların aksine, burası kesme taştan yapılmıştı. Sarayın ikinci avlusu; yapının ağırlık noktasıydı. Birinci avludan daha yüksekte olan ikinci avluya; merdiven ve kapılardan giriliyor. İkinci avlunun batı duvarında: Sultan II. Mahmut tuğralı bir çeşme var.

Yapımı: 1831-1832 yılları arasına tarihleniyor. Bugün, girişin üzerinde bulunan küçük köşk, daha geç tarihlerde yapılmış. İkinci avlunun batı ve kuzey yönünde; zemin kat üzerindeki mekanlar, tonoz ve kubbelerle örtülü. Bunların içinde; ocakların da bulunduğu odalar ve revaklar var. Sarayın ikinci avlusunun güneyinde, sultanların At Meydanında yapılan eğlenceleri seyrettikleri “Divanhane” var.

Burası, son onarımlar sırasında yenilenmiş. Bu bölümün duvarlarındaki izlerden, çini ile kaplı olduğu anlaşılıyor. Üçüncü avlunun ana cephesinin sağında; bugünkü Adalet Bakanlığı Arşiv Dairesi var. Bunun önünde, 19’ncu yüzyılda, Tapu ve Kadastro Binası yapılmış. Arkasındaki dördüncü avluda; altta koğuşlar, üstte kubbeli revaklar ve kubbeli odalar var. Dördüncü avlu; 1939 yılında, Adliye Sarayı’nın yapımı sırasında yıkılmış.

Bu yapının bir hikayesi var. Belki ilginizi çekebilir. Şöyle ki; Sultanahmet meydanında, o devirde, en görkemli saraylardan birine sahip olan İbrahim Paşa, Avrupa’dan-Budapeşte’den; üç tane tunç heykel getirttirir. Antik çağ tanrısal varlıkları olan; Herkül, Apollon ve Diana’ya ait bu heykelleri, saray yanındaki sütunların üzerine diktirir.

Ancak; halk, bunları görünce, Paşa’yı, putperestlik ile suçlar. İbrahim Paşa’nın öldürülmesinden sonra; bu heykeller, bulundukları yerlerden alınarak, halk tarafından parçalanır, yok edilir. Bu tunç heykellerin güzellikleri, yalnızca o dönem tarihçi ve gezginlerinin yazılarında kalakalır.

Bu sarayın günümüze gelen bölümlerinde; halen; Türk ve İslam eserleri bir arada ve topluca sergileniyor. Yapı; ilk Türk Müzesi olması açısından da önemli. Müze olmadan bir süre kışla olarak kullanılan binadaki müze çalışmaları; 19’ncu yüzyılın sonlarında başlar ve müze 1913 tarihinde açılarak faaliyete başlar.

1984 yılında; Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışmasında, “Jüri Özel Ödülü” nü alır ve 1985 yılında ise; Avrupa Konseyi ve UNESCO tarafından, çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalar nedeniyle verilen “Özel Ödülü” de alır. Sonuçta; burası, konusunda dünyanın sayılı müzelerinin başında yer alıyor. Özellikle; iç avlusu görülmeye değer.

Müzedeki koleksiyonlarda, eser sayısı 40 bin civarında. İslam sanatının; hemen hemen her dönemine ait eser görmek mümkün. Bu eserler; çoğunlukla: halı, el yazması ve hat sanatı, ahşap eserler, taş sanatı, keramik ve cam, maden sanatına ait. Ayrıca; dünyanın en zengin halı koleksiyonu burada bulunuyor. Bunların yanında; uygarlıklar değerlendirildiğinde; Emeviler, Abbasiler, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserleri, burada görebilirsiniz.

Bu güzel yapı; günümüzde, Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak ziyarete açık. Mutlaka ziyaret edin, gezin. Dikkat; müzenin kafeteryası, Sultanahmet meydanını yukarıdan gören konumu ile, yorgunluk atmanız için birebir bir mekan. Buraya da zaman ayırmayı sakın unutmayın.

İstanbul Sultanahmet Meydanı
İstanbul Sultanahmet Meydanı

       

OSMANLI DARPHANESİ

Topkapı sarayı, birinci avlusunda. Aya İrini Kilisesinden başlayarak, kuzeybatıya doğru, Soğukçeşme kapısına (Gülhane Parkı girişine) kadar uzanan, eğimli ve geniş bir arazi üzerinde bulunuyor. İstanbul sokağında.

Osmanlı döneminde: önceleri , birçok şehirde para/sikke basılıyorken, bu tarihten sonra; para ve sikkeler; İstanbul’daki darphanede yapılmaya başlanır. İlk darphane ise; Beyazıt civarında, bugünde mevcut olan “Simkeşhane Han” da bulunmaktaydı. Buradaki darphane ise; 1727 yılında, Sultan Abdülaziz zamanında; Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılır.

17 bin metre karelik bir alana kurulu yapılar kompleksi. Osmanlı mali piyasası içinde, buranın önemli bir yeri var.
Para basımı yanında; saray için gerekli olan altın ve gümüş eşya, hatıra sikkeler ve mücevher imalatı da yapılmış.
Ayrıca: dökümhane, çarkhane, sikkehane, teksirhane, tamirhane, kalıp atölyesi gibi imalatla ilgili işlemler yapılmış.

Takip eden dönemde, bu yapıların; Sultan II. Mahmut döneminde; kapsamlı bir onarımdan geçirildiği görülüyor.

Darphane olarak, bu kompleks; Cumhuriyetin ilk yıllarında da kullanılmaya devam edilmiştir.

1967 yılında terk edilmiş, 30 yıllık bir mezbelelik döneminin sonunda, 1995 yılında,” Tarih Vakfı” burayı kiralamıştır. İçinden; 200 kamyona yakın moloz çıkarılan harabe haldeki binalar, temizlenmiş, restore edilerek, yeniden hayata geçirilmiştir.
1996 yılından itibaren ise; burası, farklı sanat sergilerinin açıldığı ve sanatsal etkinliklerin yapıldığı , bambaşka bir dokuya kavuşmuştur.

Bugün; burada, çeşitli kültür ve sanat etkinlikleri düzenleniyor. Ancak; burası; İstanbul Müzesi haline getirilmek istense de, Anıtlar Koruma Yüksek Kurulu’nun aldığı “ Sur-i Sultanı içerisinde, Kültür Bakanlığı dışında, hiçbir kuruluş müze açamaz “ şeklindeki, garip karar nedeniyle, açılamıyor. Ancak; çeşitli etkinliklerle halka açılan binaları gezebilir ve tarih dolu bir gün geçirebilirsiniz. Zamanınız varsa, düşünebilirsiniz.

Sultanahmet Camisi tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için. 

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Eminönü’nden, tramvay yolunu takip ederek, soldan yukarıya doğru çıkın. Zaten; bu çevreye yönelerek giden, turistleri göreceksiniz. Onları takip ederseniz, buraya ulaşırsınız. Muhtemelen 20 dakika kadar yürümeniz gerekecek veya tramvaya binerek de gidebilirsiniz.

Ayasofya’yı yaptıran, imparator Justinyen, onunla Hz. Süleyman’ın Kudüs’te yaptırdığı mabedi aşmak istemişti ve aşmıştı. Süleymaniye’yi yaptıran Sultan II. Selim, Ayasofya’yı aşmak istemişti ve aşmıştı. 6 minaresiyle, İstanbul’un her yerinden görülecek şekilde tasarlanmış.

Şimdide, Sultan I. Ahmet, onları aşacak bir cami yaptırmak istiyordu. Fakat, atalarına saygısızlık etmemek için, yalnızca Ayasofya’yı aşacak bir cami yaptırmak istediğini söylüyordu. Bunun sonucunda, bir cami yaptırmaya karar verince uygun bir yer aramaya başladı. Bugünkü yeri beğendi. Fakat, o yıllarda, burada Sokullu Mehmet Paşa Sarayı vardı ve sarayın satın alınması, yıktırılması, çevresinin iyice açılması gerekiyordu.

Padişah; Ayşe Sultana, “Otuz yük dinar halis ayar altın “ göndererek sarayı satın aldı. Yeni caminin yapım işini ise; mimarbaşı Mehmet Ağaya verdi. Mehmet Ağa; Mimar Sinan’ın öğrencisi. O çok yönlü bir sanatkar. Yalnız dahi bir mimar değil, aynı zamanda büyük müzisyen ve büyük şair idi. Bu büyük sanatkar; mimarlığı, ressamlığı, müzisyenliği, şairliği, sedefkarlığı özelliklerinin tümünü, aynı eserde toplamak istemişti.

Sedefkar mimar, Mehmet Ağa: hemen karşısında Süleymaniye, yanı başında Ayasofya gibi iki eşsiz anıtın arasında, onlarla yarışacak bir eser yapmak zorunda olduğunu biliyordu. 1609 yılında temel atıldı. Evliya Çelebi, temel atma törenini şöyle anlatır.” …. cümle mimar ve mühendisler toplanıp, Üsküdarlı Mahmut Efendinin ve üstadımız Evliya Efendinin dualarıyla esasinin kazılmasına başlandı. Evvela, Sultan Ahmet Han, eteğine toprak doldurup “ Ya Rab, Ahmet kulunun hizmetidir, kabul eyle “ diyerek, amelelerle birlikte, temelden toprak taşıdı.”

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Camiyi gezmeye başlamadan önce, sizlere şunu hatırlatmak isterim ki, kapıda uzunca bir kuyrukla karşılaşacaksınız, yani burayı gezmek için makul süre olarak 3 saat ayırmanızı öneririm, çünkü içeri girmek için zaten muhtemelen 1 saate yakın bekleyeceksiniz. (Bu süreler yaz ayları içindir, Temmuz 2018 tarihinde orayı ziyaret ettim)

Caminin içine üç kapı açılır. Esas giriş; hipodrom tarafından. Kapılardan herhangi birinden girildiğinde; dış görünüşü tamamlayan; boyama, çini ve vitray camlarının zengin ve renkli süslemeleriyle karşılaşacaksınız. Bir dış avlunun çevrelediği iç avlu ve esas mekan: yüksek bir podyum üzerinde.

Ana girişin, hemen karşısındaki mihrap yanında; muhteşem oyma işçiliği olan; mermer minber var. Diğer tarafta ise; balkon şeklindeki sultanların locası bulunuyor. İç mekan; büyük bir bütün olarak dikkati çekiyor. İç avluya açılan kapıdan: ortadaki sembolik şadırvan ve etrafını çevreleyen galeriler üzerinde; birbiri üzerinde yükselen kubbeler görülüyor.

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Ana ve yan kubbeler; geniş ve sivri kemerlerin dayandığı, dört iri sütun üzerinde yükseliyor. İç bölümü, üç taraftan çevreleyen balkonların duvarları; 20 bini aşan sayıdaki İznik çinileriyle bezenmiş. Bunların yukarısı ve bütün kubbe içleri ise; boyama. Boya süslemelere hakim olan renk; mavi değil.

Camiye isim olan mavi renk; sonraki tamirlerde yapılan boyamalarda kullanılmış. Hatta; 1990 yılında tamamlanan son restorasyonda; iç dekorun koyu rengi, orijinal açık renklere dönüştürülmüş.

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Avlunun batı girişinde; demirden, ağır bir kordon var. Bu kordon; avluya atı ile giren padişahın; kafasını çarpmaması için eğilmesini gerektiren bir önlem. Yani; Padişah bile, camiye girerken, kendisine çeki-düzen vermek zorunda, camiye saygı ifadesi olarak başını eğmek durumunda.

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Her camide olduğu gibi; yerler halılarla kaplı.

İstanbul Sultanahmet Cami (Blue Mosque)

Yapının; mimari ve sanatsal açıdan, dikkati çeken en önemli yanı; 20 bini aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir. Bu çini süslemelerinde: sarı ve mavi tonlarda; geleneksel bitki motifleri kullanılmış. Bunun sonucunda ise, yapı yalnızca bir ibadethane olmaktan öte, tam bir sanat eseri olarak ortaya çıkmış. Mavi, yeşil ve beyaz renkli bu göz alıcı çinilerle bezendiği için, Batılılar tarafından, Mavi Cami (Blue Mosque) olarak isimlendiriliyor.

İnşaat sürerken; dönemin padişahı I. Ahmet; “minarelerin altından yapın “ diye emreder. Ama; kaplamada kullanılacak olan altının değeri, padişahın bütçesini aşar. Bunun üzerine; mimar Mehmet Ağa; güya, padişah tarafından verilen emri yanlış işiterek, (altın sözcüğünü altı anlayarak) camiyi, altı minareli olarak yapar. Ancak; bu altı minare yine sorun çıkarır.

Çünkü; bu durum, Kabe ye saygısızlık anlamına gelmektedir ve itirazlar yükselir. Altı minaresi olan tek mabet, Mekke’dedir. Padişah, bu sorunu da, bütün İslam alemini memnun edecek şekilde çözer. Mekke’ye, yedinci minareyi yaptırır.

Evet, burası, Türkiye’nin ilk 6 minareli cami. Minarelerin şerefeleri de anlamlıdır. Minarelerde; dördü üçer, ikisi de ikişer şerefelidir. Toplam, 16 şerefe vardır. Bu şerefe sayısı, Sultan I. Ahmet’in, 16’ncı Padişah olduğuna işaret denilir. Ancak; bu bilgi yanlıştır. Çünkü: Sultan I. Ahmet, 16 değil, 14’ncü padişahtır. Peki; niye, 16 şerefe. Bilmiyorum? Bilen varsa, lütfen yazsın. Evet, halen bu konuda herhangi bir bilgimiz yok, bekliyoruz.

Bu minarelere; spiral merdivenlerle çıkılıyor. Kubbeler ve minarelerin üstü: kurşunla kaplı. Bunların uçlarındaki alemler, altın kaplamalı ve bakırdan yapılmış.

Caminin ibadethane bölümü: 64 x 72 metre boyutlarında. Merkez kubbenin yüksekliği: 43 metre Çapı : 23,5 metre İç mekanı örten kubbede: 260 tane pencere var. Bu pencerelerin renkli canlarından süzülen ışık, içeriye şiir gibi, beste gibi doluyor. Başka mabetlerde, hafif hüzün veren loşluk yerine, burada, coşkulu bir iç aydınlık var ve insana huzur veriyor. Sedefler ve çiniler; bahar güzelliğini yansıtıyor ve yaşatıyor.

Öyle ki, pencerelerden bazılarının camları kırıldığında ve değiştirildiğinde, camın yapılışındaki zamana göre farklılık oluştuğundan, renk ve ışık kayıpları olmuş. Cami içindeki yazılar ise ; Seyyid Kazım Gubari tarafından hazırlanmış.

Evet; inşaat 7 yılda tamamlanır. 2 Haziran 1616 günü, cami ibadete açıldı. Maliyet ise; yaklaşık olarak 1.510.000 altın. Çinilerin maliyeti ise; toplam 21.043 çini kullanılmış ve her bir çini için: 18 akçe ödenmiş.

Ayasofya’nın, 1934 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, burası, İstanbul’un ana cami konumuna girer.

Bugün, cami yapısına ilaveten, caminin külliyesi içinde; doğuda bulunan arasta çarşısı; Türk el sanatları, çini, dokuma, halı, kilim gibi ürünlerin satıldığı bir mekan. Bu çarşıda bulunan taban mozaikleri, Bizans’ın en önemli saraylarından biri olan, büyük saraya ait. Camide ayrıca, Padişah. I. Ahmet’in türbesi de var. Kuzeyde, Ayasofya tarafından. Tek kubbeli bir yapı.

Evet; özellikle yabancı turistlerin büyük bir beğeni ile gezdikleri bu muhteşem güzellikteki camimizi, mutlaka gezin. Buradaki güzellikler, kesinlikle hoşunuza gidecek. Mutlaka görün.

İstanbul Sultanahmet meydanı tanıtım ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için.

İstanbul Ayasofya

İstanbul Ayasofya

İstanbul Ayasofya ; Ayasofya Meydanı; Bizans döneminde imparator Konstantinus’un annesi Helena adına yaptırılmış ve “Agusteion” olarak isimlendirilmiş. Bu meydanın; güneybatısında, Divanyolu başlıyor. Yolun başlangıcında ise; daha önce anlattığım üzere;” Million Taşı” var.

Evet; Ayasofya; kilisesi/camisi, müzesi.

Şu anki konumu: en son alınan kararlar gereği cami:

Ben tanıtım yazımda, Ayasofya’nın yapılışı ve mimari özellikleri hakkında aşağıda sizlere bilgi vereceğim. Ama, en son durumunu yani cami olduktan sonraki durumunu bilmiyorum. Pandemi nedeniyle İstanbul’a gitme şansım olmadı. Bu yüzden yazımda ysadece Ayasofya hakkında tarihsel geçmişe ait bilgiler vereceğim.

Ayasofya: sanat tarihi ve mimarlık dünyasının, günümüze ayakta kalmış en önemli anıtsal yapılardan biri. Daha ilk yapıldığı dönemlerde bile; mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü, iç süslemeleri ve işlevselliği yönünden; herkesi şaşırtmıştı. Doğu-batı sentezinin ortak bir ürünü. İlk yapıldığı dönemlerde; dünyanın sekiz harikasından biri olarak kabul edilmiş. Bu yaşta ve bu büyüklükte, günümüze gelebilmiş nadir eserlerden.

Orijinal adı: “Hagia Sofia”. Yani: burada yapılan ilk bazilika; “Kutsal Hikmet” e adanmış. Önceki döneme ait bir pagan (putperest ) mabedinin yerine yapılmış. Küçük ölçeklerde yaptırılan bu ahşap ilk yapı; 4’ncü yüzyılda; İmparator Konstantinus zamanında yapılır. Ancak; 404 yılında çıkan bir isyan sırasında yakılır.

Bizans imparatoru II. Theodosius; yanan eski Ayasofya’nın yerine, yapıyı ikinci kez; daha büyük ölçekli olarak yaptırır ve 415 yılında ibadete açtırır.

Ancak; 532 yılında; Hipodrom’da yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan, kanlı “Nike Ayaklanması” sonucu, yine yakılır.

20’nci yüzyılda yapılan arkeolojik kazılarda; bu döneme ait (Theodosius Ayasofyası) yapının: giriş bölümü ve cephe mimarisine ait bazı elemanlar bulunur ve temsili bir resim çizilir. (Bahçede bulunuyor)

İmparator Justinyen (527-565) ; Nike isyanını zorlukla bastırır ve “ Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek “ şeklinde söz ettiği, büyük bir ibadethane yapmak üzere harekete geçer.

Hıristiyanlık aleminin, o devirdeki bu en büyük kilisesi, yakılan bazilikanın kalıntıları üzerine, 532 yılında yapılmaya başlanır.

Mimarlar; matematikçi Miletos’lu İsodoros ve Trales’li (bugünkü Aydın şehrinden) Anthemios.

İmparator; hiçbir masraftan kaçınmaz ve devlet hazinesini bu mimarların önüne sunar.

Yapı: bazilika planlıdır. Yuvarlak yapıların üzeri; çok büyük bir kubbe ile örtülür. Orta mekana hakim bu kubbenin yüksekliği 56 m. ve çapının genişliği ise, yaklaşık 30 metredir. Dikdörtgen bir mekan üzerinde, dev ölçüde bir merkezi kubbenin yapımı; mimarlık tarihinde, ilk kez burada denenir.

İmparatorluğun hemen her yerinde bulunan, erken devir antik şehir kalıntılarından; çok sayıda değişik mermer parçalar, sütunlar, başlıklar, renkli taşlar, inşaatta kullanılmak üzere İstanbul’a getirtilir. Ancak; bu devşirme malzeme ve bilhassa sütunların kullanımı için bir sürü değişik orijin hikayesi uydurulur.

Mimari ihtişamı yanında, burada kullanılan mozaiklerin güzelliği de, yapının görsel muhteşemliğini arttırır.

Özellikle, iç narteks ve yan neflerde kullanılan bu mozaikler, altın yaldızlıdır ve geometrik, bitkisel motifler hakimdir.

Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe; Roma mimarisinin mirasıdır. Eser; Bizans devrine ait olmasına rağmen, daha önce örneği olmayan ve sonraki devirlerde de taklit edilemeyen, roma mimari geleneklerine bağlı bir denemedir. Dış görünümü; zarif değildir. Ancak; iç görünümü, saray gibi göz alıcı ve görkemlidir.

Ancak; eşsiz ve üstünlüklerine rağmen; yine de, yapının hayati önem taşıyan hataları vardı. En önemli sorun: kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınçtı. Böylesi büyüklükte bir kubbenin ağırlığının, temellere aktarılması için gereken teknikler tam olarak gelişmemişti.

Yapı, beş yılda tamamlanır ve 537 yılında ibadete açılır.

İstanbul Ayasofya : Açılış töreninde, heyecanına hakim olamayan imparator, atların çektiği arabası ile içeriye girer ve tanrıya şükür ederek; “ Süleyman Peygambere üstün çıktığını “ haykırır. Zamanla; bazilika çevresinde çeşitli binalar yapılır ve burası, büyük bir dini merkez olarak gelişir.

558 yılında; kubbenin yanlarındaki duvarlar, dışa doğru eğilir ve kubbe yıkılır. İkinci kubbe yapılır. Hem de daha yüksek, ancak daha küçük çaplı. Bu kubbe de; 10 ve 14’ncü yüzyıllarda, iki kez çöker. Her seferinde; büyük paralar harcanarak, Ayasofya ayakta tutulmaya çalışılır.

Evet, Ayasofya bittikten sonra, finans zorlukları ve teknik yetersizlikler nedeniyle, 1000 yıllık süreçte, bu mimari ölçüler aşılamaz. Burası: efsane olarak görülür. Böyle bir yapının; ancak, kutsal kuvvetlerin yardımıyla yapılabileceğine inanılır.

1453 yılında, Türk’ler tarafından şehir ele geçirilince; Ayasofya harap haldedir. Camiye çevrilerek, yapı kurtarılır. Türk mimar, Koca Sinan; 16’ncı yüzyılda; yapıya, payanda duvarları ekler.

İçerideki, 7.50 m. çaplı, dev yazı levhaları; 19’ncu yüzyılda yapılarak buraya yerleştirilir. Özellikle; Sultan Abdülmecit döneminde, İsviçreli Fossetti kardeşler tarafından, ciddi restorasyonların yapıldığı görülür.

Bu çalışmalarda; mihrabın yanına, hünkar mahfili gibi ilaveler yapılır. Mihrap çevresi: Türk çini sanatı ve Türk yazma sanatının en güzel örnekleriyle süslenir.

Bunların yanında; Sultan II. Selim, Sultan III. Mehmet, Sultan III. Murat ve bazı şehzadelerin türbeleri; Sultan I. Mahmut’un şadırvanı, Sıbyan Mektebi, İmaret, Kütüphane, Sultan Abdülmecit’in hünkar mafili gibi eserler; Ayasofya’daki Türk yapı örnekleridir. Türbeler; iç donanımları, çinileri ve mimarileriyle; klasik Osmanlı türbe geleneğinin en güzel örneklerindendir.

1930-1935 yılları arasında; mozaiklerin bir kısmı ortaya çıkarılmış ve temizlenmiştir. Bu mozaikler; Bizans’ın önemli sanat eserleri arasında yer alır. Bu dönemde: kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi, takip eden dönemlerde yıkılmaması için alınan önemli bir önlemdir.

İstanbul Ayasofya ; 2000’li yıllarda; yapıya eklenen madeni iskele; restorasyonların daha seri ve kısa zamanda yapılabilmesini sağlar.

MÜZEDE GEZİ GÜZERGAHI-GEZİ YOLU-GEZİ PLANI

İstanbul Ayasofya ; Aşağıdaki satırları okurken, lütfen Ayasofya cami olmadan önce yazıldığını hatırlayınız. Cami olduktan sonra İstanbul’a gidip yeni düzeni görme şansım olmadığı için, yeni bilgiler veremiyorum.

Evet, Ayasofya müze iken olan uygulama şudur:

Öncelikle bilmelisiniz ki, Ayasofya’nın ziyaretçileri daima çoktur ve kapısının önünde, bilet için uzun kuyruklar oluşur. Bu yüzden: Ayasofya’yı gezmek için uzunca bir zaman ayırmalısınız ki zaten zamanınızın büyük bir bölümü, kapıdan içeriye girmek için oluşan uzun kuyrukta geçecektir, ama elbette beklediğiniz ve sabrettiğiniz süre, içeride göreceğiniz güzelliklere değecektir.

Batı yönündeki, orijinal kapıdan, müzeye gireceksiniz. Burada: tahmin ettiğiniz gibi, ücret gişeleri bulunmakta olup, müze kartınız varsa, bu zahmete katlanmadan, müzeye giriyorsunuz. Ancak; Müze içinde, gerek Harem ve gerekse Hazine dairesine girebilmek için, ilave ücret ödemek gerekiyor.

İstanbul Ayasofya ; Evet; girişten sonra, girişin hemen yanında, önceki yani ilk Ayasofya yapısına ait kalıntıları göreceksiniz. Sonra; dış koridor ve sonra 5 kapı ile iç koridora açılan bölüme geliyorsunuz.

Burası, yani iç koridor; 9 kapı ile, kilisenin esas kısmına açılıyor. Ortadaki yüksek kapı: imparatorluk kapısı. Bunun üzerinde göreceğiniz mozaik pano: 9’ncu yüzyıl sonunda yapılmış. Ortada: taht üzerinde bulunan pantokrator’da (mozaik resim); İsa’dan bir imparator şefaat istemekte.

Apsis ve kubbenin yanlarındaki madalyonlarda ise; çocuk İsa, Meryem Ana ve Beş Melek mozaiklerinin bulunduğu portreler var. Karşı duvardaki bir başka melek figürü tahrip olmuş. İç koridor ve yan neflerin tavanındaki figürsüz mozaikler ise; İmparator Justinyen dönemine ait.

Evet, içeri giriyorsunuz. Yapının ana kısmında: sizi, görkemli ve muazzam bir mekan karşılıyor. İçeriye girdiğiniz ilk andan itibaren; kubbenin büyüklüğü, sizi mutlaka etkileyecek. Kubbe; sanki havada durmakta ve bütün binayı kaplamakta. Duvarlar ve tavanlar; mermer ve mozaiklerle kaplı ve rengareng bir görünüm var. Kubbe mozaikleri; üç değişik renk tonu ile yapılmış.

Bu renk tonları; aslında, burada yapılan tamiratların eseri, yani orijinalde, bu renk tonları yokmuş. Tamiratlarda, aynı rengi tutturamadıklarından, renk tonları ortaya çıkmış. Yapılan tamiratlar; kubbeyi tam bir çember olmaktan da uzaklaştırmış.

Günümüzde; tam bir çember değil. Kuzey-güney yönündeki çapı: 31.80 metre ve doğu-batı yönündeki çapı ise: 30.87 metre Yükseklik: 55.60 metre.

Kubbenin dayandığı dört pandifte; yüzleri kapatılmış dört kanatlı melek figürü var.

İstanbul Ayasofya ; Orta mekan, yanlarda sütunlarla ayrılmış bölümlerde, karanlık nefler yani bir tür yollar uzanıyor. Orta mekanın boyutları: 74.67 x 69.80 m. Alt katta ve galerilerde; toplam 107 sütun var. Sütun başlıklarının süslemeleri ; Klasik 6’ncı yüzyıl, Bizans süsleme sanatını örneklerini yansıtıyor. O döneme ait diğer bir özellik ise; derin oyulmuş mermerler.

Bunlar; güzel bir ışık ve gölge oyunları yaratıyor. Ortalarında: imparator monogramları bulunuyor. Orta sütunlar; beyaz mermerden yapılmış. Köşelerde bulunan sütunlar ise; yeşil Selanik mermerlerinden yapılmış. Zeminde yer alan, renkli mermer parçalarından yapılmış kare kısım; imparatorların taç giyme mahal.

Büyük bir imparatorluğun baş kilisesi olduğu dönemlerde; apsis önündeki bölmeler ve kilisenin diğer birçok bölümü; altın ve gümüş levhalarla kaplı, fildişi ve mücevherlerle süslü imiş. Bir kısım kapı bile; böylesine kıymetli madenlerle kaplı imiş. 1204 yılındaki Latin istilasında, haçlılar; bütün bunları ve diğer bazı mimari parçaları sökerek, Avrupa’ya kaçırmışlar.

Galeriler seviyesinde; duvarlara asılı, deri üzerine işlenmiş, 7.5 m. çapındaki büyük diskler ve kubbedeki yazıt: buranın bir zamanlar cami olarak kullanıldığını hatırlatıyor. Bu eserler; 19’ncu yüzyılın ortalarında, dönemin büyük ustaları tarafından yazılmış. Yuvarlak tablolarda: Allah, Hz. Muhammed, 4.Halife ve Hasan-Hüseyin isimleri yazılı. Apsis içine yerleştirilmiş cami mihrabı, mihrap üstündeki vitraylar, yanındaki minber ve mevlithan balkonları, ana yapıya, Türk dönemi eklentileri.

İstanbul Ayasofya : Evet; orta mekanın giriş yanlarında; mermerden yapılmış, iki küresel kap var. Antik orjinli bu kaplar; 16’ncı yüzyılda, Bergama’dan getirtilmiş. Binanın, kuzey köşesinde; terleyen sütun var.

Bu sütunun alt kısmı; bronz bir kuşak ile çevrilmiş. Aman dikkat edin. Burada: parmak sokulabilecek büyüklükte bir delik var. Buraya; dilek sütunu adı verilmiş. Bu deliğe, parmağınızı sokarak dilekte bulunursanız, dileğinizin olacağı rivayet ediliyor. Denemenizi tavsiye ederim.

Binanın üst galerilerine: binayı dışarıdan destekleyen payandaların, kuzeyde bulunan ilkinin içindeki rampadan çıkılıyor. Buradan, yukarı çıktığınızda: binayı üç yönden kuşatan galeriler var. Bu galerilerden; iç mekan, daha başka güzel görünüyor. Bu galerilerin bulunduğu bölüm: imparatorluk kadınları için ayrılmış. Kilise toplantıları da burada yapılıyormuş.

Kuzey kanatta bir ve güney kanatta ise üç mozaik pano var. Güney kanatta; yanındaki pencereden; üzerine gün ışığı süzülen, Bizans mozaik panosu muhteşem bir sanat eseri. Burada işlenen konu ise: çok geniş, son mahkeme sahnesinin tam ortasında bulunan ve Diesis diye bilinen, üçlü figür.

Ortada: İsa, onun sağında Meryem ve solunda ise Hz. Yahya var. Arka fon mozaikleri: figürlerin güzelliğini daha da arttırmış.

Yüz ifadeleri; muhteşem ve gerçekçi. Güney galerinin dibinde, başka bir mozaik pano daha var. Bu pano: 12’nci yüzyılda yapılmış. Meryem Ana ve çocuk İsa, İmparator II. Komnenus, imparatoriçe İrene, yan duvarlarda ise, hasta Prens Aleksios resmedilmiş.

Burada; resimde görülen, takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımlarını ifade ediyormuş. Macar asıllı imparatoriçe İrene; ırk özellikleri gereği açık ten ve açık saç rengi ile betimlenmiş.

Burada bulunan ikinci panoda: tahta oturmuş İsa, yanında imparatoriçe Zoe ve üçüncü kocası İmparator Konstantin Manomakhos görülüyor. Konstantin’in kafası üzerindeki yazıt; kazınıp, sonra yeniden yapılmış. Bu pano: imparatorluk ailesinin, kiliseye şükran ve bağışlarını sembolize ediyor.

Evet; müze gezimiz bitiyor. İç koridordan, müzeyi terk edeceğiz. Burada, yani iç koridorda; 10’ncu yüzyıldan kalma bir mozaik pano var. Bozuk perspektifli figürler; ortada Meryem ana ve çocuk İsa, yanlarda ise şehir maketini sunan, büyük İmparator Konstantin ve Ayasofya maketini sunan İmparator Justinyen tasvir edilmiş.

Çıkışta; muazzam bronz kapılar göreceksiniz. Bunlar: kısmen zemine gömülü ve MÖ. 2’nci yüzyılda; Tarsus’dan, belki de bir pagan (putperest) mabedinden getirildiği sanılıyor. Müze bahçesinde; değişik dönemlerde inşa edilmiş, Türk sanat eserleri var.

Yukarıda bunları anlatmıştım. Bazı sultanların türbeleri, okul, saat ayar evi ve şadırvan var. Doğu cephesindeki iki minare 15’nci yüzyılda, batı cephesindeki iki minare ise 16’ncı yüzyılda eklenmiş.

Evet; bu eşsiz sanat eserinden çıktınız. Dışarıdan çok sade görünen bu yapı, içine girildiğinde, aynen bir saray yapısı ihtişam ve görkemini sunuyor. Kesinlikle, bu tezata şaşırdığınıza eminim. Ama şu var ki; buradan ayrılırken, bu muhteşem yapı hakkında, yukarıda yazılı bilgiler ışığında, çok güzel zaman geçirdiğinize inanarak ve memnun ayrılacaksınız.

Çünkü; gerçekten, büyük bir mimari harika. Mutlaka gidin, buradan birkaç saatten önce ayrılmanız mümkün değil, bol zaman ayırın ve doya doya gezin.

Evet: bu yapı: 916 yıl kilise ve 447 yıl cami olarak kullanıldıktan sonra, Atatürk’ün emriyle; 1935 yılından bu yana; 74 yıldır müze olarak korunmakta. Aynı Tanrı’ya inanan, iki değişik dinin hizmetinde bulunması gerçekten ilginç.

Evet, Ayasofya müzesi, Pazartesi günleri hariç, her gün ziyarete açık. Mutlaka gidin. Ülkemizin, en çok ziyaret edilen, ilk üç müzesinden biridir.

Son bir not: Temmuz 2020 tarihinde Ayasofya cami olarak kullanılmaya başlandı.