Roma döneminde İstanbul-Constantinopolis

 

Şehir, Eskiçağ dünyasında herhangi bir kentten çok daha fevkalade doğal avantajlara sahipti.

Kent, Marmara ile Karadeniz’i birbirine bağlayan Boğaziçi’nin girişinde, bir yarımada üzerinde kurulu ve iki taraftan su ile üçüncü yandan ise kolayca tahkim edilebilecek dar bir kıstakla korunuyordu.

Korunaklı bir koy olan Haliç, muazzam ve savunulabilir bir doğal limandı.

Constantinopolis, İmparatorluğun doğu ve batı kısımlarını birleştiren, Avrupa ve Asya’dan gelen bütün kara yollarının birbirine kavuştuğu bir noktaydı.

 

Kenttin stratejik önemi:

Constantinus ve Licinius arasındaki iç savaş sırasında, ikincisinin orduları Chrysopolis (Üsküdar) savaşında yenildiği zaman, meydana çıktı.

Savaşın galibi; önceleri mütevazi bir Roma kenti olan Byzantium’u, yeniden kurmayı tercih etti.

İnşaat faaliyetleri, 324 yılı sonlarında başladı ve kuruluşu kutlama törenleri, 11 Mayıs 330 tarihinde İmparatorun huzurunda gerçekleştirildi.

Constantinus’un bu yeni kent için, nasıl bir rol düşündüğü çok açık değildir.

Artık İmparatorluğun, tek hakimi olma tutkusunu başardıktan sonra, bu yeni kenti Roma’nın yerine başkent olarak tasarlaması çok makul değildi. Çünkü 326 yılında iktidardaki yirminci yılını (vicennalia) kutlamak için Roma’ya dönmesi bunu gösterir.

Daha ziyade Tetrarşi döneminde ortaya çıkan ve İmparatorluk merkezi olan diğer kentleri model alan Constantinopolis, Tier, Antakya ve yakınlardaki Nicomedia ile mukayese edilebilir, fakat onları gölgede bırakıyordu.

Eusebius ve epigram yazarı Palladas: Constantinus’un niyetinin kentin eski pagan anıtlarını ve yapılarını kutsallıktan arındırmak olduğunu işaret etmelerine karşın, İmparator Byzantium’un temel pagan tapınaklarının bulunduğu eski akropolisini olduğu gibi bıraktı.

Hükümdarın, gözlerden uzağa çekilerek devlet işlerini yürüteceği İmparatorluk Sarayı, yarışlar ve diğer gösteriler için, halkının toplanacağı ve halkın önüne çıktığı zaman İmparatoru alkışlayacağı mekan olan hipodrom da eski kentin sınırları içerisindeydi.

İmparatorun hane halkı, yeni karargaha taşındı ve geleceğin İmparatoru İulianus, Constantinopolis’in kuruluşundan iki yıl sonra inşa edilen bir sarayda dünyaya geldi.

İmparatorluk ikametgahı, muhtemelen esas olarak Diocletianus’un Split’te yaptırdığı saraya veya Galerius tarafından modern Sırbistan’daki Gamzigard’da inşa ettirdiği İmparatorluk yapısına (Felix Romuliana) benzer bir biçim aldı.

Fakat Constantinopolis’teki İmparatorluk ikametgahı, Marmara’ya bakan deniz surlarının güneyine ulaşıncaya kadar, Constantinus’un halefleri tarafından genişletildi.

80.000 oturma kapasiteli hipodrom, daha önceden var olan bir stadyumun (stadium) genişletilmiş haliydi.

İmparatorluk ailesi ve yüksek rütbeli devlet görevlileri için, doğrudan saraydan localara erişim vardı ve yarış pistine, hipodrom hizipleri tarafından işgal edilen oturma alanına doğru bakıyordu.

Hipodromun kuzey tarafının bitişiğinde bulunan eski Roma kentinden kalma Zeuxippos Hamamı ve kentin senatosunun toplantı salonuna doğru çıkan dört taraftan sütunlarla çevrilmiş meydan (daha sonra Augustaeum olarak bilinecektir) gibi iki kamu yapısı, saray kompleksinin içerisine katıldı.

 

Constantinus artık kenti batıya doğru genişletiyordu.

Geniş bir sütunlu cadde olan “Mese” yarımadanın ortasına kadar uzanıyordu.

Cadde boyunca: İmparatorun heykeli olan porfir bir sütun yer alıyordu.

Constantinus’un kurduğu bu yeni kenti kilise yapılarıyla doldurmadığının farkında olmak önemlidir.

Kilise tarihçileri: İmparatorun bugün Aya İrini olarak bilinen Kutsal Barış Kilisesini mahalli şehit Aziz Mocius adına sur dışında bir bazilika ve Aziz Acacius adına bir kilise inşa ettirdiğini nakletmektedirler.

Ayasofya’nın yerinde bulunan ilk kilise, II Constantius zamanında tamamlandı.

Eusebius, doğal olarak Constantinus’un pagan putperestliğinden arınmış bir kent yarattığını iddia etmekteydi.

Fakat Zosimus, hipodromun yanındaki Dioscori tapınağının korunduğunu, Romalıların Rhea ve Tyeche kültleri için tapınaklar yaptırdığını vurgular.

İmparator Constantinus’un dini yapıları içerisinde en çok önemli olanı, hayatının sonuna doğru kendisi için bir mozole olarak tasarlanan ve inşa edilen Kutsal Havariler Kilisesiydi. (bugünkü Fatih Camiinin yerinde bulunuyordu.)

Burada İmparator, tavanı incelikli bir şekilde altın süslerle dekore edilmiş, bizzat havarilerin mezarlarını simgeleyen 12 temsili mezarın ortasında, daire veya haç biçimli yapının merkezine defnedildi.

 

Constantinus, eski Byzantium surlarının 3 km batısına kadar yarımadayı içine alan yeni tahkimatlar inşa ettirdi ve kara kütlesini, hem Haliç’e hem de Marmara’ya kadar uzatarak, inşaatlar için alan genişletti.

Yeni yerleşimcileri barındırmak için, bir cadde sistemi kuruldu ve İmparatoru desteklemiş olan senatörler, kendi evlerini inşa ettirmeye başladılar.

Ana caddeler, kuzeyde Haliç’teki rıhtıma, güneyde Marmara kıyısındaki rıhtıma ulaşıyordu.

Buraya, ilki Iulianus, ikincisi Theodosius tarafından, iki büyük liman inşa ettirildi.

Mese Caddesi; Constantinus’un birbirini kucaklayan oğullarını betimlediği zannedilen bir heykel gurubuyla süslenen ve halk arasında “Philadelphion” diye bilinen bir anıtla belirlenen, bir başka meydana kadar devam ediyordu.

Burada söz konusu edilen heykel gurubu, Tetrarşi döneminin dört hükümdarını betimleyen meşhur porfir guruptan başkası olamaz.

Bu heykel gurubu, esas olarak muhtemelen Nicodemia’dan Constantinopolis’e getirildi ve 1204 yılında kentin yağmalanmasından sonra, haçlılar tarafından Venedik’e götürüldü.

Kentin halk meydanları, heykellerle ve Doğu İmparatorluğunun diğer kentlerinden getirilen anıtlarla süsleniyordu.

 

Yeni Roma’nın gelişme şablonu böyleydi.

Mısır’dan gelen tahıl vergisiyle kenti beslemek için derhal tedbirler alındı.

Yaklaşık 425 yılına ait Notitia’ya göre, levazım depolamak için, Haliç üzerinde Sirkeci’de bulunan Prosphorion Limanı yakınlarında 4 ve Marmara kıyısındaki limana yakın 2 büyük antreposu vardı.

Bütün kaynaklar, kent içerisinde en az 21 tane tahıl silosu olduğuna işaret etmektedir.

Denizcilik sezonunda, tahıl gemilerinin yanaşabilmesi için 4 km lik bir rıhtım yan alanına ihtiyaç olduğu tahmin edilmekteydi.

Kentin su ihtiyacını karşılamak, büyük bir meseleydi.

Themistius, 376 yılında Valens için yazdığı bir övgüde İmparatorun Trakya’daki kaynaklardan kente su getirmek için 180 km den fazla uzunlukta bir su kemeri inşa ettirmesinden önce, susuzluktan ölen bir kent imgesi anımsatmaktadır.

Bu devasa proje, yakınlardaki kaynaklardan gelen sularla birlikte kentin kullanımına sunulan su miktarını, on kat daha arttırdı.

Sular, tepelerde inşa edilmiş çok büyük dikdörtgen biçimli sarnıçlarda depolanıyordu ve oradan ihtiyaca göre kentin geri kalan kısmına dağıtılıyordu.

421 ve 459 yıllarında, Anastasius döneminde, 530’larda Iustinianus zamanında ve 609’da Phocas devrinde, kent nüfusundaki büyümeyi ve artan su ihtiyacını gösteren, çok geniş hacimli, yeni sarnıçlar inşa edildi.

Şahısların evleri için, daha küçük yeraltı sarnıçları inşa ediliyordu.

Günümüz İstanbul’unun gözle görülür niteliği olan ve Valens’e atfedilen meşhur kemerlerin, eskiden Byzantium için inşa edilmiş olan Hadrianus su kemerinin parçası olması da muhtemeldir.

Constantius, 345 yılında İmparatorluk hamamları inşa ettirmeye başladı, fakat bunlar 427’ye kadar tamamlanmadı ve Valans zamanına kadar bir su şebeke sistemine ihtiyacı olduğu açıktı.

Kentin halk meydanları: geç IV yüzyılda ve erken V yüzyıllarda büyük oranda genişletildi.

Theodius, 393 yılında bugün Beyazıt Meydanı olarak bilinen yerde, Forum Tauri olarak adlandırılan, yeni bir kent merkezi için çalışmalara başladı ve bu meydana Theodosius’un İspanya kökenli büyük halefi Traianus’un Roma’daki sütununun aslına uygun bir kopyasını diktirdi.

Aynı meydana at üzerinde bir Theodosius heykeli dikildi ve bu heykel de Roma’daki bronz atlı Traianus heykeliyle çağrışım yapıyordu.

Theodosius böylece, Constantius’un 357’deki Roma ziyareti sırasında idrak ettiği tutkuyu, Constantinopolis’te gerçekleştirmiş oldu.

Roma’nın tersine, Marmara’daki Proconnessus madenlerinden getirilen mermere erişim Constantinopolis’te daha kolaydı.

Mimari unsurlar özellikle sütun gövdeleri, başlıkları ve üçgen çatı parçaları, başkentteki inşaat alanına gönderilmeden önce, madende hazırlanıyordu.

Tespit edilen en etkileyici parçalar, Forum Tauri için planlanan devasa sütun gövdeleridir.

Theodosius dönemi, Constantinopolis’ini en fazla temsil eden anıt, obelisk ve oyulmak suretiyle şekillendirilen ve üzerinde yazıt bulunan bu obeliskin kaidesiydi.

Muhtemelen 391/392 yılları arasında dikilen bu anıt, hipodromun ucunda hala ayakta durmaktadır.

Üzerindeki yazıtların Yunanca ve Latince dizeleri, bu obeliskin yeni konumuna dikilme başarısını (bu görev kent prafectusu Proclus’un nezaretinde gerçekleşmiştir) ve Theodosius’un gasıp Magnus Maximus’a karşı kazandığı zaferi kutlamaktaydı.

Rölyefler, Geç Roma devletinin iktidar yapısının görsel bir realizasyonudur ve İmparator ile tebaası arasındaki siyasi ilişkinin anlaşılması için, anahtar bir öneme sahiptir.

 

Erken V yüzyılın en önemli gelişmesi:

413’de yeni savunma sisteminin tamamlanmasıydı.

Surlar II Theodosius’un praefectus praetoriosu Anthemius tarafından inşa ettirildi ve 447 yılında bir depremden sonra yenilendi.

Başkente saldıranları, 20 m genişliğinde bir hisar hendeği, daire ve kare kulelerle takviye edilmiş, 5 m yüksekliğinde bir dış sur ve bunların gerisinde 12 m yükseklikte ve masif kulelerle takviye edilmiş, esas surlar bekliyordu.

Kuleler, kentte hazır bulunan orduya, kışla olarak da hizmet ediyordu.

Constantius, deniz surlarını inşa ettirmeye başlamıştı fakat bunlar, Vandalların neden olduğu denizden bir tehdide karşılık 440’larda güçlendirildi ve tamamlandı.

Contsantinopolis’in savunma sistemi, kent, 1204’de Haçlıların eline geçinceye kadar aşılamadı.

Theodosius surları, kentin müstahkem alanını, yaklaşık yüzde 40 arttırdı.

Öyle görünüyor ki, bu alan büyük oranda yeni iskana ayrılmış değildi, fakat içerisinde büyük köşkler, manastırlar, kiliseler ve çok sayıda geniş sarnıçlar barındırıyordu.

Constantius, surları olduğu gibi bırakıldı ve kenti, her ikisi de saldırılara karşı güvenli ana kent ve kenar kent bölgesi olarak böldü.

Trakya yarımadasının güney kıyısında Silivri’nin doğusundan başlayan ve Karadeniz’e kadar ulaşan 50 km uzunluğunda hendek ve kara suru inşa edilerek ve bu sur bir dizi küçük garnizon istihkamlarıyla takviye edilerek, kente ilave önemli koruma sağlanıyordu.

Roma’da olduğu gibi, kentteki kiliselerin sayısındaki kesin artış, IV yüzyılda değil, V ve VI yüzyıllarda oldu.

Ayasofya’nın batısındaki bakırcılar çarşısında Pulcheria tarafından inşa ettirilen Chalkoprateia’daki Theotokos Kilisesi ve yeni Theodosius surları yakınlarında bulanan Aziz İoannes Studios Kilisesi gibi, günümüzde bile mevcut olan en eski iki kilise dahil olmak üzere, II Theodosius ve Pulcheria’nın apaçık dindar yönetimleri döneminde, Notitia Urbis, kentte 14 kilise listelemekteydi.

En büyük artış, Iustinianus döneminde meydana geldi.

Procopius’un “yapılar” adlı eseri, Aya İrini ve Ayasofya gibi mevcut büyük yapıların listenin başında olduğu, bizzat İmparator tarafından kurulmuş 34 yeni yapıyı betimlemektedir.

Kilise inşasındaki hızlı büyüme, sadece kentin artan nüfusunun ibadet yeri ihtiyacıyla değil, daha ziyade İmparator başta olmak üzere, varlıklı ailelerin dini yapılarla güçlerini sergileme tutkularıyla açıklanmalıdır.

Bu rekabetin açık örneği: Constantinopolis’in en varlıklı senatör ailelerinden birinin kadın reisi Anicia Iuliana tarafından, kentin ikinci ve üçüncü tepeleri arasında inşa ettirilen Aziz Polyeuctus Kilisesiyle ortaya konulmaktadır.

Bu kilisenin boyutları ve  dizaynı, bilhassa Kudüs’teki Süleyman Tapınağının Eski Ahit proje planına karşılık geliyordu ve yapının günümüze ulaşan adak şiiri, Anicia Iuliana’nın inşaatçı olarak Constantinus ve Theodosius gibi İmparatorların emsali olduğu iddiasını ileri sürmektedir.

Iustinianus, 532’de Nika isyanı sırasında yakılıp yerle bir edilen kilisenin harabeleri üzerine, kendi büyük kilisesi Ayasofya’yı inşa ettirerek, bu meydan okumaya tam karşılık verdi.

İmparatorun kendi kişisel dinsel kaderinin taşta ve harçta gerçekleştiği, 532 ile 537 arasında tamamlanan Ayasofya, Iustinianus döneminin en büyük yapısıydı.

Iustinianus’un ve mimarlarının başarısı, Procopius’un yapının manevi etkisinin betimlemesinde ölçülmektedir.

 

“İnsan dua etmek için her ne zaman bu kiliseye girse, bu kadar güzel ortaya çıkan bu eserin, insan gücü ve yeteneğiyle olmadığını, fakat Tanrı’nın hükmüyle olduğunu hemen anlar. Ve onun için, zihni Tanrı’ya, yukarıya doğru yükselir ve çok uzak olmadığını hissettiren, fakat seçtiği bu yerde yaşamaktan bilhassa hoşlanan Tanrı’yı metheder.” (Procopius, Yapılar.)

 

Devasa kubbenin ilk tasarımı o kadar hassastı ki yapı 557’de bir depremde çöktü.

Fakat projeyi tamamlamak için var olan irade, Tralles’li Anthemius ve Miletus’lu İsidorus adlı iki mimarın ölümünden sonra bile kolayca vazgeçmeyecek kadar inatçıydı.

Kubbenin yeniden inşası 562’de tamamlandı.

Binanın, iki çağdaş hikayesi olan Procopius’un Yapılar adlı eserindeki uzun betimleme ve Paulus’un Silentiarus’un büyük kilisenin 562’de yeniden kutsanmasından sonra yazılan bir şiiri günümüze ulaşmıştır.

 

Roma gibi, Constantinopolis’in de imparatorluk üzerinde, surların ötesine giden bir etkisi vardı.

Kent, yerleşimciler için güçlü bir çekim merkezi olarak hareket ediyordu.

Zengin senatörler, kentin kuruluşunda Constantinus’a eşlik ettiler ve başta I. Theodosius’un ardından gelen İspanyol çevre olmak üzere, yönetici sınıf mensuplarının daimi göçü söz konusuydu.

İş bulma ümidinin ve garantili besin tedarikinin cezbettiği başkentin fakir halkı, farklı nedenlerden dolayı çok büyük sayılarla geliyorlardı.

Constantinus başlangıçta, İskenderiye’den getirilen tahılla kentin 80.000 sakinini beslemek için, devlet annonasına tedarik sağlıyordu.

İustinianus zamanına gelindiğinde, bedava besin tedariki alanların sayısı 600.000’i bulmuş olmalıdır.

Roma’daki gibi, levazım dağıtımının nihai sorumluluğu kent praefectusunun üzerindeydi.

Bu uygulamanın kökeni, Cumhuriyet döneminin sonlarında Roma’daki vatandaşlara bedava tahıl dağıtımındaysa da evrensel Roma vatandaşlığının yaratılması, organizasyonun yasal temelini dönüştürmüştü.

Geç İmparatorluğun devlet annoması, büyük kentlerin proletaryasını desteklemek için tasarlanan bir hizmet haline gelmişti.

Annona sistemi sadece Roma ve Constantinopolis’te mevcut değildi.

İskenderiye’de, Antakya’da ve hatta Mısır eyaletlerinin bir kasabası olan Oxyrhnchus’ta bile vardı.

Constantinopolis’e ulaşan tedarik zincirinin kolları, Karadeniz’e, ana tahıl kaynağı Mısır’a ve başlıca zeytinyağı kaynaklarından birisi olan Küçük Asya’ya kadar uzanıyordu.

Procopius, Çanakkale boğazının girişindeki Tenedos adasının, büyük gemilerin kargolarını daha küçük gemilere boşalttıkları ana antrepo olduğunu ifade etmektedir.

Küçük gemiler, boğazlara ve Marmara denizine doğru daha kolay yol alabiliyordu.

Zamandan yapılan tasarruf, bu gemilerin bir sezonda İskenderiye’de iki veya üç sefer yapmalarını mümkün kılıyordu.

Başkentin talepleri annoma sağlayan bölgelerin iktisadi yapıları üzerinde, dönüştürücü bir etkiye sahipti.

Üretim büyük ölçekli iyi organize olmuş üreticilerin ellerinde toplanıyordu.

Temel gıda maddesi ticareti, bilhassa amfora üretimi ve gemi inşaatı gibi zorunlu ikincil endüstriler yaratıyordu.

Ticari nakliye, Doğu Akdeniz’in başlıca endüstrilerinden biriydi.

Geç Antikçağ’da Mısır’ın devam eden refahı ve orada geniş malikanelerin artması, Nil vadisi hasadının Constantinopolis’te daimi bir Pazar açılımı bulması gerçeğinden kaynaklanıyordu.