Antakya

 

 

Antakya Atatürk Anıtı

Ülkemizin bir köşesindeki, güzel şehirlerimizden Antakya’da; nereyi gezelim, nereyi görelim, ne satın alalım, ne yiyelim gibi soruların cevapları, işte bu yazıda.  

 

EXPO 2021;

Medeniyetler şehri Hatay: Expo 2021 Fuarına ev sahipliği yapmaya hazırlanmaktadır. Sanırım pandemi nedeniyle, Temmuz 2021 tarihinde buraya yaptığım ziyarette bu konuda herhangi bir hazırlık göremedim.

Expo: kültür, tarih, eğitim, sanat, eğlence ve ticaret alanlarında yapılan bir yarışmadır. “EXPO” kelimesi, Dünya Sergisi ya da Dünya Fuarı anlamına gelir. Ev sahibi ülke tarafından: diğer ülkelerin, şirketlerin, ulusal ve uluslararası kuruluşların, özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin ve halkın davet edildiği bir dev organizasyondur.

Etkinlik 6 ay boyunca sürer. Evet pandemi tedbirleri nedeniyle fuar düzenlenemedi. 

ULAŞIM:

Antakya, belli başlı merkezlere bir hayli uzak. Ama: Tur şirketleriyle veya buralara yakın yerlere gittiğinizde, özellikle bu şehre uğramanızı tavsiye ediyorum. Çünkü, gerçekten ve özellikle antik dönemde büyük önemi olan bir şehir.

Evet: Antakya-İstanbul: 1131 km. Antakya-Ankara ise; 682 km. THY tarifeli seferi bulunması avantaj sayılabilir.

TARİHİ SÜREÇ:

Kent, tarihte, ilkçağlardan başlayarak, bütün uygarlıklar için önemli bir yerleşim yeri olmuş. Burada; MÖ.4 binden, günümüze kadar, Anadolu’da kurulmuş birçok uygarlığın, kültürün ve inancın izlerini görmek mümkün.

Evet, kentin eski adı; Antıoch. Büyük İskender’in ölümü üzerine, generallerinden Babil Saprapı Seleucos tarafından, MÖ.300 yılında kentin kurulduğu söyleniyor. Seleucos, kente, babasının adı olan “Antiochus” adını verir. Araplar tarafından ise, kent: Antakiye, Batı dillerinde ise, Antiochia olarak bilinmektedir. Kent, Anavatan’a katıldıktan sonra, Antakya adını alır.

MÖ.64 yılında, kentte Roma egemenliği görülür. Bu dönemde: Roma imparatorluğunun önemli eyaletlerinden biri haline gelir. Öyle ki; Roma ve İskenderiye’den sonra, dünyanın üçüncü büyük kenti ve Suriye’nin başkenti olur.

MS.340 ve 528 yılları arasında; yangın ve deprem gibi doğal felaketler; kenti yakıp-yıkarak yok eder. Ancak, Bizans imparatoru İustinanios tarafından, kent, yeniden imar edilir. 638 yılında, Arapların işgali görülür.

Sonraki dönemlerde ise, Bizans ve Araplar arasında, sürekli olarak el değiştirir. 1084 yılında, Türk’ler bölgede görülür.

Antakya’da iki devlet kurulduğunu söylemiştim. İlk devletin kuruluşu: 1098 yılında, Kudüs için seferler düzenleyen Haçlılar bölgeye gelir. Kent kuşatılır ve ele geçirilir, Antakya’da bir devlet kurulur. Bu Antakya Haçlı Devleti; 171 yıl devam eder.

1268 yılında, Memlüklüler tarafından yıkılır. 1561 yılında, Osmanlılar kenti ele geçirir. 1918 yılında ise; Fransızların işgali gündeme gelir. 1921 yılında imzalanan Ankara Antlaşması ile, kent, Fransız idaresine terk edilir ve atanan bir vali tarafından yönetilmeye başlanır.

1937 yılında: önce Suriye ve sonra Hatay’ın bağımsızlığının kabulü görülür. 1938 yılında ise; Hatay Meclisi toplanır ve Hatay Devleti resmen kurulur.

Yani tarihte kentte kurulan ikinci devlet gündeme gelir. Ancak, kurulan bu devlet, on aylık süre sonunda, 1939 tarihinde, Anavatan’a, Türkiye’ye katılır.

İmparator ve gezginler; tarih boyunca, kente hayranlık duyarlar ve “Doğunun Kraliçesi” olarak tanımlarlar. Roma döneminde; MS.4’ncü yüzyılda yaşamış ünlü tarihçi yazar Marcellinus; ” Dünyada hiçbir kent, ne topraklarının bereketi, ne de ticaretteki zenginliği bakımından, bu kenti geçemezdi ” diyerek, Antakya’nın antik dönemdeki önemini ortaya koymaktadır.

Antakya

GENEL:

Bu şehir; insanları büyüleyen bir abide gibidir.
Asi nehrinin bereket saçtığı topraklar üzerine kurulmuştur. Asi nehri kenti ikiye böler ve kent yaşamında önemli bir yeri vardır. Modern yerleşim, nehrin batı yakasında gelişirken, doğu yakasıdaki eski kent ise, günümüzde halen değişime direniyor.

Özgün mimari dokusunu muhafaza etmeye çalışıyor. Kentte yaşayan insanların çoğunluğu, yoğun şekilde Arapça konuşmakta.

Dükkanlarda Arapça isim levhaları görmeniz mümkün. Kentin sokaklarında, Arap plakalı araçları gördüğünüzde önce şaşıracaksınız, ama daha sonra bolluğuna alışacaksınız.

Evet; Hatay’da, tarihi süreç içinde, kentin adını taşıyan iki devlet kurulmuş olması ilginç. Ayrıca: burada, üç din buluşmuş. Cami, kilise ve sinagog yan yana.

Ezan sesi, çan sesi birbirine karışıyor. Ama; inanın kimse kimseye karışmıyor. Bu yüzden; UNESCO tarafından, kent ” Barış Kenti ” seçilmiş.

Antakya İpeklileri

ANTAKYA’DA NE SATIN ALINIR:

Antakya’da, uzun çarşıdan veya yerel pazarlardan: küflü peynir, nar ekşisi, biber salçası, kırmızı pul biber, zeytin yağı, buraya has oldukça küçük taneli zeytin, defne  sabunu satın alabilirsiniz.

Harbiye’nin ipek mamulleri de gerçekten güzel ama gezdiğim sürede, birkaç yerde satılan ipekli şalların genellikle yurt dışından getirildiğini ve gerçekten saf ipek olmadığını gördüm ve almadım.

Hatta: ipekli gravat almak istedim, satıcı dedi ki, ipek oranı çok düşük vazgeçtim. Antakya çarşılarından bence sadece gıda türü maddeler satın alın.

 

Antakya Künefe

ANTAKYA’DA NE YENİR-NE İÇİLİR:

Peynirli künefe tatlısını mutlaka tadın. Künefe, hiçbir yerde buradaki kadar lezzetli olamaz. Şalgam suyu için. Bir yerliye en iyi şalgam nerede satılır dedim.

Cevaben: “Antakya’da kötü şalgam yoktur, çünkü hepsi el, ev yapımıdır” dedi. Takdir sizin şalgamın tadına bakın ve satın alın. 

Evet, humus. Birkaç çeşidi olan bu meze türü yiyeceği mutlaka ve mutlaka tadın.

Peki: yiyecekler, kebaplar yokmu? Lüks mekanlar var, normal yerler de var, lezzet çoğu yerde aynı, sadece fiyatlar değişiyor. 

Hani künefe dedim ama bu yörede özel bir kabak tatlısı da var, bence onu da deneyin, yemek yediğim bir yerde özel dizayn edilmiş bir kabak tatlısı getirdiler, gerçekten harika idi. Ay: kabak tatlısı, yıldız ise ceviz reçeli idi. 

GEZİLECEK YERLER:

Antakya Asi Nehri

ASİ NEHRİ:

Asi nehri: Lübnan dağlarında Beka vadisinden Ayn-el Tine kesiminden doğar. Suriye’nin Hama ve Humus şehirlerini geçtikten sonra Hama yakınlarında güçlü bir kolla birleşen nehir, 22 km boyunca uzanarak Türkiye-Suriye doğal sınırını oluşturur.

Ülkemiz topraklarında 380 kilometre yol alan Asi nehri, Hatay topraklarında ise 94 km ilerler. Asi nehrinin toplum uzunluğu 556 km dir ve bu uzunluğun 366 km bölümü Suriye’de, 98 km bölümü Türkiye’de ve 40 km lik bölümü ise Lübnan’dadır.

Samandağ ilçesinden denize dökülür. Samandağ ilçesinde harika kumsal, asi nehrinin denize döküldüğü yerde getirdiği pislik nedeniyle pek te tercih edilmeyen bir yer haline gelmiştir. 

Peki nehre neden “Asi” ismi verilmiştir. Bunun iki sebebi olduğu söyleniyor.

1-Geçmiş dönemlerde asiliği tutarak, sık sık yatağından çıkarak sel baskınlarına sebep olması nedeniyle,

2-Doğduğu istikamete ters akması” yani ters bir yol izleyerek denize dökülmesi nedeniyle.

Asi nehri: antik dönemde, doğudan gelen nehir anlamında “Orantes” ismiyle bilinmektedir. Bir dönem ise “Nehr-i Maklub-un “ (Abu hayat-Ölümsüzlük suyu) olarak da isimlendirilmiştir.

Antakya Asi Nehri

Asi nehrinin oluşmasıyla ilgili Efsane:

Çok uzun yıllar önce, Samandağ yöresinde bir “hayat suyu” vardır. Suyun başında bir ejderha beklemektedir. Ejderha, bu hayat suyundan bir yudum vermek için, her yıl bir genç kız kurban edilmesini şart tutarmış. 

Hızır: bunu duyar ve kurban edilecek genç kız ile birlikte, suyun başında, ejderhayı bekler. Ejderha, kızı almak üzere bulunduğu mağaradan çıkıp gelir. 

Hızır, mızrağını ejderhanın yüreğine saplar ve ejderha acılar içinde oradan uzaklaşır, başını Lübnan dağlarına çarpar. Ejderhanın açtığı yarıklardan bir yol bulan hayat suyu: akar ve denize ulaşır.

 

Evet Asi nehrini anlatmaya devam edelim.

4’ncü yüzyılda, Hindistan ve diğer doğu ülkelerinden gelen gemiler: Akdeniz’den Asi nehrini takip ederek Antakya’ya kadar gelebiliyorlarmış.

Roma köprüsünün çevresinde, nehir kıyısında uzun bir rıhtım ve geniş bir Agora yani meydan bulunmaktaydı.

Hindistan ve uzak doğudan gelen mallar, gemilerden rıhtıma boşaltılır, rıhtım sandık, balya ve çeşitli ticaret eşyalarıyla dolup taşardı. Cariyeler, halayık ve köleler esir pazarında satılırdı.

Antakya yöresinde meydana gelen depremler, Asi nehrinin zaman zaman yatak değiştirmesine sebep olur. Yine bu depremlerde rıhtım, Agora ve şehrin alt bölümü yıkılıp yok olur.

Günümüzde “Hayat Suyu” denen Asi nehrinin kenarı boyunca: birçok işletme bulunmaktadır. Bu işletmelerin atık suları, Asi nehrine dökülmektedir. Ayrıca Antakya ve Asi nehrine sınırdaş belediyelerin kanalizasyon işlevini de yürütmektedir. Yakın bir zamana kadar Akdeniz’den Roma köprüsüne kadar gelen martılar günümüzde gelmez olmuşlardır.

Büyük Antakya Parkı

BÜYÜK ANTAKYA PARKI:

Köprünün yanından başlayan park oldukça uzun ve geniştir.

Geçmişi Osmanlı dönemine kadar gider, hatta Fransız işgal döneminde parkın Fransızlar tarafından genişletildiği de söylenir.

Park: Asi nehrinin iki kıyısı boyunca uzanır. Nehir kıyısı boyunca yürüyüş parkuru vardır.

Büyük Antakya Parkı

50 dönümden fazla bir alanı kapsar. Her yaştan insan buradadır.

Buraya “Antakya’nın vahası” denilmektedir. Çünkü park alanında, Akdeniz bölgesine özgü çok sayıda ağaç türü vardır. Ayrıca yine park sahasında, çok sayıda süs havuzu ve çay bahçesi bulunuyor.

Park alanında minik bir “Hayvanat Bahçesi” vardır.

Son bir not: Park alanında çok sayıda Suriyeli bulunuyor.

Antakya Ulu Cami

ULU CAMİ:

Asi nehri kenarındadır. Habib-i Neccar camisine oldukça yakındır. Çevresini künefeciler sarmıştır.

Memluk döneminde yani 16’ncı yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir. Ancak sonrasında Osmanlı döneminde onarım görmüştür. Caminin mimarı bilinmemektedir. 1872 yılındaki depremde hasar gören cami, 1874 yılında onarım görmüştür.

Antakya camileri içinde en büyüğü ve en eskisidir. Caminin içi son derece sadedir. Caminin içinde kıymetli halılar ve cami duvarlarında altın harflerle yazılmış ayetler görülür.

Antakya Ulu Cami

Mimari özellikleri:

Mimarisi, Selçuklu tarzını yansıtır. Doğu-batı yönünde dikdörtgen planlıdır. Tonozlu ve düz çatılıdır. Kitabesinde Hicri 1117 tarihi yazılıdır.  Avlusu: geniştir, taş döşeli ve şadırvanlıdır.

Caminin en farklı özelliklerinden birisi, kıble tarafına küçük bir pencere açılmış olmasıdır. Muhtemelen şehrin sıcaklığı nedeniyle böyle bir uygulama yapılmıştır.

Antakya Ulu Cami
Minare:

Yüksek minaresi: silindirik gövdeli, şerefeli ve sivri külahlıdır. Minare özerindeki bir kitabede 1704 tarihi yazılıdır ki, bu tarih muhtemelen onarım kitabesidir.

Camiye ait eski dönem gravürlerinde: minaresin 200 yıl önce de aynı stilde olduğu görülmektedir.

Hatay Kurtuluş Caddesi

KURTULUŞ CADDESİ (HEROD CADDESE)

Kışla binası ve Dörtayak mahallesi arasındadır. Kentin büyük bir bölümünü adeta ortadan ikiye böler. MÖ 300’lü yıllardan itibaren, kentin haritalarına bakıldığında, hepsinde de aynı yerde ve boydan boya uzanan bir aksın varlığı görülebilir.

Kurtuluş Caddesi, antik dönemde, Ortadoğulu zenginlerin alışveriş yaptıkları ve geceleri meşaleler kullanılarak aydınlatılan bir caddedir.

Caddenin eski ismi Herod Caddesidir.

Ancak Hatay’ın Fransız işgalinden kurtuluşuna atfen “Kurtuluş” adı verilmiştir.

Cadde 11 metre eninde ve 1.3 km uzunluktadır.

Günümüzde, caddenin her iki tarafında da tarihi Antakya evleri bulunmaktadır.

Burası dünyanın aydınlatılan ilk caddesidir. Evet, burayı gezmek isterseniz, Habib Neccar Camisinin önündeki caddedir, günümüzde pek bir özelliği kalmamış zaten tanıtmak için herhangi bir gayrette yok, normal bir caddede yürür gibi burada yürüyebilirsiniz. 

Antakya Hatay Devleti Meclis Binası

HATAY DEVLETİ MECLİS BİNASI:

Asi nehrinin hemen yanındadır. Temmuz 2021 tarihinde Hatay’ı ziyaret ettiğimde burası kapalıydı, sanırım tadilat yapıyorlar. 

Türkiye ve Fransa arasında, 1921 yapılan bir anlaşma ile, Antakya ve İskenderun’u kapsayan Hatay, Türkiye sınırları dışında özel bir statüye sahip oldu. 

Bina: Köprübaşı mevkiinde Fransız Mimar Leon Beonbenjuda tarafından, 1927 yılında sinema salonu olarak yapılmıştır. Bu sinema salonunu yapan Fransızlar, buraya “Empire” yani “İmparatorluk” ismini verirler.

10 Ocak 1933 günü, burada ilk sesli film gösterimi yapılmıştır.

2 Mart 1933 günü ise, “İstanbul Sokakları” isimli ilk Türkçe film oynatılmıştır.

Daha sonra Hatay Devleti tarafından meclis binası olarak kullanılmıştır.  

24 Ağustos 1938 tarihinde Hatay’da seçimlere gidildi. Seçimler sonucunda oluşan meclis, 2 Eylül 1938 tarihinde açıldı ve “Hatay Cumhuriyeti” ilan edildi.

Antakya Hatay Devleti Meclis Binası

5 Temmuz 1939 tarihinde Hatay’ın anavatana katılışı kararı, bu binada alınmıştır. Hatay devletinin siyasi ömrü 10 ay 21 gün olmuştur.

Ardından, Türk ordusunun Hatay şehrine girmesinden sonra sinema salonu olarak kullanılmaya başlanan binanın ismi “Gündüz Sineması” olmuştur.

1970’li yıllara kadar sinema salonu olarak kullanıldı, bu dönemde süre, dönemin erotik filmleri oynatılmış ve halkın gözünde kötü bir izlenim oluşmuştur.

2008 yılında, binanın mülk sahipleri, yapıyı işletme olarak kullanılmak üzere, Hataylı bir aileye 20 yıllığına kiralanmıştır.

Antakya Hatay Devleti Meclis Binası

Yine aynı yıl bina, 1 milyon TL harcanarak restore edilmiş ve “Kültür Sanat Merkezi” olarak halkın hizmetine sokulmuştur. Binanın bir bölümü ise küçük esnafın kullanımına açılmıştır. Kültür ve Sanat merkezi olarak kullanılan bölümde, Hatay Devletine ait bir kısım obje sergilenmiştir.

Binanın altına ise bir künefeci açıldı ve ismi “Meclis Künefe” oldu. Bu gelişmeler, Hataylıların tepkisine neden oldu. Çünkü Hataylılar binanın müze yapılmasını istiyordu.

2019 yılında ise, tarihi meclis binası ve yanındaki ev, Hatay Valiliği tarafından kamulaştırılmıştır.

Şu anda, binada kullanılan koltuklar, Hatay Meclisi döneminde de milletvekilleri tarafından kullanılmış ve günümüze sağlam olarak gelmiştir.

Kamulaştırmanın ardından yapılan restorasyon çalışmalarıyla: Meclis binasının 450 kişilik eski sinema salonu kültür ve sanat merkezi haline dönüştürülecektir. Bunun üst kısmı ise kütüphane olacaktır.

Meclis binasının bitişiğindeki konak ise, mutfak sanatları merkezi ve akademisi olarak hizmet verecektir. Burada turistler kentin yöresel lezzetlerini Asi nehri manzarasını izleyerek tadabileceklerdir.

Antakya Habib-İ Neccar Camii

HABİB-İ NECCAR CAMİİ:

Hatay merkezinde Kurtuluş Caddesinde Uzun çarşının yanındadır. Buraya kendi aracınız ile gelirseniz, otopark sorun olabilir, bu yüzden aracınızı ileriye park edip yürüyerek buraya gelebilirsiniz.

Tam bir otopark sorunu var, bence Kurtuluş Caddesinde ilk bulduğunuz yere aracınızı park edin ve yürüyün, çünkü önlerinde veya yakınlarında asla araç park edecek yer yok. 

Caminin arkasında Habib-i Neccar dağı vardır.

Cami: Roma dönemine ait bir Pagan tapınağı, Hıristiyanlığın kabulündün sonra kiliseye çevrilir. Ebu Ubeyde Bin Cerrah’ın Antakya şehrini fetih etmesinden sonra: MS 638 yılında Habib-i Neccar adına yapılan ilk camiden günümüze pek bir şey kalmamıştır.

Anadolu’da yapılan ilk cami olarak bilinir.

Takip eden süreçte: 1268 yılına kadar şehri kim aldıysa yapı bir cami, bir kilise olmuştur. Bu tarihte Antakya’yı kuşatarak buradaki Haçlı Prensliği idaresine son veren Sultan Baybars: yıktığı kenti daha sonra yeniden imar etmiştir.

Baybars kentte bir kilisenin yerine, cami yaptırdığını belirtmişse de, bunun hangi cami olduğu belli değildir.

Ancak külliyenin kuzey yönündeki medrese hücrelerinin avlu cephesinde bulunan, özgün yerinde olmadığı, sonraki bir yapım ya da onarım aşamasında buraya konulduğu anlaşılan kitabede: Baybars’ın unvanı olan “el Melik’üz Zahir” ifadesi bulunmaktadır.

Antakya Habib-İ Neccar Camii
İsneyn Türbesinin kapısı üzerinde bulunan ve 1474 tarihini içeren kitabede de Memlük egemenliği dönemine denk gelmektedir.

İbn Batuta (1304-1369) Seyahatnamesinde: Antakya’da “Şehirde Habib Neccar’ın kabri var, yanı başındaki tekkede gelip geçen yolculara ve gariplere yemek ikram edilir” demektedir.

Evliya Çelebi: “Aşağı şehirde, Habib Neccar tekkesi vardır. Dervişlerle doludur. Çukur bir yerde yapılmıştır” diye anlatmaktadır.

18 ve 19’ncu yüzyıllarda, külliyenin çeşitli bölümlerinde değişik tarihlerde onarımlar yapıldığı kayıtlıdır.

Avlu taç kapısı üzerindeki kitabede de buranın halkın gayretleriyle 1863-1864 yılları arasında yapıldığı belirtilmektedir.

Antakya Habib-İ Neccar Camii

Şadırvan kitabesine göre, 1853-1854 tarihlerinde yapılmıştır.

Harim taç kapısında ve şadırvandaki kitabelerde: Habib-i Neccar’dan “Sahib-i Yasin” olarak bahsedilmektedir.

Batıdaki medrese hücrelerinin avlu cephesinde bulunan kitabede: Halil Ağa tarafından yaptırılan medresenin, Mürselzade tarafından 1863-1864 yılları arasında onarıldığı belirtilmektedir.

Evet, günümüzde görülen cami, Osmanlı dönemi yapısıdır ve 1857 yılında yapılmıştır.

Antakya Habib-İ Neccar Camii Kapısı

Habib-i Neccar Külliyesi;

Zamanla, burası bir külliyeye dönüştürülmüş, caminin çevresine iki türbe, medrese hücreleri ve şadırvan yapılmıştır.

Külliyeyi oluşturan yapılar, yamuk biçimli bir avlu çevresinde toplanmıştır. Avluyu çevreleyen yapılar: doğuda ve güneydeki yollarla sınırlanır.

Külliye avlusuna: doğuda, Kurtuluş Caddesi üzerindeki ana girişi bir taç kapı ile sağlanır. Taç kapı kütlesi: eyvan biçimde düzenlenmiştir ve avlu duvarından yüksek tutulmuştur.

Antakya Habib-İ Neccar Camii Şadırvanı

Çevresi medrese odalarıyla çevrilidir. Avlusunda bulunan şadırvan, 19’ncu yüzyıl yapısıdır. Bahçesi geniştir ve içinde limon ve portakal ağaçlarının altında oturmak için banklar vardır.

Ama özellikle burayı ziyaret ettiğimde, tuvalet dikkatimi çekti, caminin tuvaletini kullanma paralıydı. Sanırım para verip tuvaleti kullanılan tek camilerden birisi burada. 

Antakya Habib-İ Neccar Camii içi
Caminin mimari özellikleri:

Cami, küçük dikdörtgen yapıdadır. Kesme taşlardan yapılmıştır. Caminin içi büyük değildir. İç dizaynı oldukça güzeldir.

Caminin tek minaresi vardır. Türbenin güneybatı köşesine birleşen ve avluya doğru çıkıntı yapan minarenin, kare planlı kaidesi üzerinde, mukarnasla geçirilen, çokgen planlı gövdesi yükselir. Şerefe, bölgesel özellikte, şemsiyeli tipte yapılmış, üstü kapatılmıştır.

Cami: iki katlı türbenin üzerine inşa edilmiştir.

Avlunun güneyine yaslanmış durumdadır ve bu yöndeki yolu sınırlar.

Ortada kubbe, zeminleri yüksek tutulmuş iki yanda ise haç tonozlarla örtülmüştür. İç mekan: kalem işi bezemelerle zenginleştirilmiştir. Mihrabın sağında bulunan minber mermerdir.

Avlunun kuzey ve batı kenarlarında, medrese hücreleri sıralanmıştır. Bunların doğrultuları da külliyeyi oluşturan diğer yapılar gibi camiye paralel değildir, avlunun yamuk planına uydurulmuştur.

Şadırvan: avlunun kuzeybatı köşesinde, iki ayrı gurup halinde inşa edilmiş olan medrese hücreleri arasında kalan ve avlu zeminine göre daha düşük kotta bulunan boş alanda yerleştirilmiştir. Su haznesi on iki gen planlıdır ve Barok üslupludur.

 

Habib-i Neccar:

Kuran-ı Kerim’de Yasin suresine göre: MS 40’lı yıllarda yaşamıştır. Marangozluk yaptığı için Neccar ismiyle anılmıştır. Şehrin yakınında bulunan dağdaki mağarada Allah’a ibadet ediyor ve puta tapanlardan ayrı yaşıyordu.

Dağda koyunlarını otlatırken iki elçiyle karşılaştı. (MS 33) Onlara kim olduklarını ve nereden geldiklerini sordu.

Elçiler “Biz Hz İsa’nın elçileriyiz. İnsanların putları terk edip Allah’a ibadet etmelerini hatırlatmak ve gelecek olan son peygamber Hz Muhammed’i müjdelemek üzere geldik” dediler.

Habib-i Neccar: “ Elçi olduğunuzu ispat edecek bir deliliniz varmı?”

Elçiler “Biz Allah’ın izniyle hastaları iyileştirir, körlerin gözünü açar ve ölüyü diriltebiliriz” dediler.

Habib-i Neccar; iki yıldan beri hasta olan çocuğunu onlara gösterdi ve onu iyileştirmelerini istedi. Elçiler Allah’a dua ettiler ve çocuk iyileşti.

Bunun üzerine Habib-i Neccar, elçilerin davetini kabul etmiş ve müjdelenen son peygamber Hz Muhammed’in geleceğini 600 sene önceden kabul ederek O’na iman etmiştir.

Elçilerin davetini kabul etmeyen halkın, onları öldürmek istediğini duyan Habib-i Neccar, şehrin uzağından koşarak gelmiş ve halka nasihat ederek, elçilere inanmalarını istemiştir.

“Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi. Ey kavmim, bu elçilere uyunuz” dedi. Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere uyunuz. Çünkü onlar kurtuluşa ermiş kimselerdir.” (Kuran-ı Kerim 26/20-21)

Şehrin halkı O’nun nasihatini dinlemedi, Habib-i Neccar’ı taşlayarak öldürdü. Şehit olan Habib-i Neccar Allah tarafından cennetle müjdelendi.

“Gir cennete denildi. Rabbimin beni bağışladığını ve beni ödüllendirdiğini keşke kavmim bilseydi” dedi. (Kuran-ı Kerim 36/26)

Bir söylentiye göre, Habib-i Neccar’ın kafası kesilir, kesilen başı tepeden aşağıya yuvarlanır ve caminin bulunduğu yere gelir.

Üç elçiyi öldüren şehir halkı ise, korkunç bir ses ile helak edilirler.

 

Türbeler:

Minarenin sağında: Habib-i Neccar ve solunda ise: Yahya Barnabas ve Yunus Pavlos türbeleri vardır. Her iki türbede hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar tarafından ziyaret edilmektedir.

Antakya Habib-İ Neccar Camii Habib-i Neccar Türbesi
Habib-i Neccar Türbesi:

Habib-i Neccar kabrine: minarenin sağındaki kapıdan girilir, sağa doğru inen  merdivenler takip edilir, sonra bir ahşap merdivenlerden bir kat daha aşağıya inilir. Yani yerin 4 metre altındadır. 

İki katlı türbe, cami hariminin altında, doğu tarafından kalır. Türbe ile harimin eksenleri farklı doğrultudadır.

Türbenin ekseni caddeye, kentin antik dönemdeki ızgara planlı yol dokusuna paraleldir.

İlk katı kareye yakın dörtgen planlıdır.

İkinci kat daha küçük boyutludur. Biri kuzeybatı duvarındaki bir niş içinde, diğeri kuzeydoğu duvarına paralel doğrultuda olmak üzere, iki ayrı sanduka yerleştirilmiştir.

Sandukalardan kuzeydoğu duvarda olan Habib-i Neccar’ın, kuzeybatı duvarda olan ise Şem(un Safa’nın (Yasin Suresinde sözü edilen üçüncü elçi olduğuna inanılan kişinin) makamlarını temsil etmektedir.

Habib-i Neccar’ın taş sandukası burada yani caminin temeline yakın bir yerdedir.

Habib-i Neccar ile Peygamber Şemun Sefa’nın taş sandukaları aynı odadadır.

Şemun Sefa: 1000 yıl boyunca, silahını omuzundan çıkarmadan cihat etmiş bir peygamberdir. Bu peygambere imrenen sahabeler: “keşke biz de o kadar yaşayıp cihat etseydik” demişlerdir.

Kadir suresinin, bu olaydan sonra müjdelendiği söylenmektedir. Bu yüzden Kadir gecesi, 1000 aydan daha hayırlıdır denir.

Son bir söz, türbenin zeminindeki halı ıslak ve çok rutubetlidir, bu yüzden türbeye girerken çoraplarınızı çıkarmanız önerilir.

Halk arasında, türbe ziyaretinin çeşitli hastalıklara iyi geldiği rivayet edilmektedir.

Antakya Habib-İ Neccar Camii Türbe
Bir diğer türbe ise:

İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya (Pavlus) a aittir.

Cami avlusunda zeminde, yani diğer türbe gibi, yerin altına inilmeyen bir odada bulunan bu türbede: çift başlıklı bir sanduka bulunur. Sanduka: İslami kurallara uygun olarak doğu-batı doğrultusunda konumlandırılmıştır.

Burada alışılmışın dışında, iki kişinin mezarını simgeleyen tek sanduka yapılmış, orta kısmı, yükselen üçgen prizma biçiminde vurgulanan sandukanın, baş tarafına, prizmanın sağına ve soluna iki ayrı başlık yerleştirilmiştir.

Böylece burada hem iki ayrı kişinin gömülü olduğu hem de adeta elçilikleri ve halkın kendilerini yalanlamasıyla ilgili kader birliktelikleri ifade edilmiştir. Bu özelliğiyle yapı “İsneyn Türbesi” (Çifte Türbe) olarak da anılmaktadır.

Evet burası günümüzde Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilir. Burada ilginç bir durum var, yerli halk bu türbeye de dua etmektedirler, çünkü bunların da sonradan Müslüman olduğuna inanırlar. Bunların: Yahya ve Yunus Peygamber olduklarına inanılıyor.

 

HALİL AĞA CAMİİ:

Oğuzlar Caddesi üzerindedir. Cami, 1958 ve 1992 yıllarında tamamen yenilenmiştir. Orijinal camiden günümüze sadece kuzey cephesine yerleştirilen kitabesi kalmıştır. Kitabeye göre: Cami, Halil Ağa tarafından 1729 yılında yaptırılmıştır. 

 

ŞEKERCİK CAMİİ:

Dut Dibi Mahallesi Şekercik Sokaktadır. 

Şekercik Camii: günümüze sadece minareli taçkapısı ve yanındaki çeşmesi ile gelmiştir. Avlunun kuzeyine çekilmiş olan harim bölümü, yakın zamanda yenilenmiştir.

Yapının dikkate değer orjinal bölümü: minareli taç kapısıdır. Sokağa sivri kemerli kavsarası ile açılmaktadır. Taç kapı üstten silmelerin oluşturduğu üç yanı dolaşan kornişle bölünmüştür. Bunun üzerinde oluşturulan pahla minare kaidesine geçilmiştir.

Minare sekizgen gövdelidir, batı cephesinde minare kapısı bulunur. Minarenin kısa gövdesinden silmelerden oluşan kornişle, şerefeye geçiş sağlanır. Şerefe, çirkin beton korkuluklarla yenilenmiş ve orijinalliğini kaybetmiştir. 

Minareli taç kapı avluya çıkan merdivenlerin bulunduğu alana sivri kemerli derin bir eyvan biçiminde açılmaktadır. Yapının meyilli bir arazide kurulmuş olması sebebiyle sokak ve avlu zemini arasında kot farkı vardır.

Harimin orijinalde, Sofular Camiinde olduğu gibi, günümüzdeki avlunun güneyde olduğunu düşündürür. Minarenin doğu cephesinde bulunan yüzeyden taşkın giriş bölümü ve kapı üzerindeki kornişin bu cephede devam etmeyişi, yeni caminin girişinin güneyden verilmiş olması, harimin asıl yerinin güneyde ve minariyle bağlantılı olduğunu düşündürür. 

Evet, caminin ilk inşa edildiği tarihle ilgili bilgi yoktur. Caminin yanında bulunan çeşme, kitabesine göre 1286 yılında yaptırılmıştır.

Ayrıca Kiremitli Caminin minaresinin ikinci onarımından kalan yıldız şeklindeki pencerelere burada da rastlanır. Cami, muhtemelen 1869 yılında inşa edilmiştir. 

Antakya Uzun Çarşı

UZUN ÇARŞI:

Uzun çarşı: Atatürk Heykelinin bulunduğu Belediye Meydanına kadar devam eder. Her ara sokak ve caddede: farklı meslek gurubu bulunur.

Uzun çarşıdaki örgütlenme: Osmanlı dönemindeki lonca sistemini hatırlatır. Burada kunduracılar çarşısından çıkıp, el işi çarşısına girilebilir. Oradan dokumacılar çarşısına geçmek mümkündür.

Uzun çarşıda: geleneksel el işçiliğinden, yemeklerine, giyiminden teneke işçiliğine kadar her türlü mesleğin icrasını görmek mümkündür.

Uzun çarşıya yolunuz düşerse satın almanız için önerilerim şunlardır: nar ekşisi, biber ve domates salçası, kırma yeşil zeytin, tuzlu yoğurt, Antakya peynirleri (yassı, dil, örgü, çökelek gibi), taze kekik (zahter) olabilir. Nar ekşisinin en lezzetlisini burada bulabilirsiniz.

Bunun dışında uzun çarşı da ziyaretçileri bekleyen tek şey insan kalabalığı. 

Antakya Aromatik Bitkiler Müzesi

AROMATİK BİTKİLER MÜZESİ:

Ülkemizde bulunan yaklaşık 10 bin bitkinin 3300 tanesi endemiktir.

Hatay yöresine kayıtlı 2000’den fazla bitkinin ise, 300 tanesi endemiktir.

Yani, ülkemizde yetişen endemik bitki türlerinin yüzde 10’u Hatay yöresinde yetişmektedir. Bu bitki türlerinin çoğu: tıbbi ve aromatik bitkilerdir.

Bölgede tespit edilen tıbbi ve aromatik bitkileri tanıtmak için: 2012 yılında ülkemizdeki ilk tıbbi ve aromatik bitki müzesi açılmıştır.

Müze: eski bir Hatay evinde iki katlıdır. Yani, aynı yerde hem tarihi hem de doğal güzellikleri görebilirsiniz.

Müzede: 280 tane tıbbi ve aromatik bitki görülebilir.

Şifalı ve aromatik bitkiler: kavanozlar ve el örgüsü sepetlerde sergilenmektedir.

Bu bitkilerden bazıları: adaçayı, civanperçemi, kuru üzüm, böğürtlen, örümcek ağı, fesleğen kökü, meyan kökü, taş nane, böğürtlen kökü, erguvan kökü, pelin, hatmi gülü vb.

Müzenin zemin katında: çok hoş bir koku ile karşılaşılır, ekstraksiyon odalarında bitkilerin yağlarını görebilir ve ne için kullanıldıklarını öğrenebilirsiniz.

 

Antakya Ortodoks Kilisesi

AZİZ PAUL ORTODOKS KİLİSESİ-AZİZ PİYER VE AZİZ PAUL KİLİSESİ:

Kışla Saray Hürriyet caddesindedir. Yani, Valiliğe giderken önünüze çıkar.

Hz İsa’nın havarilerinden Barnabas ve Paulos, MS 42 yılında Antakya kilisesini tesis etmişlerdir. Kilise, MS 45-53 yılları arasında, 8 yıl süreyle Petrus tarafından yönetilmiş, daha sonra Petrus Roma’ya gitmiş ve oradaki kiliseyi tesis etmiş ve orada şehit düşmüştür.

Kilisenin yapımına 1860’lı yıllarda başlanmış ve Bizans mimari stiline uygun olarak inşa edilmiştir.  1862 yılında ölen Mihail isimli birisi için, kilisede sol sütun üzerinde 2 metre yükseklikte taş üzerinde 12 satırlık bir şiir yazılıdır.

Çünkü Mihail’in anne ve babası kiliseye çok büyük para hibe etmişler ve ölen oğullarının hatırasına bu şiirin yazılmasını istemişlerdir.

Antakya Ortodoks Kilisesi

Ancak kilise: 1872 yılındaki depremde büyük hasar görmüştür.

Ardından: Rus mühendislerin yardımı ile tekrar inşa edilmiş ve yapı 1900 yılında tamamlanmıştır. Yapıda biraz Rus mimari stili etkisi görülmektedir.

Hıristiyan dünyası için çok önemli bir kutsal yer olduğu söyleniyor. Hatta: yapıldığı tarihte Kudüs kilisesinden sonra, en büyük ve en önemli kiliseymiş.

Ana kilise olarak kabul ediliyormuş. Bu durum yani buranın kutsal bir yer olduğu hususu “İncil” de belirtiliyormuş.

Ancak ilk yapıldığında ahşap olduğu söyleniyor. Zaman içinde depremler ve yangınlar sonucu harap olunca, 1900 yılında günümüzde görülen kilise yapılmıştır. 1911 yılında Patrik IV Gregorios zamanında yapının kuzeyinde bir Ruhban Okulu yapılmıştır. Yapı günümüzde Karşılama Salonu olarak kullanılmaktadır.

Antakya Ortodoks Kilisesi
Ancak günümüzde Antakya Ortodoks Patriği: Şam şehrinde ikamet etmektedir.

Yapı dikdörtgen planlıdır, sağında çan kulesi vardır. Avlusu revaklarla çevrilmiştir.

Kilisenin heykel bölümünde: gümüş üzerine inci işlemeli, altın bir bardak kapağı ve tepsisi vardır. Ayrıca: kilisede Bizans, Rus ve Suriye menşeli antika ikonalar bulunmaktadır.

Kilisenin vaftiz kuyusu (Taufe Curunu), antika taştan yapılmıştır. Suyu ise, rahiplere ait kilisenin altında bulunan mezarlığa dökülmektedir.

Kilise günümüzde ibadete açıktır. Ayinler, genellikle İncil okuyarak ifa edilmektedir. Papazlar sunakta dua ederek tütsü veya buhur ile kutsama yaparak ritüellerini yerine getirirler.

İbadet Pazar günü yapılmaktadır ve kilise sadece Pazar günleri açıktır. Pazar günü ibadet sırasında kilise ziyaretine izin veriyorlar ama içeride fotoğraf çekilmesi yasaktır.

Gece ışıklandırıldığında, oldukça güzel görülüyor.

Antakya Katolik Kilisesi

KATOLİK KİLİSESİ:

Kilise, Kurtuluş Caddesi Kurtuluş Sokaktadır.

1846 yılında Papa IX Pius’un isteğiyle Kapuçin rahipleri başlarında Basilio Galli ile birlikte Antakya iline yerleşirler.

Burada: Hıristiyan çocukları için bir okul ve kilise açarlar.

1852 yılında ise, şehre gelen Fransız rahipler, Osmanlı Sultanından Antakya’ya bir Katolik kilisesi yapmak üzere izin alırlar ve birkaç yıl sonra kilise tamamlanarak ibadete açılır.

1939 yılında: Kapuçin rahipleri şehrin yeni bir mahallesine, kapalı olan Şeker Fabrikasına yerleştirilirler.

1964 yılında şehirdeki Fransız ve Lübnanlı rahiplerin çekilmesiyle: Mersin’den gelen Parma Kapuçinleri şehre yerleşirler ve 1973 yılında bir rahip Mersinden gelerek Antakya şehrine yerleşir. 

1977 yılında rahip, eski Musevi mahallesinde 150 yıllık bir eve taşınmak zorunda kalır.

Bu ev ve yanındaki sonradan satın alınan komşu ev: 1991 yılında yapılan restorasyonun ardından kilise olarak işlev görmeye başlamıştır.

Katolik kilisesi binası, klasik bir Antakya mimarisi örneğidir. Çünkü yapının mimarı Antakyalı mimar Selahattin Altınöz’dür.

Günümüzde, Antakya Katolik Kilisesi, Aziz Petrus ve Paulus’un adını taşıyan ufak bir manastırdır. Kilise: Hıristiyan cemaatinin ve hacıların toplantıları için: 2 salon ve 3 nefli bahçeden oluşmaktadır.

Kilise günümüzde faaldir, ibadete açıktır.

Evet, günümüzde şehirdeki Katoliklerin toplamı 70 kişi civarındadır. 1995 yılında kiliseye bağlı bir Misafirhane açılmıştır. Misafirhane de 9 oda vardır.

Antakya Protestan Kilisesi

PROTESTAN KİLİSESİ:

Kilise, Hatay valiliğine 50 metre uzaklıktaki bir eski Antakya evinin: Güney Kore’den bölgeye gelen Protestanların maddi kaynak ayırmasıyla düzenlenmiştir. Ancak bölgede hiç Protestan yoktur.

Eskiden Suriye-Lübnan bankası olan bina, Türkiye tarafından Fransa’dan satın alınmış ve 2000 yılında Protestan kilisesine satılmıştır.

Bu taş bina: 1’nci Dünya Savaşı ardından Fransız işgal döneminde elçilik ve Fransız Bankası olarak da kullanılmıştır.

Binanın kilise olarak faaliyete geçmesi: şehir halkı için hala bir muammadır ama şehir halkı bu durumu “Hatay’ın meşhur mozaiğine küçük bir renk katmak” diye açıklarlar.

Güney Kore asıllı Davit Ham, kilisenin pastörü olarak görev yapmaktadır.

Antakya Protestan Kilisesi

Bu Methodist; bir teoloji üniversitede okumuş ve psikolojiden mastır yapmıştır.

Bu kilisenin ayinlerine, Protestanlar yanında Ortodoks, Katolik Hıristiyanlar ve buna ilave olarak Alevi, Sünni Müslümanlar da katılmaktadır. Bu yüzden kiliseye mensup Hıristiyanların sayıları tam olarak bilinmez.

Kilisenin kapısı üzerinde, Türkçe-İngilizce-Kore dillerindeki plakette; “Haziran 2000’de açıldığı” yazılıdır. Bu kilise, Korali bir din adamı Pastör tarafından açılmıştır.

Gelelim mimari özelliklerine:

Bahçede, beyaz küfeki taşından kilisenin giriş bölümü, boydan boya ileriye doğru hafif bir çıkıntı yapar.

Sivri kemerli bir kapıdan içeriye girilir.

Cephede: iki yanda dikdörtgen birer pencere bulunur.

Üst kat ve yanlarda birer çıkıntılı kısımda da üçer pencere vardır.

Kilisenin en üst yerine, bir haç yerleştirilmiştir.

İbadet yeri, dikdörtgen bir plandadır. Apsisin önünde kürsü bulunur. Ayrıca iç mekanda geç döneme ait kilise eşyaları ve ikonalar bulunmaktadır.

Antakya Protestan kilisesinde günlük ibadet yapılmamaktadır. Çünkü Protestanlıkta dini pratik, sadece imana bir yardım anlamını taşır. Protestanlar sabah kalktıklarında ve akşam yatmadan önce dualarını yaparlar. Bu kilisede, sadece Salı günleri bir araya gelinip ilahiler söylenmektedir.

Antakya Musevi Havrası

ANTAKYA MUSEVİ HAVRASI:

Kurtuluş Caddesindedir. Bu cadde bir zamanlar Roma caddesi olarak anılmaktadır.

Binanın 1700 yılında Havra olarak kullanılmak üzere yapıldığı tahmin edilmektedir. 200-250 yıl kadar önce, Beyrut ve Halep’ten gelen yardımlar sayesinde inşa edildiği düşünülür.

Antakya Musevi Havrası içi

Antakya Sinagogu: kapısının üstünde Magen David (Altı köşeli yıldız) amblemi bulunur. Yine kapının üzerinde yapının inşa tarihi olarak 1890 tarihi yazılıdır. Bu kitabe bilinen en eski tarihi vermektedir.

Antakya Musevi Havrası Tevratlar

Havrada bulunan kutsal kitap Tevrat: İbranice ve ceylan derisi üzerine yapılmıştır. En eskisi 600 yıllık, en yenisi ise 300 yıllık olan 7 Tevrat’ın matbaa ve baskının olmadığı yıllardan bugüne kadar özenli koruma ile geldiği söyleniyor.

Evet sonuç olarak, Antakya’da Yahudi cemaati oldukça az olduğu için Havra her zaman açılmamakta, Tevratların bulunduğu bölüm ise, en az 10 kişi ibadete geldiğinde açılmaktadır.

Antakya Meydan Hamamı

MEYDAN HAMAMI:

İstiklal Caddesi Haraparası Sokaktadır. Habib Neccar dağına bakar. Eski sebze ve meyve halinin arka girişi tarafında, eski tahıl pazarının arasındadır.

Selçuklu dönemi yapısıdır. Kapısı, Selçuklu motifleriyle süslenmiştir.

1122 yılından sonra: muhtelif tarihlerde İshak, Süleyman Eyyubi ve Cafer Ağa tarafından onarılmıştır.

Yapıya: yuvarlak kemerli küçük kapısından girilir.

Girişten sonra, L şeklinde kısa bir tünel ve ardından küçük bir iç kapıdan hamamın soyunma bölümüne girilir. Kesme taştan örülmüş bu bölüm, dikdörtgen planlıdır. Soyunma sekilerinin altında: motifli kuş tabakaları şeklinde oyuklar yani nişler vardır. Bunlar takunya koyma yerleridir.

Soyunma mahallinden küçük yuvarlak bir kapı ile soğukluk bölümüne girilir. Burada yıkanma ve kese yerleri vardır. Buradan bir kapı ile yıkanma bölümüne girilir. Burası hamamın en sıcak kesimidir. Ortada dikdörtgen şeklinde alttan ısıtılan göbek taşı vardır.

Antakya Harbiye

HARBİYE (DAPHNE):

Harbiye, Antakya merkeze 8 km uzaklıktadır. E-91 karayolu üzerindedir. Toplu taşım araçları ile buraya gidilebilir.

Harbiye: Yayladağ eteklerinde, Suriye sınır kapısının hemen yakınındadır. Buradan Suriye sınırı yaklaşık 55 km uzaklıktadır.

Çağlayanlar bölgesidir. Platonun güneyinden çıkan kaynaklar, şelaleler meydana getirir ve Asi nehrine dökülür.

Buraya vardığınızda, araçtan inince, yukarıdan aşağıya doğru yürüyorsunuz. Sizi, birbirine karışan: et, balık, mangal kokuları, müzik sesleri, su sesleri karşılıyor. Gürül gürül akan suların muhtelif yerlerine gazinolar, restoranlar yapılmıştır.

Masaların ayakları suyun içindedir. Masalara otururken, sizde ayakkabılarınız ve çoraplarınızı çıkararak, ayaklarınızı suyun içine sokabilirsiniz. Çok kalabalık, her türden insan vardır.

Günümüzde burası Antakyalıların sayfiye yeridir. Ayna zamanda tam bir piknik yeridir. Her yan yemyeşil, beldenin güneyinden çıkan kaynaklar, küçük şelaleler oluşturarak  Asi nehrine dökülürler, yeşiller arasındaki şelaleler bölgesi ve Hidro tesislerinin çevresi, restoranlar ve çay bahçeleriyle doludur. Hatta bu restoranlar oldukça büyük misafir kapasitelidir, her biri 300-500 kişiliktir.

Buradaki lokantalar ve restoranlarda, dünyanın en güzel mezelerini tadabilirsiniz, ancak özellikle künefeyi burada yemelisiniz.

 Yörede: defne sabunu üretimi yapılıyor, defne sabunu satın alabilirsiniz.  

Antakya Harbiye İpeklileri

Anadolu’da ilk ipek kumaşın burada dokunduğu söyleniyor. Günümüzde burada ipekli ürünler satış mağazası var. Buraya uğrarsanız: ipek kumaşlar, gravatlar, bayanlar için şallar, masa örtüleri ve benzeri bulabilirsiniz.

Burayı ziyaret ettiğinizde, Arap ülkelerinden gelmiş bol miktarda turist göreceksiniz. Arap plakalı araçlar çoktur, otellerde zaten yoğun olarak Arap turistler konaklamaktadır.

Antakya Harbiye

Arkeolojik Bulgular:

Yapılan arkeolojik araştırmalara göre, bölge: MÖ 4500-3000 yılları arasında yerleşim görmüştür. Bölgenin antik dönemdeki isimleri: Kastalia, Pallas ve Saramanna’dır.

Antik dönemde: MÖ 195 yıllarında, burada Apollon adına yarışlar ve oyunlar düzenlenmiştir. Bu festival, dünyada düzenlenen ilk Olimpiyat niteliğindedir.

Helenistik ve Roma dönemlerinde de çağlayanlarıyla tanınan ve dünyaca ünlü bir sayfiye yeri olarak kullanılan Defne: o dönemde zengin halk kesimi tarafından yaptırılan çok sayıda köşkler, tapınaklar ve eğlence yerleriyle ünlüydü.

Roma döneminde ise, İmparator Pompeius döneminde, yörede imar faaliyetleri başlamış ve takip eden dönemlerde diğer imparatorlar tarafından devam ettirilmiştir.

Roma döneminde buraya yazlık saray varmış.

Daphne; İmparator Gallus döneminde Arap istilasının ardından bir daha parlak günlerine dönememiştir.

1268 yılında bölgede Memluklu hakimiyeti görülür.

Antakya Harbiye

Daphne Efsanesi:

Buranın, antik çağdaki ismi “Daphne” dir. Daphne’nin mitoloik hikayesi bulunmaktadır. Efsaneye göre:

Daphne Irmak Tanrısının kızıdır. Aynı zamanda Su Perisidir.

Apollon ise Işık Tanrısıdır. Lir çalar ama bu lir altındandır. İnsanlara, hastalıkları iyileştirme sanatını, Apollon öğretmiştir.

Aynı zamanda iyi bir okçudur. Bu meziyetlerini hep bir övünç kaynağı olarak kullanır ve bir diğer tanrı olan Eros ile dalga geçer.

Eros buna çok kızmaktadır ve bir gün, iki ok birden fırlatır. Birinci ok: aşk ve şehvet ifade eder ve Apollon’a saplanır. İkinci ok ise, nefret ve kalpleri aşka kapatan kibiri ifade eder ve Daphne’ye saplanır.

Daphne kırlarda gezinirken Apollon ile karşılaşır. Apollon ona aşık olur ve onu izlemeye başlar.

Daphne: bunun üzerine kaçar ve ırmak kıyısına gelir. Babası nehir tanrısı Peneus’tan yardım ister. Ancak ayaklarını yerden kımıldatamaz, yalvarmalarını, sadece toprak ana, toprak Tanrıçası duyar.

Günümüzde, Harbiye çağlayanlarının bulunduğu yerde; Daphne’nin bacakları uyuşup katılaşmaya başlar. Kalçalarını ve karnını bir kabuk kaplar, kolları dallara, saçları yapraklara dönüşür.

Antakya Harbiye Defne Ağacı

Apollon: aşkı Daphne’nin Defne ağacına dönüşmesini üzüntü ile izler.

Apollon ağaca sarılır ve ağlayarak ona şöyle sesler: “Ey Daphne, bundan böyle sen benim kutsal ağacımsın, ölmeyen yaprakarın başıma taç olacak, şairlerin ve değerli kahramanların, zafere ulaşanların hepsinin alnını süsleyecektir.”

Bu sözler üzerine, Daphne dallarını eğerek Apollon’u selamlar ve sessizce ağlar.

Günümüzde hala coşkulu bir şekilde akan Harbiye Şelalelerinin, Daphne’nin gözyaşları olduğuna inanılır.

Antakya Şeyh Yusuf Türbesi

ŞEYH YUSUF TÜRBESİ:

Antakya-Harbiye yolu üzerindedir.

Yapı: tek odalıdır, içinde Şeyh Yusuf’un türbesi vardır.

Şeyh Yusuf: 1500 yılında yaşamış ve tıptan yararlanmış bir doktordur. Günümüzde, şifa bulmak isteyen hastalar tarafından türbe yoğun ziyaret edilmektedir.

 

Antakya Kalesi

ANTAKYA KALESİ:

Antakya kalesi, ilk olarak MÖ 300 yıllarında Büyük İskender’in generallerinden Seleucos Nikator tarafından yaptırılmıştır.

Dağ yamacında bulunan kale: Seleukoslar ardından Bizans, Haçlılar, Selçuklu, Roma ve Osmanlı dönemlerinde kullanılmıştır.

Kalenin surlarının uzunluğu 12 km dir.  

Bu sur duvarları ilk yapıldığında: Asi nehri kenarından başlar, Silpius (Habib-i Neccar) dağları arasından dolaşır, Küçükdalyan mevkiinde tekrar Asi nehrine kavuşurdu.

Surlar üzerinde, aralarında birer ok atımı (80-100 metre) mesafe bulunan çok katlı ve kare biçiminde burçlar bulunuyordu. Buradaki burçlar 5 katlı olup, her kat başlı başına müstakildir.

Burç sayısının toplam 360 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Günümüze ulaşan kule: Bağrıyanık Mahallesindedir.

Kalenin yapımında kullanılan büyük taşlar, birbirine perçinlenmiştir.

Kalenin 5 kapısı vardır. Bunlar: kuzeyde Halep Kapısı (St Paul), doğuda Demir Kapı (demir parmaklıklarla korunduğu için bu ismi almıştır), güneyde Şam kapısı, batıda Köprü kapısı ve Kuzeybatıda ise Köpek kapısıdır.

Halep kapısında 10 metre yüksekliğinde demir bir kapı vardı. Kapılardan en önemlisi: şehre kuzeyden gelen yolların tek giriş yeri olan ve Asi ırmağı üzerinde bulunan Köprü kapısıydı.

Kapı, 19’ncu yüzyıl sonlarında kaldırılmış, taş köprü ise, 1972 yılında yıkılarak yerine yenisi yapılmıştır. St Pier kilisesinin yanındaki yoldan gidilerek demir kapıyı görebilirsiniz.

Kale, yapıldıktan sonraki dönemde sayısız depremler ve savaşlar sonucunda oldukça fazla yıpranmış ve hasar görmüştür. Özellikle 526 ve 528 yıllarındaki depremler ağır hasar vermiştir. Ardından Sasani işgal döneminde de surlar aşırı tahrip edilmiştir.

Günümüzde görülen surların bir kısmı, MS 6’ncı yüzyılda Bizans İmparatoru Justianus tarafından yaptırılmıştır. Ayrıca: yine aynı dönemde Bizans imparatoru Nikefhoros Fokas tarafından, kalenin içinde bir iç kale yaptırılmıştır.

Bu yeni yapılan sur duvarlarıyla kalenin sur duvarlarının toplam uzunluğu 23.600 metre olmuş ve İstanbul’dan sonra ülkemizdeki en uzun sur duvarlarına sahip kale Hatay Kalesi olmuştur.

Bu surlar üzerinde yürünebilen yollar bulunur. Bu yollar yardımıyla surlar üzerinde yürünerek kent çepeçevre dolaşılabilir. 

Antakya Kalesi

Gelelim sonuca: antik dönemde tüm kenti çevrelediği düşünülen surlardan, günümüze sadece toplam 8 km kadar kısmı ulaşmıştır. Günümüze korunarak gelebilmiş surlar sadece: Habib Neccar dağının iki tepesi olan Silpius ve Stavurin tepelerinin üst kısımlarında kalmıştır.

Yamaçlarda ve düzlük kısımda, Asi nehri boyunca olması gereken surlar ise, bölgedeki modern yerleşim nedeniyle yok edilmiştir.

Günümüzde: Silpius dağının en yüksek ve sarp tepesinde bulunan Antakya Kalesine doğa yürüyüşü ve tırmanış etkinlikleri düzenlenmektedir.

Yürüyüşte önce rota üzerinde bulunan Maymunlar Mağarası gezilir, daha sonra dik yamaçlara tırmanış başlar.

Kalede: panoramik Antakya manzarası izlenir. Buradan Demirkapı vadisine geçilir ve tarihi su kemerleri görülür. Son olarak ise, Haron Cehennem Kayıkçısı kabartması ziyaret edilir.

Antakya Demirköprü

DEMİR KÖPRÜ:

Asi nehri üzerindedir, “Hitit Köprüsü” olarak da tanınır. Osmanlı döneminden kalma köprü tamamen kesme taştan yapılmıştır.

Köprünün uzunluğu 110 metredir. Genişliği 7 ve 10 metre arasında değişir.

Köprünün her iki tarafında korkuluk duvarları vardır.

Köprünün her iki yanında: gözetleme kuleleri ve demir kapılar vardır. Bu demir kapılar kapatıldığında: su önlerinde toplanarak göl haline gelir. Giriş ve çıkışlar kesilir. Her iki yandaki demir kapılar nedeniyle köprünün isme “Demirköprü” dür.

1925 yılında köprü Fransızlar tarafından onarılır. Aynı onarımda birkaç ekleme yapılarak köprünün boyu 160 metre olur.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Dışı

HATAY NECMİ ASFUROĞLU ARKEOLOJİ MÜZESİ:

Müze Otel: Hatay Arkeoloji Müzesine 1 km ve şehir merkezine 2 km uzaklıktadır. Müze girişi: Antakya’nın en ilgi çeken sokaklarından biri olan Kurtuluş Caddesi üzerindedir.

Bir üst katta otel kafeteryası vardır, müze eserlerine mozaiklere daha yukarıdan bakmak için burası kullanılabilir.

Müzeye giriş ücretlidir, giriş ücreti 30 TL dir.

2009 yılında buradaki arazi: Necmi Asfuroğlu tarafından satın alınmış, Hilton ile birlikte otel inşa etmek istemiştir. Antakya şehrinde inşaat yapılırken, tarihi eser çıkması olasılığının yüksekliği nedeniyle bodrum kat kazılmazmış.

Ancak Hilton şirketi, ısrarla bir kot aşağıya inilmesini istemiş ve bazı arkeolojik kalıntılar (orjinalliğini büyük oranda koruyan hamam ve künkleri, zemini tamamen mozaik kaplı konutlar) ortaya çıkmıştır.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi içi

Ardından, bu arkeolojik kalıntıların yerinde korunarak sergilenmesi için, 2019 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olarak “Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi” açılmıştır. Buraya da “Müze Oteli” ismi verilmiştir.

Müze Oteli Emre Arolat Mimarlık tarafından tasarlanmıştır. Müze: zemin katta: 66 tane çelik ayaktan oluşan çelik konstrüksiyon bir projelendirme ile oluşturulan yapının altındadır. Müzenin üstünde otel inşa edilmiştir.

Otelin ismi ise “The Museum Hotel Antakya” dır. Otelin bütün sosyal alanları, çatıda konumlandırılmıştır.

Restoranlar, gece kulübü, fitnes, açık ve kapalı yüzme havuzları çatıya yerleştirilmiştir. Otelin oda sayısı ise 200’e düşürülmüştür.

Müze 2020 yılında ziyarete açılmıştır. Otelden tamamen bağımsızdır.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi

MÜZE BÖLÜMÜ:

Müze kapısından girince, merdiven veya asansör ile bir kat aşağıya inilir.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Sergilenen Eserler

Burada: bazı eserler sergilenmektedir.

Buradan 50 metre sonra ise, Dünyanın en büyük tek parça mozaiği bulunuyor. Bu mozaiğin hemen yanında ise, G2 mozaiği vardır.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Mozaikler Bölümü
MOZAİKLER BÖLÜMÜ:

Müzede: Roma dönemine ait, çeşitli büyüklükte taban mozaikleri bulunmaktadır. Bu taban mozaikleri bulundukları yerde korunarak sergileniyor.

Mozaikler üzerine, yürüme platformları inşa edilmiştir. Yani, tüm arkeolojik buluntular üzerinde dolaşmayı, yürümeyi sağlayan bir alan yaratılmıştır.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Dünyanın en büyük tek parça mozaiği.
Dünyanın en büyük tek parça mozaiği:

MS 4’ncü yüzyıldan kalma bu mozaik tek parça olarak 1050 metre karelik bir alana yayılmaktadır. Ancak: depremler, insan etkileri ve bazı akarsuların olumsuz etkileri nedeniyle yer yer bozulmuştur.

Mozaiğin ortasından akarsu geçer ve bu akarsu mozaiği büyük hasar vermiştir.

Mozaiğin çevresinde gezmek mümkündür.

Mozaikte: geometrik şekiller bulunur. Mozaiğin ortasına doğru gittikçe küçülen şekillerde bir anafor şekli görülür.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi G2 evi ziyafet salonu
G2 Evi ziyafet Salonu:

Pegasus Mozaiği olarak da bilinir. Dünyanın en büyük tek parça mozaiğinin hemen yanındadır.

Bir sondaj sırasında açığa çıkan ve G2 evi olarak adlandırılan Roma evi, mermer kapılı avlusunun 4 metre kadar altında bulunmuştur. MS 2-4’ncü yüzyıllar arasında kullanıldığı düşünülmektedir.

Kazı, Ziyafet Salonu ile sınırlı kalmıştır. Zemini pagan dönemin mitoslarının işlendiği mozaik ile kaplanmış salon, 14 metre x 8 metre ölçülerindedir ve küçük mekan için havuz düzenlemesinden oluşur.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Pegasus Mozaiği
Yerin 8.5 metre altındadır.

Tridiniumlar: Roma dönemi evlerinde, sosyal statüyü yansıtan prestij mekanlarıdır. Bu salonlar, kentin varlıklı ailelerinin evlerinde bulunur, ziyafet eşliğinde iş görüşmelerinden resmikabullere ve eğlencelere kadar birçok işlevleri vardır.

Buradaki salonun bezemeleri, mozaik tabandaki yüksek işçilik ve sanatsal yaklaşım, ev sahibinin entelektüel, esik Yunan edebiyatını bilen ve Helenistik kültürü benimsemiş olduğunu düşündürür.

Forum inşa edilirken dolgu ile kapatılmış ve forumun atık su kanalı bu yapının üzerinden geçirilmiştir.

Salonun havuz bölümünde ise iki Eros kabartması ile ayakta duran Eros heykeli ve mimariye ait mermer parçalar ortaya çıkarılmıştır.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Pegasus Mozaiği
Gelelim mozaiği tanıtmaya:

Burada bulunan mozaikler arasında en ilgi çekeni: MS 2’nci yüzyıla tarihlenen bir Roma dönemi villasının taban mozaiğidir.  

Bu mozaik, 4 panele ayrılmıştır. Ana panelde: Mitolojik kanatlı at “Pegasus” ve onu bir törene hazırlayan 3 peri “nymphe” figürleri görülür.

Ana panelin altında bulunan, 3 küçük panelde ise: İlham perileri (museler) ve onlardan biri olan Kalliope ile yazar Hesiodos’un karşılaşması betimlenmiştir.

Mozaiği yaptığı sanılan sanatçının imzası, mozaiğin üzerinde görülür. “Epheros tarafından yapıldığı” yazılıdır.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Kuşlu Mozaik
Megalopsychia Evi:

Burada: Kutsal Ruh ve Doğal Yaşam Mozaiği-Kuşlu mozaik bulunmaktadır.

Eserin, MS 5’nci yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir. Muazzam eserde; madalyon içinde elinde bir tür çubuk tutan kadın figürü görülür. Mozaik, bölgedeki kuş türlerinin: oldukça zengin olduğunu gösterir.

Bu durum, şunu hatırlatıyor: yıllar önce kurutulan Amik Gölü, kuş göç yolları üzerinde bulunuyordu. Gölün kurutulmasıyla birlikte bu kuş çeşitliği hakkında bilgi yoktur.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Eros Heykeli
EROS HEYKELİ:

70 cm uzunluğundaki bu heykelin, MS 2’nci yüzyıldan kaldığı düşünülmektedir.

Hatay Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi Roma Hamamı
ROMA HAMAMI:

Yapı, MS 5’nci yüzyıldan kalmadır. Hamam: Romalıların yemek, spor ve masaj keyfi için toplandıkları önemli sosyal mekanlardın birisidir. Hamamın muazzam su tesisatı ilgi çekmektedir.

 

TOPLANMA ALANI:

Müzenin çıkışına yakındır. MÖ 3’ncü yüzyıla tarihlenir. Özellikle mermer işçiliği görülmeye değerdir.

Hatay Şehir Müzesi

HATAY ŞEHİR MÜZESİ

Hatay merkezde, Asi nehrinin kıyısında bulunan eski Arkeoloji Müzesine ait taş bina, Arkeoloji Müzesinin yeni yapılan binaya taşınmasının ardından 6 yıl boş kalmış ve sonrasında “Şehir Müzesi” olarak dizayn edilmiştir.

Taş bina: 1948-2014 yılları arasında Arkeoloji Müzesi olarak hizmet vermiştir.

Hatay Şehir Müzesi

Şehir müzesinde 6 sergi salonu vardır.

Buradaki bölümlerde: Hatay şehrinin günlük yaşantısı, üretimi, ticareti, gastronomisi anlatılmaktadır.

Ayrıca içerde bulunan bir sergi salonunda ise “Hatay Devleti Müzesi” bulunmaktadır.

Hatay Şehir Müzesi Hatay Devleti Müzesi

Hatay Devlet Müzesi:

Daha önce Valilik binası içinde olan, Hatay’ın ana vatana katılmadan önceki ilk ve tek Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen’in ve o dönem Mecliste bulunanların bal mumu heykelleri ve kullanılan eşyaları: burada açılan Hatay Devlet Müzesine taşınmıştır.

Hatay Arkeoloji Müzesi tanıtım yazısı için. 

Hatay Saint Pierre Mağara/Kilise Müzesi için tanıtım yazısı. 

İskenderun gezi ve tanıtım yazısı için.

Samandağ gezi ve tanıtım yazısı için.

Belen gezi ve tanıtım yazısı için.

 

 

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası

Evet, Boğaziçi’ni; Avrupa yakasından gezmeye başlayabiliriz. Bu geziyi: planı inceleyerek, görmek istediğiniz yerleri belirledikten sonra; çeşitli ulaşım araçları ile yapabilirsiniz.

Ama özellikle, son bölümlerdeki mekanların; uzaklığı, belki de size, bu gezi için ayıracağınız bir günün yetmemesine neden olabilir. Eğer gezinizi denizden, vapurla yaparsanız; inanıyorum ki, yine de bu bilgiler, uzaktan göreceğiniz mekanlar hakkında size güzel bilgiler verecektir.

İlk etapta: Fındıklı-Ortaköy olabilir. Bu etabın başında: Salıpazarı’n da; Nusretiye Cami ve Sebili var.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Nusretiye Camii

NUSRETİYE CAMİİ


İlk olarak; Sultan III. Selim tarafından; ahşap malzemeden yaptırılır ve “Arabacılar Camii” olarak isimlendirilir. Ancak; ünlü Firuzağa yangının da yanar ve daha sonra; aynı yere, Sultan II. Mahmut tarafından; 1825 yılında, Krikor Amira Balyana yaptırılır.

Muhtemelen, bu günkü cami alanında; yangın sonrasında, yardımların dağıtıldığı yer vardı ve bundan dolayı camiye, yardım dağıtım yeri anlamında “Nusretiye” ismi verilmiştir. Aslında; yeniçeri ocağının kaldırılmasından (Vakay-ı Hayriye) sonra yaptırılmış. Bu nedenle “hayırlı olay” anısına dikilmiş bir anıt gibi.

Nemden etkilenmesin diye; yerden 3 m. yükseklikteki sütunlar üzerine inşa edilmiştir. Ampir üslupta bir yapıdır. (Ampir; sözlük olarak “İmparatorluk Üslubu” anlamına gelir. Fransız İmparatoru Napolleone Bonaparte zamanında ortaya çıkan bu üslubu, daha sonra Osmanlılar da benimsemişlerdir )

Tek kubbeli, iki ince minaresi ile , İstanbul’un silüeti’ni etkiliyor. Ana kitle ve kubbenin çok yüksek olmasından dolayı minareler uzun ve ince. Özellikle; minarelerin çok ince ve yüzeyinin oluklu olması ilginç. İstanbul’un en ince minareli camisi. Cami döşemesi mermer. İç kısımdaki hünkar mahfili; bütünüyle mermer ve kafesi pirinç dökme ve altın yaldızlı. Bu özelliği, yani Padişahlara mahsus bir mekanın bulunması; burayı daha da ilginç duruma getiriyor.

Caminin yazıları; Mustafa Rakım Efendi ve Şakir Efendi tarafından yazılmış. Büyük giriş kapısının üstündeki yazı; Mustafa İzzet Efendiye ait. 4 m. yüksekliğinde ve 2.10 m. genişliğinde, görkemli bir kapıdan camiye giriliyor. Sultan girişi ise; denize bakan güney cepheden.

Kapının karşısında; sebil vardır. Buraya yani camiye uğrarsanız; içerideki hatları görmeyi ihmal etmeyin.

Evet, devam ediyoruz. Anayol’dan ilerliyoruz. Dolmabahçe’ye doğru; 1882 yılında kurulan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi var. Osmanlı döneminde: Meclis-i Mebusan Binası olarak kullanılmış. Yukarıda: Cihangir Cami, sahilde: Molla Çelebi Camii gibi önemli yapılar var.

Dolmabahçe’nin: elbette ki en ilginç yapısı: Saat Kulesi, Cami ve Dolmabahçe Sarayı. (Dolmabahçe Sarayı yine bu sitede; ayrı bir başlık altında incelenmiş ve yazılmıştır. Ayrıntılı bilgiyi oradan alacaksınız)

Dolmabahçe’den; Beşiktaş’a gelirken, solda: Akaretler’de; Sıraevler’i göreceksiniz.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Sıraevler
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Sıraevler
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Sıraevler

SIRA EVLER


1875 yılında yaptırılmış ve türünün ilk örneğidir. Sultan Abdülaziz tarafından, Dolmabahçe Sarayı Lojmanları olarak; Sarayın muhafızları ve ağaları için ikametgah yeri olarak yaptırılmıştır. Sultan Abdülaziz; Beşiktaş Köy içindeki ahşap köşklerde; 10-15 yılda bir çıkan büyük yangınlardan korunmak için; Dolmabahçe Sarayının çevresini yüksek duvarlarla çevirttirir.

Sıraevler’i de; yine yangınlara set çekmek için inşa ettirir. Sultan; Aziziye Caminin yapımına katkıda bulunması için; lojmanlardan arta kalan kısmı da; kiraya verdirmiştir. Kira getiren yerler anlamına gelen “Akaretler” adı buradan geliyor. Müstakil olarak kiralanan binaların kiracıları; genelde, İstanbul’da yaşayan yabancılar olmuştu.

Osmanlı saray ressamlarından İtalyan Fausto Zonaro da; resimlerini, Sıraevler’de oluşturduğu atölyesinde yapmıştır. Dolmabahçe Sarayı’nı inşa eden Balyan ailesinden Sarkis Balyan; aynı zamanda Sıraevler’in de mimarlığını yapar. Saray ile aynı dönemde inşa edilmesine karşın, burası, daha sade bir üslup taşır. Dolmabahçe Sarayının aksine, cephelerinde Barok tarzı yerine, ampir çizgiler tercih edilmiştir.

Burası; her biri 450 m. kare olan 138 konut biriminden oluşmaktadır.

Kompleksin mülkiyeti; Vakıflar Genel Müdürlüğüne aittir. Buralar; bir dönem; semt postanesi, polis karakolu, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü, İsmet İnönü İlkokulu, burada hizmet vermiştir. Türkiye’nin ilk akıl ve ruh hastanesi de, Gündüz Hastanesi adı ile burada açılmıştır.1995 yılında: yap-işlet-devret modeliyle; özel bir firmaya kiralanmıştır. Türkiye’nin ilk toplu konut projesidir.

Proje kapsamında: Atatürk Müzesi (Atatürk’ün Bandırma vapuruna binmeden önce, annesi ve kız kardeşiyle birlikte, 1.5 yıl kaldığı ev) , Ofis, Apart Otel, Otel, Mağazalar ve Otopark kompleksinin yapımı planlanmıştır. Projenin ilk etabı; 1998 yılında bitirilmiş olup, dış cepheler orijinallerine sadık kalınarak sağlamlaştırılmıştır.

İç mekanlar ise; taşıyıcı sistem bozulmaksızın, fonksiyonuna uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. 2008 yılında, onarımlar sona ermiş ve Akaretler Sıra Evlerinin açılışı yapılmıştır. Burada; bugün, farklı büyüklükte: 56 rezidans, toplam 11 bin m. kareden 34 mağaza, 6 kafeterya-restoran ve ünlü otel zincirlerinden biri bulunmaktadır.

Beşiktaş Meydanına varıyorsunuz. Burada; Mimar Sinan’ın eserleri var. Bunlar: Sinan Paşa Camii, Barbaros Türbesi ve Barbaros Heykeli ve hemen arkasında Deniz Müzesi görülebilir.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Sinan Paşa Camii

SİNAN PAŞA CAMİ


Beşiktaş İskelesinin hemen karşısında. 1550-1553 yılları arasında, Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryası olan Sinan Paşa tarafından yaptırılmıştır. Sinan Paşa, 1553 yılında öldüğünde, cami inşa halindeydi. O yüzden, Sinan Paşa, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camisinde gömülmüştür. Cami; 1555 yılında tamamlanmıştır. Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. İlçenin merkezinde yer alan “Sinanpaşa Mahallesi” ne adını vermiştir.

Cami: dikdörtgen bir plan üzerine oturtulmuştur. Merkezi kubbe; kemerlerle, altı köşeli bir şekilde sütunlara dayandırılmış olup, iki yanda, ikişer kubbe bulunur. Kurulduğundan bu yana; çeşitli tarihlerde onarım görmüştür. Mabedin son cemaat yerini, medrese çeviriyor. Tek minaresi var. Hünkar mahfili yıkılmış. Mermer eteklik ve sütun başlıkları; 16’ncı yüzyıl Osmanlı işçiliğinin en güzel örneklerinden biridir.

İkinci ve üçüncü kat pencerelerinin camları renklidir. Avluyu; son cemaat yeri ile birlikte, 22 mermer sütunlu, kubbesiz ve kiremit örtülü bir kısım çevirmektedir. Duvarları kesme taş ve kırmızı tuğla karışımıdır. Tek şerefeli minaresi vardır. İki kapılı bahçenin ortasında, 4 mermer sütunlu bir şadırvan vardır.

Şadırvanın üstü; havuzdaki suyun kirlenmemesi için, mermer eteklikle kapatılmış. Cami ve avlusu; değişik zamanlarda yapılan müdahalelerle, orijinal karakterini yitirmiştir.

448 yıllık caminin; en son restorasyon işlemlerinde, büyük skandallar ortaya çıktı. İddialara göre; caminin içindeki orijinal kalem işleri yok edilip, gerçekle ilgisi olmayan, yeni motifler çizildiği söz konusu.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Barbaros Türbesi

BARBAROS TÜRBESİ


1534 yılında, bizzat kendisi tarafından yazdırılmış Barbaros Vakfiyesinde; Beşiktaş’taki medrese yanına yaptırdığı türbeye defnedilmesini ve kabrinin üzerinde kandil yakılmasını vasiyet etmiştir. Beşiktaş’ta, Sinan Paşa Caminin karşısındadır.

Türbeyi: 1541 yılında Mimar Sinan yapmıştır. Kesme taştan, sekiz köşeli, tek kubbeli ve alt üst pencerelidir. Sandukanın üstüne, yukarıdan asılmış ve üzerinde Zülfikar resmi bulunan, yeşil zemin ipekli kumaştan yapılmış bir sancak bulunmaktadır.

Türbede mevcut dört sandukada: Barbaros Hayrettin Paşa, hanımı Bala Sultan, Cafer Paşa ve Cezayirli Hasan Paşa yatmaktadır. Kapı önündeki revak; mermer iki sütunla taşınan sivri kemer üzerine çapraz tonozun oturmasıyla oluşturulmuştur. Türbenin yedi cephesinde, iki sıra halinde, toplam 14 pencere bulunur.

Pencere üstü ve kubbesi kalem işleriyle bezelidir. Bahçesindeki 25 gömütte, yakınları gömülüdür. Türbe; yalnızca 1 Temmuz Kabotaj Bayramı ve 4 Nisan Deniz Şehitlerini Anma Günü gibi özel günlerde resmi ziyarete açılmaktadır.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Barbaros Heykeli

BARBAROS HEYKELİ


Barbaros Hayrettin Paşanın hatırasına dikilen bir anıttır. Beşiktaş’ta: Cezayir Caddesinde ve Barbaros Türbesinin hemen arkasındadır. 1944 yılında, heykeltıraş Zühtü Müridoğlu ve Ali Hadi Bara tarafından yapılmıştır. Anıtın altında; Yahya Kemal’in mısraları görülür.

Anıtın tümü: 11.5 metredir. Yalnızca kaidenin yüksekliği: 2.5 metredir. Kaide: küfeki taşından, Prof. L. M. Sue tarafından yapılmıştır. Platform ise; bir gemi güvertesi izlenimini verir. Üzerinde: iki Levend ve Barbaros’un heykelleri bulunur. Figürlerin arkasında ise; geometrik bir kitle yükselir.

Barbaros; Levend’lerin önünde ve ortada duruyor. İki yandaki Levend’ler; ileri doğru hareket halinde izlenimi veriyor. Figürlerin arasında, en ortada yer alan sancak, figürleri birbirine bağlayıcı bir unsur olmasının yanında, piramidal kompozisyonu vurgular.

Osmanlı’ya özgü kıyafetlerin doku olarak verilişleri, son derece başarılıdır. Sağdaki levendin elinde silah bulunur. Soldaki ise, sağ elindeki kılıçla ileri doğru atılır bir jestle tasvir edilmiştir. Bu figürün sol eli ise, geriye doğru uzanmıştır.

Figür; sağdaki Levend’e göre, daha yandan tasvir edilmiştir. Bu üç figür; jestleriyle, dinamik ifadeleriyle, kıyafetlerinin işlenişi ile ve modele edilişlerindeki sağlamlıkla dikkat çekmektedirler. Aynı zamanda, bir bütün olarak da sağlam bir kompozisyon vardır.

Barbaros ve Levend’lerin kıyafetleri; Topkapı Sarayındaki örnekler incelenerek ve Barbaros’un portresi ise “Nigari’nin minyatür” ünden yola çıkılarak yapılmıştır. Kaidenin sol yanında; Barbaros’un Kanuni’ye takdimi, sağ yanında ise “Preveze Deniz Zaferi” kabartma olarak işlenmiştir.

Bronz dökülen kısım: yaklaşık 7 tondur. Bronz işleri: Yusuf Akpınar ve Ali Haydar Seymen tarafından yapılmıştır.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Deniz Müzesi
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Deniz Müzesi

 

DENİZ MÜZESİ


Burada; Türk denizcilik tarihi ile ilgili; eşya, resim ve maketlerle, Osmanlı Sultanlarının Boğazı geçerken kullandıkları saltanat kayıkları sergileniyor.

Türkiye’nin denizcilik alanındaki en büyük müzesidir. İçerdiği koleksiyonun çeşitliliği açısından: dünyanın sayılı müzelerinden biridir. Koleksiyonda, yaklaşık 20 bin eser bulunmaktadır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığına bağlı olan İstanbul Deniz Müzesi, Türkiye’de kurulan ilk askeri müzedir.

Türk Deniz Müzesi: 1897 yılında, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’nın emirleriyle; Kasımpaşa’daki Osmanlı Devlet Tersanesinde kurulur. Önceleri düzenleme yapılmamış, müze deposu olarak sergiye açılmıştır. 1914 yılında, Bahriye Nazırı olan Cemal Paşa; müzede reform yapmış ve bilimsel anlamda yeniden düzenlenmesine imkan sağlamıştır.

Türk gemilerinin tam ve yarım modellerinin yapılması için “Gemi Model Atölyesi” ve mankenlerin yapıldığı “Manken Atölyesi” kurulmuş, müzeciliğin geliştirilmesine ve bugünkü halini almasına temel oluşturulmuştur.

2’nci Dünya Savaşının başlamasıyla, eserler korunma amacıyla, Anadolu’ya nakledilir. Savaş sonunda ise, 1946 yılında, müzenin tekrar İstanbul’a taşınmasına karar verilir ve müze o günün koşullarında, en uygun yer olan Dolmabahçe Cami Külliyesine taşınır. 1961 yılında ise, Beşiktaş İskele Meydanındaki Türk Amirali Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşanın anıtı ve türbesi yanında, bugünkü bulunduğu yere taşınır.

1970 yılında, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu’nun gayretleriyle: müze binalarına ilaveten, bir Kayıklar Galerisi yaptırılarak, tarihi kayıklar ve kadırgalar da sergi kapsamına alınır.

Ana sergi binası: 3 katlıdır. Binada: 4 büyük salon ve 17 oda, sergileme alanı olarak kullanılıyor. Salonlara: rüzgar yönlerinin isimleri verilmiş. Müzede: saltanat kayıkları, bahriyeli kıyafetleri, el yazmaları, gemi modelleri, sancaklar, haritalar ve tablolar, tuğralar ve armalar, kadırgalar, seyir aletleri, gemi baş figürleri ile silahlar sergileniyor.

Müze bünyesinde: halen bir kütüphane ile Tarihi Deniz Arşivi de, bulunmaktadır. Tarihi kayıklar galerisi; denizcilikle ilgili çeşitli objeleri içermesi bakımından, müzenin en ilginç bölümünü oluşturur.

Dünyada benzeri olmayan Osmanlı saltanat kayıkları; bu galeride, tamamen orijinal şekilleri korunup sergilenmektedir. Buradaki en değerli eser ise; 1648-1687 yılları arasında padişah olan, IV. Mehmet’e ait, tenezzüh kadırgasıdır. 40 m. boyunda, 5.90 m. Eninde, 140 ton ağırlığında ve her küreği 3 kişi tarafından çekilen (toplam 144 kürek) 24 çifte ve oturakla donatılmış bu orijinal kadırganın köşk kısmı da Türk el sanatlarının zarif bir örneğidir. Müzenin bahçesi de açık teşhir alanı olarak düzenlenmiştir.

Burada: Piri Reis haritasının mozaik röprodüksiyonu ile Osmanlı egemenlik sınırlarını gösteren, üç duvar haritası, ayrıca ünlü Türk denizcilerinin büstleri, hava şartlarından etkilenmeyen diğer objeler ve orijinal mayınlar, torpidolar, deniz topları, denizcilikle ilgili kurumlara ait eski kitabeler ve benzeri sergileniyor.

Deniz Müzesinde halen 3742 eser sergilenmektedir. Kütüphane de, bazıları yazma olmak üzere,20 bini aşkın kitap mevcuttur. Tarihi Deniz Arşivinde, Bahriye Nezareti dönemine ait 25 milyon civarında, tarihi eski yazılı belge bulunmaktadır.

Barbaros Bulvarı’ndan; yukarı çıkıyoruz. Serencebey Yokuşu. Sağda, önce Ertuğrul Tekkesi, Şeyh Zafir Türbesi, Kütüphanesi, Çeşmesi ve daha yukarıda Yıldız Sarayı görülebilir.

ERTUĞRUL TEKKESİ-ŞEYH ZAFİR TÜRBESİ, KÜTÜPHANESİ,ÇEŞMESİ


Sultan II. Abdülhamit tarafından; 1903-1904 yılları arasında yaptırılmıştır. Mimarı Raimondo Dadonco’dur. Türbenin pencerelerine yaklaşınca, içeriden müzik sesi gelmektedir.

Çünkü: tarikatın kendine özgü yapısından kaynaklanan bir gerekçeyle; müziğe çok önem veriliyormuş. Müzikli dinletiler ve törenler, özel olarak seçilmiş, sesi güzel kişilerin bir araya getirilmesiyle ve Sultan II. Abdülhamit’in de katıldığı çok önem verilen anlarmış.

Türbenin kulelerinin tepesinde bulunan “gül” figürüne; burayı yapan mimarın binalarında rastlanır. Mermer ve taşın birlikte kullanıldığı, güçlü masif bir görüntüye sahip.

Kemerin altındaki uzun pencerelerin metal bölümlerindeki üçgen geometrik şekiller; sarmaşık dallarına, ortadaki güllü bölüm de, sarmaşıklar arasında büyüyen bir gül ağacına veya laleye benziyor. Tıpkı; güzel ve dingin bir bahçe de olduğu gibi. Ölene saygı gösterilen bir bahçe.

Aynı mimar; 1903 yılında, Karaköy Camini de yapmıştır. Ancak; Cami, o zamanki Belediyenin kararıyla, yol yapımı yüzünden, ortadan kaldırılmıştır.

Türbe: 2000 yılında, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş. Yine de, biraz yıpranmış durumda. İyi bir bakıma muhtaç, boyaların yer yer kalkmış olduğu ve şadırvanın da orijinalin de olmadığını tahmin ettiğim kötü bir boyası var.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Yıldız sarayı
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Yıldız sarayı
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Yıldız Sarayı

 

YILDIZ SARAYI


Yıldız Sarayı: Beşiktaş, Ortaköy ve Balmumcu arasındaki konumuyla; 500 bin metre kare alanı kaplayan Yıldız Parkı içinde bulunuyor. Eskiden; av sahası olan parkın içinde: Kanuni’den bu yana; Padişahlar: kasırlar ve köşkler yaptırmış. Saray, ilk kez Sultan III. Selim (1789-1807) in annesi Mihrişah Sultan için yaptırılmış.

Sultan Selim; sarayın iç bahçesine, bir de çeşme yaptırır. Daha sonra tahta çıkan, Sultan II. Mahmut (1808-1839); Yıldız Bahçesinde düzenlenen: ok atışlarını ve güreş oyunlarını seyretmek için buraya gelirdi. Bu padişah; 1834-1835 yıllarında, burada bir köşk yaptırarak etrafını da bir bahçeyle düzenletmiştir.

1826 yılında; Yeniçeri Ocağını ortadan kaldıran, Sultan II. Mahmut; “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adıyla, yeni kurulan ordunun; Yıldız Bahçesinde yaptığı talimleri, bizzat buradan denetlerdi. Oğlu Sultan Abdülmecit (1839-1861) bu köşkleri yıktırarak; 1842 yılında, daha güzel bir üslupta olan “Kasr-ı Dilkuşü” isimli köşkü yaptırır.

Genellikle yaz aylarında, Yıldız Köşküne oturmaya gelen Sultan Abdülaziz (1861-1876) ise; Balyan ailesi mimarlarına Büyük Mabeyn Köşkünü inşa ettirir. Daha sonra da, dış bahçe denilen kısma: Malta ve Çadır Köşklerini, asıl saray kısmına ise Çit Kasrı’nı ekletir. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra, Sultan V. Murat (1876), 92 gün süren saltanat günlerinde, Yıldız Sarayında oturmuştur.

Sultan V. Murat’ın; akli rahatsızlığı nedeniyle tahttan indirilmesinden sonra, kardeşi Sultan II. Abdülhamit (1876-1909)in, 33 yıllık saltanat devri başlar. Özellikle; Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) zamanında, Osmanlı Devletinin ana sarayı olarak kullanılmış. Sultan Abdülhamit; 7 Nisan 1877 tarihinde Saraya taşınmış ve bu sarayda yaşamış ve 33 yıl, Osmanlı İmparatorluğunu, Yıldız Sarayından yönetmiş.

Çünkü: II. Abdülhamit; 1876 yılında; iki kez ihtilale sahne olan Dolmabahçe Sarayında kalmak istememiştir. Daha korunaklı olan Yıldız Sarayını tercih etmiştir. Dolmabahçe Sarayının deniz kıyısında bulunması ve bu sarayın denizden kuşatılması ihtimalini de göz önünde bulundurduğu kesin.

1882 yılında; Mithat Paşa ve Mahmut Celaleddin Paşanın idamına hükmeden saray mahkemesi; Yıldız Sarayında icra edilmiş ve bu nedenle Yıldız Mahkemesi unvanını kazanmıştır. Bu tarihten sonra; Yıldız Sarayı, Abdülhamit alehtarı basın tarafından; bir korku ve entrika merkezi olarak tanıtılmıştır. Buna karşılık bir dönem, yıldız sözcüğünün Osmanlı basınında kullanımı; siyasi çağrışımlar olabileceği gerekçesiyle, sansür idaresi tarafından engellenmiştir.

Sultan Abdülhamit’in;1909 yılında, 31 Mart vakasından sonra, tahttan indirilmesi üzerine, Saray, bir halk kalabalığı tarafından yağmalanmış ve kısmen yıkılmıştır. Bu yağmalama eylemi sırasında: Abdülhamit’e jurnal vermiş veya polis ajanı olarak çalışmış olan kişilerin; kendilerine ait evrakı arayarak yok etmeye çalıştıkları rivayet edilir.

Saray; Dolmabahçe Sarayı gibi, tek bir bina halinde değil, Marmara Denizi sahilinden başlayarak, kuzeybatıya doğru yükselip, sırt çizgisine kadar, tüm yamacı kaplayan bir bahçe ve koruluk içine yerleşmiş; saraylar, köşkler, yönetim, koruma, servis yapıları ve parklar bütünüdür.

Bunlar: Büyük Mabeyn Köşkü, Malta, Çadır, Şale, Merasim Köşkleri, Çit Kasrı, Küçük Mabeyn, Valide Sultan Köşkü. Ayrıca: burada, Yıldız Porselen Fabrikası mağazası da var. Yıldız Şale Köşkü ve Porselen İşletmeleri; Milli Saraylar Daire Başkanlığına bağlı.

Evet; takip eden dönemlerde; Saray: uzun süre, Harp Akademilerinin binası olarak kullanılır. 1978 yılında: Kültür Bakanlığına devredilir ve daha sonra Yıldız Sarayı Müdürlüğüne tahsis edilir. Saray’da ilk Müzeleşme çalışmaları: 1994 yılında gerçekleştirilir. 6 Ocak 1994 yılında, Saray Tiyatrosu ve yeniden düzenlenen Sahne Sanatları Müzesi ve 8 Nisan 1994 tarihinde ise Yıldız Sarayı Müzesi ziyarete açılır.

Yıldız Sarayı Müzesi

Sarayın ihtiyacı olan mobilyalar: Sultan II. Abdülhamit’in emri ile yaptırılmış olan; marangozhane binasında bulunmaktadır. Marangozluğa çok meraklı olan ve kendi yaptığı birçok el oyması eserle tanınan Sultan II. Abdülhamit; marangozhaneye özel bir önem vermiştir.

Müzede sergilenen eserler; genellikle saraya aittir. Sergilemede: Sultan II. Abdülhamit’in kişisel eşyaları, kendisine armağan edilen eser niteliğindeki objelerden başka, müzenin eski marangozhanede olmasından dolayı, ahşap eserlere ve Yıldız Porselen Fabrikası ürünlerine de yer verilmiştir.

Yıldız Sarayı Tiyatrosu ve Sahne Sanatları Müzesi

Müzeleştirilen ikinci bina; günümüze ulaşabilen, tek Saray Tiyatrosudur. Sultan II. Abdülhamit tarafından, 1889 yılında yaptırılmıştır. Restorasyon çalışmaları tamamlanan bu yapı: bitişiğinde bulunan Gedikli Cariyeler binasıyla birlikte, Tiyatro ve Sahne Sanatları Müzesi olarak düzenlenerek, ziyarete açılmıştır.

Tiyatro Müzesinin bir bölümünde de kullanıldığı devre ait; orijinal kostümlerin sergilendiği bir seksiyon oluşturulmuştur. Sahne Sanatları Müzesinde ise: halen geleneksel ve batı etkisinde gelişen tiyatro tarihine ait ve arşiv değeri taşıyan belgeler ile, ünlü sanatçılara ait bazı kişisel eşyalar sergilenmektedir. Böylece; çekirdeği oluşturan müzeler devredilecek ve satın alınacak eserler ile daha da zenginleşecektir.

Yıldız Camii

Sultan II. Abdülhamit, Yıldız Camini, 1885-1886 yılları arasında yaptırmıştır. Son dönem Osmanlı mimarisinin en tipik örneklerindendir. Beşiktaş, Barbaros Bulvarının kuzey kesiminde, Yıldız Sarayı yolu üzerindedir. Asıl adı “Hamidiye” olmasına karşılık, daha çok “Yıldız Cami” olarak bilinir.

Yıldız Sarayı Saat Kulesi

Yıldız Cami avlusunun, güneybatı köşesindedir. 1890 yılında yaptırılmıştır. Oryantalist ve neogotik karması olan bir tasarımı vardır. Köşeleri kırık bir kare plan üzerinde yükselen, 3 katlı bir kuledir. Sivri ve dilimli bir kubbe ile örtülüdür. Örtü kısmında; yine dilimli, kemerli çatı pencereleri bulunur.

İmparatorluk Porselen Fabrikası

1895 yılında açılan fabrika; üst sınıfın Avrupa stili seramik ihtiyacını karşılamak için üretim yapıyordu. Kaseler, vazolar ve tabaklar üretildi. Bunlar; sıklıkla “Boğaz” manzarasını resmediyordu. Bina orta çağ şatolarını andıran bir görünüme sahiptir.

Yıldız Sarayı Gezi Planı

Beşiktaş’ın üst kesimlerinden, Yıldız Sarayının ana girişine varacaksınız. Girişin solundaki; Muayede Köşkü yeni bir müze olarak tamir ve tanzim edilmekte. Yine; sol tarafta, Sultanın misafirlerini ağırladığı, tek katlı “Çit Köşkü ve harem girişi”, karşıda da, görevli subayların: ofisleri, “Yaveran Dairesi” bulunuyor. Harem bölümündeki sera ve tiyatro; türlerinin en çarpıcı örneklerinden.

Girişin sağ tarafında; personel yemekhanesi iken, sonradan silah koleksiyonları sergilenen bölüm var. Günümüzde; sergi ve konserlere tahsis edilmiş. Yıldız Sarayı Müzesi ve İstanbul Belediyesi Şehir Müzesi de burada.

Eski Marangozhane Binasında; 1994 yılında tesis edilen Saray Müzesinde; oyma ve dekorlu ahşap eserler, tahtlar, buradaki özel fabrikada imal edilmiş çeşitli porselenler, sarayla ilgili dekoratif objeler sergileniyor. Yan taraftaki Şehir Müzesinde ise; cam, porselen, gümüş eserler, İstanbul tabloları ve türünün ender örneklerinden bir 16”ncı yüzyıl kandili sergileniyor.

Çadır Köşkü

Yıldız Parkı içinde. 1871 yılında inşa edilmiş, Sultan Abdülaziz’in sarayı olan Yıldız Sarayı bahçesindedir. Günümüzde: kafe-restoran olarak işletilmektedir.

Şale Köşkü

Yıldız Sarayı kompleksi içinde. Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır. Adını; İsviçre dağ evi tarzında yapıldığı için Fransızca “chalet” (dağ evi) anlamından gelen kelimeden almıştır. Köşk: 19’ncu yüzyıl, Osmanlı mimarisinin en ilgi çekici yapılarından biridir. Yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içinde ve farklı tarihlerde yapılan, birbirine bitişik, üç ana yapıdan oluşur.

Döneminde: Devlet Konuk evi olarak kullanılan yapı; bodrumuyla birlikte, 3 katlıdır. Ahşap ve kagir olarak yapılmıştır. Koridorlar üzerinde düzenlenmiş 60 oda ve 4 salonu ile, köşk boyutlarını aşar. Yapının görkemli bloklarını: Barok, Rokoko ve İslam etkilerini yansıtan, kalem işleri, geometrik bezemeler ve manzaralı panolar süslemektedir.

Törenlerin yapıldığı sarı ve sedefli salonların dekorasyonunda; görkemli süslemeler, Osmanlı ve Avrupa’dan gelen mobilyalar var.
Günümüz de; bir müze saray olarak ziyaretçilere açık. Bahçesinde: çeşitli resepsiyonlar düzenleniyor.

Malta Köşkü


Yıldız Sarayı köşklerinden biri olarak, 19’ncu yüzyılda yaptırılmış. Yıldız Parkı içinde bulunuyor. Dönemin, en ilginç sivil mimari örneklerinden biri. 2 katlı köşkün mimari: Sarkis Balyan. Günümüzde: kafe-restoran olarak işletiliyor.

Tekrar; Beşiktaş Meydanına dönüyoruz. Ortaköy’e doğru, yolumuza devam ediyoruz. Sahilde: eski Feriye Sarayının; günümüze ulaşan ve bugün farklı işlevlere sahip olan bölümleri var. Bunlar:

a. Devlet Konukevi.
b. Beşiktaş Kız Lisesi.
c. Denizcilik Lisesi,
d. Galatasaray Üniversitesi,
e. Kabataş Lisesi,
f. Çırağan Oteli.
g. Feriye Lokantası.

Sonra; Ortaköy Meydanına geliyoruz. Burada: 3 tek tanrılı dinin ibadethaneleri: Rum Ortodoks Aya Fokas Kilisesi, Etz Ahayim Sinagogu ve Ortaköy Cami var. Ortaköy Meydanı ve çevresi: 1990’lı yıllarda: düzenlemeler yapılmış, semte özgü yapılar içinde: bar, lokanta, kafe, el işi ve antika pazarları bulunan, İstanbul’un her zaman canlı ve cıvıl cıvıl olan bir eğlence ve kültür mekanı. Burada ayrıca: Esma Sultan Yalısı görülmeye değer.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Ortaköy Camii
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Ortaköy Camii

 

ORTAKÖY CAMİ


Caminin bulunduğu yerde; daha önce, Vezir İbrahim Paşanın damadı Mahmut Ağanın yaptırdığı bir mescit vardı. 1721 yılında yapılmış olan mescit; Mahmut Ağanın, Patrona Halil Ayaklanmasında ölümünden sonra yıkılmış olmalı. Cami; 1810 yılında, Bostancıbaşı Defterinde de “Mehmet Kethüda Cami-i Şerifi” olarak kayıtlı.
Asıl adı: Büyük Mecidiye Cami olmasına rağmen, halk arasında Ortaköy Cami olarak bilinmektedir.

Neo Barok tarzında bir camidir. Sultan Abdülmecit tarafından; mimar Nigogos Balyan’a; 1853 yılında yaptırılmıştır. Giriş kapısının üzerindeki kitabede: Abdülmecit tuğrası ile birlikte, caminin bitiriliş tarihini belirten bir tarih var. Oldukça zarif bir yapıdır. Boğaziçi’nde, eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir.

Geniş ve yüksek pencereler: Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak şekilde düzenlenmiştir. 1894 yılındaki depremde; cami büyük hasar görür ve minarelerin petek ve külah bölümleri, yeniden yapılır.

Merdivenle çıkılan: tek şerefeli, iki minaresi vardır. Kalemucu minareli olmayan, birkaç İstanbul camisinden biri.

Duvarları; beyaz kesme taştan yapılmıştır. Statik açıdan oldukça narin yapılardandır. Tek kubbenin duvarları; pembe mozaiktendir. Mihrap; mozaik ve mermerden, minber ise, somaki kaplı mermerden yapılmış ve ince bir işçilik ürünüdür. Cami: diğer camilere göre, olabildiğince süs ve ihtişama sahiptir.

Camilerin iç kısmının genelde sade olduğu düşünülürse; Ortaköy Cami, bu kuralı biraz bozmuştur. Ama bu süslemeler, Camiye farklı bir görünüm kazandırmıştır. Caminin içinde bulunan: Allah, Muhammed ve ilk dört halifenin adları; bizzat Sultan Abdülmecit tarafından yazılmıştır.

Son yıllarda: temel kısmı 64 kazıklarla takviye edilerek, denize doğru kayması durdurulmuştur. Cephe kısmını meydana getiren taşlar da değiştirilmiştir. Duvar aralıkları oyularak; içinden demir putreller geçirilmiş. Ancak; tüm bu restorasyon çalışmaları sonunda, 1984 yılında, yine büyük bir yangın geçirilir ve yangından sonra cami yeniden onarılır.

Ortaköy gibi güzel bir semtte bulunan bu camiyi ziyaret ettiğinizde; oradaki çay bahçelerinden birinde oturup, caminin Boğaziçi ile oluşturduğu o güzel uyumu izleme fırsatını da bulmuş olacaksınız.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Esma Sultan Yalısı

ESMA SULTAN YALISI

Ortaköy’de leziz bir mekan, restore edilmiş, yarısı yanmış ve üstü açık bir yalı. Boğaz manzarası, klasik müzik ve deli gibi ışıklandırma. Aşık olmak için bire bir romantik ortam.
Yalı, adını: Sultan I. Abdülhamit’in kızı, Esma Sultan’dan alır.

Meşhur mimar Sarkis Balyan tarafından yapılmış. 1873 yılında doğan Esma Sultan; 16 yaşına geldiğinde, Çerkes Mehmet Paşa ile evlendirilir. Mehmet Paşa; zamanın önemli devlet adamlarından biriydi. Yalı; Esma Sultana düğün hediyesi olarak verilir.

Canlı ve renkli karakteri sayesinde; seçkin ve beğenilen bir hanımefendi olmuştur. Esma Sultanın İstanbul’da yaşadığı bu görkemli yalı, Osmanlı imparatorluğunun bitiminde terk edilmiş, bir yangın ve bir deprem atlatmış, sonrasında ise, 1918 yılında Rum Okulu ve 1922 yılından sonra ise sırasıyla tütün ve kömür deposu olarak kullanılmıştır.

Yalnızca, binanın dış duvarlarını ihtiva eden harabe; yapılan bir dizi yenileme ve ilave dizayn çalışmaları sonucu, 2001 yılında, çok amaçlı buluşma yeri olarak açılır.

Restorasyon çalışmaları; Türkiye’de örneği az bulunur cinsten. Orijinal tuğla dış duvarların içinde; çelik ve cam kullanılarak yapı birleştirilir. İçinde; bar, restoran ve muhtelif seviyede bir salon var.

Toplam alan: 2226 m. kare. Zemin katı; 31.5 m. Genişliğinde, 27 m. Uzunluğunda ve 3.80 m. Yüksekliğinde. İkinci kat ile birleşen ilk kat, 31.5 m. Uzunluğunda ve 6.80 m. Yüksekliğinde. Bahçede; halen sarnıç, Türk hamamı ve ahır kalıntıları bulunmaktadır. Deniz yolu ile gelenler için, ön tarafta bir de iskele bulunuyor.

Ayrıca; İstanbul Uluslar arası Caz Festivali ve İstanbul Uluslar arası Müzik Festivali burada yapılıyor.

Evet, şimdi sırada: Bebek var. İstanbul’un korunaklı limanlarından birine sahip olan Bebek: adını Sultan II. Mehmet’in çok yakışıklı olması nedeniyle, Bebek adıyla anılan çavuşu Mustafa Çelebi’den almıştır.

Bugün; İstanbul’da çalışan yabancıların rağbet ettikleri semt; Bebek Badem Ezmecisi ile ün yapmıştır. Bunu yani badem ezmesini mutlaka tadın. Muhteşem güzel bir tat.

Kıyıda; Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşanın yaptırdığı; Mısır Sefaretinin yazlık konutu olan görkemli binayı göreceksiniz. Bunun dışında; Bebek’in en ünlü yapıları şunlar:
a. İstanbul’un 1751 tarihli en eski ahşap yapılarından biri olan, Kavafyan Konağı.
b. 19’ncu yüzyıl yapısı, Fransız Yetimhanesi.
c. I. Ulusal Mimarlık akımı mimarlarından Kemalettin Bey’in yapısı, Bebek Camii.
d. Bugünkü Boğaziçi Üniversitesinin, Robert Koleje ait eski binaları

Evet; Bebek ile Rumelihisarı arasında; Aşiyan Mezarlığı var. Mezarlığın çevresinde: Şair Tevfik Fikret’in müze olan evi var.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Aşiyan Müzesi

AŞİYAN MÜZESİ


Ünlü Türk Şairi, Tevfik Fikret’in yaşadığı ev olan yapı; 1945 yılında; Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak açılmıştır. Şairin, daha önceleri; Eyüp Mezarlığında bulunan naşı, 1961 yılında, doğal görünümü ile çok beğendiği evinin bahçesine nakledildi. Bu tarihten sonra; müze “Aşiyan Müzesi” adını aldı. Tevfik Fikret, evinin projelerini kendisi çizmiş.

Farsça “Yuva” anlamına gelen Aşiyan kelimesini de, buraya isim olarak koymuş. Bahçe içerisinde, ahşap ve 3 katlı olan Aşiyan Müzesinin birinci katı: Edebiyat-ı Cedideciler’in fotoğrafları, kitap ve özel eşyaları sergileniyor. İkinci katta: şairin şahsi eşyalarının sergilendiği yatak odası ve çalışma odaları yer alıyor.

Rumelihisarı semtine damgasını vuran; tabii ki Sultan II. Mehmet’in; fetih öncesinde Bizanslılara Karadeniz’den gelecek yardımları önlemek için, daha önceden yaptırdığı Anadoluhisarı’nın karşısında, 1452 yılında, dört ay gibi kısa bir zamanda yaptırdığı, Rumelihisarı ya da Boğazkesen Hisarı’dır.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Rumeli Hisarı
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Rumeli Hisarı

RUMELİ HİSARI


Boğazın tam kontrolü ve Bizans’a kuzeyden yardım gelmesini önlemek için, Fatih Sultan Mehmet tarafından, 1452 yılında yaptırılmış. Yapıma: bizzat Sultan II. Mehmet idaresinde, bin kadar usta ve bunun iki katı kadar da ırgat katılmıştır.

Hisar; dört ayda bitirilir. Hisarın yapılmasında; devrin ileri gelenleri himmette bulunmuş, harcamalara katılmışlardır. Ayrıca; belirli bazı kule ve beden duvarı kesimlerinin hızlı yapılmasından da sorumlu tutuldukları anlaşılmaktadır.

Fakat, yalnız güneybatıdaki C kulesinin, Zağanos Paşa idaresinde yapılmış olduğu, üzerindeki kitabeden kesin olarak görülmektedir. Bir görüşe göre; kuzeybatıdaki A kulesini Saruca Paşa, kıyıdaki B kulesini Candarlı Halil Paşa yaptırmıştır.

Hisarın yapımına başlanıldığında; Bizanslılar telaşlanarak önce kaleyi ele geçirmeyi düşünürler.

Fakat, Sultan onlara kaleyi, şehri ve tüccarları Akdeniz-Karadeniz arasında dolaşan korsanlardan korumak için yaptırdığını söyletir. Bizanslılar, böylece hisarın yapımına göz yummak zorunda kalırlar. Boğazdaki akıntı yüzünden gemicilerin Avrupa yakasında, kıyıya yaklaşmak zorunda kalmaları, hisarın gücünü daha da arttırıyordu. Hisar; kendisine böylece yaklaşan hedefleri, toplarının en uzak menzil mesafesinden karşılanarak, güneyde en uzun mesafeye kadar takip edebiliyordu.

İstanbul’un alınmasıyla birlikte hisarın görevleri de büyük ölçüde sona erer. Fetih ile esas görevlerini tamamlayan hisar; Osmanlı Devletinin başkenti olan İstanbul’u Karadeniz’den gelecek tehlikelere karşı koruyabilmek için, fazla güneyde kalmıştır.

Zaten; fetihten sonra, burası bir devlet hapishanesi durumuna gelir. Suçlu yeniçerilerin cezalandırıldığı ve devlet ile savaşa giren yabancı ülke elçilik mensuplarının gözaltında tutuldukları bir yer olarak tanınmıştır.

Önemli suçlar işleyen yeniçeriler, Süleymaniye ve Beyazıt arasında bulunan ve Paşakapısı denilen Yeniçeri Ağası Sarayında muhakeme edildikten sonra, aşağıda Yemiş İskelesi yerindeki yeniçeri kolluğuna indirilir ve buradan bir kayıkla Rumelihisarı’na getirilirmiş. Bunlar; hisarda idam edildikten sonra, hadise bir top atışı ile duyurulurmuş.

Yabancı Devletler, Osmanlı Devletiyle savaş durumuna girdiklerinde ise; 16’ncı yüzyıldan sonra; elçiliğin bütün personeli, Rumeli Hisarında enterne ediliyormuş. Bu yüzden, buranın Avrupalılar arasında, korku verici bir şöhreti oluşur, hatta bir kulesi onlar tarafından “Karakule” olarak adlandırılır.

Evet; zaman içinde; Hisar, Sultan II. Beyazıt döneminde; küçük kıyamet denilen depremde zarar görür ve hemen tamir ettirilir. 17’nci yüzyıl ortalarında bir yangın geçirir, son olarak da Sultan III. Selim zamanında bir tamir daha gördükten sonra, kendi haline bırakılır. Zamanla; halkın yerleşmesine imkan sağlanır.

Önceleri; kale kumandanı ve muhafızların oturdukları ve hisarın ilk yapıldığından beri var olan avludaki evler de yerlerini küçük bir mahalleye bırakır. 1953 yılında ise; hisarın büyük bölümü tamir edilir ve avludaki evler istimlak edilerek kaldırılır. Bu tamir Rumelihisarı’nı kurtarmıştır.

İstanbul Boğazının en dar yerinde ve Anadolu Hisarının tam karşısında (ikisi arasındaki mesafe: 660 metredir) inşa edilen hisarın surlarının uzunluğu: kuzeyden-güneye 125 m. olup , 3 büyük kulesi bulunmaktadır.
Kuleleriyle birlikte, hisar; Orta çağ askeri mimarisinin güzel bir örneğidir. 1953 yılında restore edilerek, içerisine açık hava tiyatrosu eklenmiş ve aynı zamanda müze haline getirilmiştir.

Hisarlar Müze Müdürlüğüne bağlı, kale içindeki Açık hava sahnesi, yaklaşık 1350 kişi kapasitelidir. Anfi tiyatro şeklindedir. Yaz aylarında: konser, tiyatro ve dans gösterilerine açık olan mekanda; tüm dekor ve teknik aksam: etkinlikler için dışarıdan getirilip kuruluyor.

Çok sevimli kahvelerin bulunduğu Rumelihisarı’ndaki bir başka gösterişli yapı da: halk arasında “Perili Köşk” olarak nitelenen, Marsilya tuğlaları ile yapılmış, Mısırlı Yusuf Paşa Konağıdır.

Evet; gezimize devam ediyoruz. Rumelihisarı semtinden sonra; Baltalimanı, Boyacıköy ve Emirgan var. Bugün: İstanbul Üniversitesi Sosyal Tesisleri ve Baltalimanı Hastanesi olarak, yeni işlevler kazanan Mediha Sultan Sahilhanesi, Şerifler Yalısı, Emirgan Cami, İstanbul’un en güzel müzelerinden Sakıp Sabancı Müzesi ve Edebiyatçıların Çınaraltı Kahvesi; Boğazın bu bölümünün en önemli mekanlarıdır.

BALTA LİMANI


Antik çağda; kral Barbis’in intihar eden kızının adına atfen; Sinüs Phidaliae veya Portas Milierium dendiği, bir başka isminin ise “Ginaikon Limen” yani “Kadınlar Limanı”, “kadınlar iskelesi” dir. Bugünkü adı ise: Fatih Sultan Mehmet’in (1444-1481) Kaptan-ı Deryası Baltaoğlu Süleyman Bey’den gelmektedir.

Osmanlı donanmasının başında Kaptan-ı Derya olarak bulunan Baltaoğlu Süleyman Bey’in İstanbul’un fethine çok büyük katkı sağlayan gemileri; Marmara Denizinden buraya getirerek, koruma altında tuttuğu için, bu semte Baltalimanı denilmektedir.

Baltalimanı vadisi: İstanbul’un mesirelerinden biridir. Derenin bol suyu, geniş çayırlık alan, çamlık, dutluk, ceviz ağaçları ile ünlüdür. İstanbullular çok sık olarak buraya gelirler. Bu nedenle; devrin ileri gelenlerinin bir kısmının; yalıları, sarayları, köşk ve konakları burada bulunuyordu. Bugün ise; sosyal tesisler bulunmakta. Sarıyer merkeze 10 km., Taksim’e 10 km. ve Eminönü’ne ise 12 km. uzaklıkta.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Emirgan Korusu
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Emirgan Korusu

EMİRGAN KORUSU


Bu yeşil alana: 16’ncı yüzyıl ortalarında “Feridun Bey Bahçesi” denilmiştir. Sultan IV. Murat’ın; 1635 yılında Emirgüneoğlu Tahmas Han’a (sonradan Yusuf Paşa) hediye etmiştir. Bunun üzerine, buraya “Emiroğlu Bahçesi” denilmeye başlanmıştır. Daha sonra ise “Mirgün” ve “Emirgan” olarak değiştirilmiştir.

19’ncu yüzyılın ikinci yarısında ise; Mısır Hidivi İsmail Paşa tarafından yeniden düzenlettirilir. Koruda: Sarı, Pembe ve Beyaz Köşkler var. Muazzam faunasıyla, muhteşem bir yer. Her yıl Mayıs ayında; “Lale Bayramı” düzenlenmektedir.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Sakıp Sabancı Müzesi

SAKIP SABANCI MÜZESİ


Atlı köşk: deniz kıyısında ve en son olarak 1925 yılında Prens Mehmet Ali Hasan’da kalmıştır. Bu arsa için, mimar Eduardo de Nari; bir köşk projesi çizer. Prens; eşinden ayrıldığı için Mısır’a döner, burada oturmaz. Uzun yıllar; Yusuf Ağa ve ailesi burada kalır. 1951 yılında ise, Hacı Ömer Sabancı tarafından satın alınır. Bahçesinde: 1864 yılında Louis Dauman tarafından yapılan, önce Abraham Paşa Çiftliğinde ve daha sonra Mahmut Muhtar Paşanın Modadaki konağında duran; dökme bir at heykeli var. Köşk; ismini bu heykelden alır.

Evet; Sakıp Sabancı’nın; Atlı Köşk olarak da bilinen konutu; 2002 yılında, Müzeye dönüştürüldü. 19’ncu yüzyıl yapısı olan asıl bina ve ek galeride; toplam 3500 m. kare müze ve sergi mekanı oluşturulmuş. Sergileme alanı: 2005 yılında, 6500 m. Kare olarak genişletilmiş. Osmanlı dönemine ait yazma eserler, 19 ve 20’nci yüzyıllara ait tablo koleksiyonu, hat, tezhip örnekleri barındıran müze, yurt içi ve dışından gelen sergilere de ev sahipliği yapıyor.

Atlı köşkün giriş katındaki oda: Sabancı ailesinin, köşkte yaşadığı dönemde kullandığı mobilya ve 18-19’ncı yüzyıllara ait sanat eserlerini içeriyor. 1’nci katta: Osmanlı hat sanatı eserleri, Kur’an ve fermanlar sergileniyor. Müzede; engelliler için de elverişli gezi alanları bulunuyor.

Devam ediyoruz. İstinye Koyu. Boğazın en korunaklı limanı. Efsaneye göre: İason ve Argonotlar; kendilerini kral Amicus’tan kurtaran kanatlı bilge Sostenion’a teşekkür amacıyla buraya bir heykel dikmişler. Hıristiyanlık tarihindeki sütunlu azizlerden Daniel’in üzerinde, 30 yıldan fazla yaşadığı sütun da Rumelihisarı’n da değil, burada imiş.

İstinye-Yeniköy-Tarabya hattında: bir dizi güzel bina bulunuyor. Bir Alexandre Vallaury eseri olan ve kuleleriyle, hareketli yüzüyle dikkati çeken ; Arif Paşa Yalısı, Şehzade Burhaneddin Paşa Yalısı, Kara Todori Yalısı, bir süre önce yangın geçiren Said Halim Paşa Yalısı, Faik Bey Yalısı, Sara Sultan’ın ikizleri için yapılan Bekir Bey Yalısı, birbirine bitişik Dadyan, Sandoz, Dr. Muvaffak Gönen Yalıları, bugünkü Avusturya Elçiliği olan Cezayirliyan Yalısı, Raimondo Aronco’nun Art-Nouveau üslüplu Huber Köşkü, Alman Elçiliği yazlık konutu, dini yapılardan: Yeniköy Sinagogu, tepelerdeki Ermeni Surp Hovhannes Mıgırdıç Kilisesi, Aya Paraskevi Kilisesi.

TARABYA KASRI


Hünkar köşkü olarak yapılmamıştır. Resmi kayıtlarda; bir Rum beyinin yalısı olarak görülmektedir. Sultan II. Mahmut; 1828-1829 yılları arasındaki Rus Harbinde; Tarabya Kasrını ikametgah olarak, buraya çok yakın olan Kalender Kasrını da karargah olarak kullanmıştır.

Sultan Abdülaziz döneminde yenisi yapılması için yıkılmış ancak yenisi yapılmamıştır. İlerleyen dönemlerde; tahta çıkan Sultan Abdülhamit; Almanya ile olan ilişkilerin geliştiği dönemde, kasrın yıkıntı şeklindeki arazisini; Alman Sefaretine hediye etmiştir. Bugün; kasrın yerinde, Alman Sefaretinin yazlıkları bulunmaktadır.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Huber Köşkü

HUBER KÖŞKÜ


Tarabya koyuna yaklaşırken, iç tarafta, yol kenarında, çok güzel bir yalıdır. Köşk, 19’ncu yüzyılın sonlarında inşa edilmiştir. Osmanlı devletine silah satan bir firmanın temsilcisi olan Huber’e aittir.

Herr Huber; o dönemde oldukça varlıklı bir kişiydi. Boğazı canlandırmak ve ağaçlandırmak için çok çalışmıştır. Doğayı seven, zamanının büyük bölümünü bahçede, ağaçlar ve çiçekler içinde geçiren biriydi. Öldüğünde; arkasında çok güzel bir yalı bırakır.

O dönemde hem hukukçu ve hem de iktisatçı olan Necmettin Molla, Herr Huber’in Almanya’da ki akrabalarından yalıyı satın alır. Bir süre sonra, Hidiv İsmail Paşanın torunlarından Prens Kadri’ye satar.

Köşk defalarca el değiştirmiştir. En son; köşkü bir turizm şirketi satın almış ve Anıtlar Yüksek Kurulunun izin vermemesi üzerine, hiçbir restorasyon yapılamamış ve öylece durmaktadır. Yalıya uzaktan bakıldığında, pek çok mimari üsluptan etkilendiği görülmektedir. Çin, Arap, Acem, Osmanlı, İtalyan, Fransız, İngiliz etkileri görülür. Sanki yalıyı değişik ülkelerin mimarları, nöbetleşe çalışarak meydana getirmişlerdir. Köşk, günümüzde Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak kullanılmaktadır.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Said Halim Paşa Yalısı

SAİD HALİM PAŞA YALISI

19’ncu yüzyılın sonlarında, Petraki Adamantini adlı bir mimara yaptırılmıştır. Yalının bahçesine, yol tarafındaki kapıdan giriliyor. Rıhtımda; haremlik ve selamlığa giden kapılar var. Buradan; selamlık bahçesine açılan kapının önünde, iki aslan heykeli bulunuyor. Bunlardan biri İtalya ve diğeri ise Almanya tarafından, Said Halim Paşanın kılıç kuşanması şerefine gönderilmiş.

Yalı; önündeki bu aslan heykelleri nedeniyle “Aslanlı Yalı” olarak da isimlendiriliyor. Sait Halim Paşanın sağlığında: kapıda “Aç olan Buyursun Yesin” yazılı bir levha varmış ve pek çok garip, burada karnını doyuruyormuş. Yalı; 1968 yılında Turizm Bankasına satılmış. Restore edilmiş. Yalının bahçesi; yaz aylarında restoran olarak kullanılıyor.

Yalının bir bölümü ise; müze olarak düzenlenmiş. 1995 yılında, büyük bir yangın olur, daha sonraki dönemde ise Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yine onarılır, Başbakanlığa bağlı bir eser olarak kullanıma kazandırılır. Günümüzde restoran olarak kullanılmaktadır.

Kireçburnu ve Büyükdere; önceleri: elçilerin ve gayrimüslimlerin yerleştiği bir yerdi. İtalyan elçiliği yazlık konutu, Rus elçiliği yazlık konutu, bugün otele dönüştürülen Fuat Paşa Yalısı, 18’nci yüzyıldan kalma, en eski elçilik binası olan İspanya Elçiliği yazlık konutu, Surp Boğas Kilisesi; Boğaz’ın bu kesiminde, öne çıkan binalardır.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Belgrat Ormanları

BELGRAT ORMANLARI


Büyükdere iskelesine, 6 km. uzaklıktadır. Karadeniz kıyılarına 45 km. kadar yaklaşır, yüz ölçümü 5300 hektardır. En yüksek yeri olan; Kartaltepe 230 m. dir. Burada; meşe, gürgen, kayın ve kestane ağaçları bulunur. İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak için yapılmış 6 bent, orman içindedir.

Büyükdere-Sarıyer arasındaki: Azaryan Yalısında; 1980 yılında Türkiye’nin ilk özel müzesi açılmıştır. Sadberk Hanım müzesi.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Sadberk Hanım Müzesi

SADBERK HANIM MÜZESİ


Sadberk hanım: Vehbi Koç’un eşidir. El işlerine ve el sanatlarına olan tutkusu ile seçkin bir koleksiyon meydana getirmiştir. Bu güzel eserlerin, kendi adını taşıyacak bir müzede sergilenmesi, hayatının son günlerine kadar (1973 yılında vefat etmiştir) en büyük arzularından biri olmuştur.

Evet; Müze içinde; hem Etnoğrafik, hem de Arkeolojik (Hüseyin Kocabaş koleksiyonu) çok önemli eserler sergileniyor. Müze: iki ayrı yapı içinde kurulmuş. Bunlardan birincisi: 19’ncu yüzyıl sonlarında inşa edilen, 3 kattan oluşan bir yapıdır. Kagir zemin üzerine ahşap tarzda inşa edilmiş olup,”Azaryan Yalısı“ olarak bilinir.

Yalı: 1950 yılında, Koç ailesi tarafından satın alınır ve 1978 yılına kadar yazlık olarak kullanılır. Müzeye dönüştürülmesine karar verilince: 1978-1980 yılları arasında yapılan restorasyon projesiyle, müzeye dönüştürülür. Sadberk Koç Koleksiyonu sergilenmek üzere;14 Ekim 1980 tarihinde ziyarete açılır.

Burada: sikkeler, İslam sanatı, Osmanlı dönemi, Kadın kıyafetleri sergileniyor. Giriş katında: hediyelik eşya dükkanı ve çay salonu var. Bugün kullanılmayan ana girişin tavanı: eski Roma mimarisinden esinlenilerek, kartonpiyer kasetlerle süslü.

Katlara: ahşap merdivenlerle çıkılıyor. Duvarlar; mermer taklidi kalem işi ile boyalı. Giriş katının üzerindeki birinci ve ikinci katların orta ana salonları ve bunlara açılan odalar; sergileme mekanı olarak kullanılıyor. Çatı katında ise; eser depoları, çalışma odaları ve kitaplık var.

Binanın dış yüzünde: pencere aralarında, ahşap süslemelerin güzelliği, binayı diğer yalılardan ayırıyor. Ayrıca: bina yüzeyindeki kabaralar, halk arasında, “Vidalı Yalı” olarak anılmasına neden olmuş.

Ana binanın yanındaki yıkık durumdaki diğer yalı; 1983 yılında, Vehbi Koç Vakfı tarafından satın alınmış ve Kocabaş eserlerinin sergilenebilmesi için restore edilmiş. Kocabaş kimdir? Türkiye’de bilinçle oluşturulmuş ender koleksiyonlardan birinin sahibidir. Aslen Bursalıdır. Keşke, Türkiye’de, Hüseyin Kocabaş gibi, 5-10 tane koleksiyoncu olsaydı da; dışarı kaçırılan pek çok eser, yurdumuzda kalabilseydi.

Konusuna o kadar vakıftı ki; hayatının son yıllarında şeker hastalığı nedeniyle görme yetisini kaybetmesine rağmen, elleri ile dokunmak suretiyle eserleri tanıyıp, tarihleyebiliyordu. 1981 yılında vefat eden Hüseyin Kocabaş’ın ailesi, bu koleksiyonu satmaya karar verirler ve koleksiyon Vehbi Koç Vakfı tarafından satın alınır.

1988 tarihinde, “Sevgi Gönül Binası” olarak ziyarete açılan bu binada ise; İslam öncesi arkeolojik eserler sergileniyor. Anadolu uygarlıkları, İon ve Helen uygarlığı, Roma uygarlığı, Bizans sanatı, Kandiller, Süs eşyaları, Heykeltıraşlık Eserleri ve Mezar Stelleri, Cam eserler, boncuklar ve sikkeler sergileniyor. Çağdaş bir müze uygulaması nedeniyle; bu müze, 1988 yılı “Europa Nostra” ödülüne layık görülmüş.

Ana ve ara katlarda; kronolojik bir sıra içinde, arkeolojik eserler sergileniyor. Girişteki salon; Afyon beyazı, merdivenler ve sergi salonlarının zemini ise siyah Adapazarı mermeri ile kaplı. Sergi salonları, gün ışığına kapatılmış ve vitrinler; çağdaş bir aydınlatma ile modern bir müze hüviyeti kazanmıştır.

Evet, sırada: Sarıyer var. Yüzyıllarca: yeşilliği, tatlı su kaynakları ve balıkçıları, günümüzde ise böreği ile ünlü Sarıyer’de; çok önemli yapılar yok.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Sarıyer

SARIYER


Bölgeye bu adın: Maden Mahallesini oluşturan kesimdeki; bakır madeni nedeniyle topraklarının sarı renginden dolayı verildiği söylenmektedir. Ayrıca: bölgede doğal yayılım gösteren katır tırnağı bitkisinin çiçeklendiği zaman, tüm bölgenin belirgin bir şekilde sarı olmasının da, ismi etkilediği düşünülmektedir.

İstanbul’un fethinden sonra; Anadolu’dan ve Adalar’dan getirilen göçmenler, buraya yerleştirilir. 20’nci yüzyılın ilk yarısında, hatta 1960’lara kadar, İlçenin Boğaz kıyısındaki semtleri; daha çok yazın kalabalıklaşan sayfiye yeri niteliğini taşıyordu.

Özellikle; yeni yolların yapılması ve sahil yolunun genişletilmesinden sonra, mevcut semtler gelişmiş ve semtler arası boş alanlar, yerleşime açılmış. Kıyı kesiminde daha çok üst gelir guruplarına ait konutlar ve köşkler, sırt biçiminde uzanan yüksek alanların yamaçlarında ise gecekondu mahalleleri var.

 

TELLİ BABA TÜRBESİ

Telli baba türbesi: Rumelikavağı girişindedir. Buradaki mezar; yıllar önce: Hacı Nimet Abla (Özden, piyango bileti bayii) tarafından onarılarak, türbe haline getirilmiştir.

Aslında mezarda; Türk balıkçıya aşık olan bir Rum rahibe kızın bulunduğu söylencesi yaygındır. Rahibe kız; Rumeli kavağındaki manastırdan deniz yolu ile kaçarken, kayığının batması üzerine boğularak ölmüş, cesedi bu mevkide kıyıya vurmuş ve bulunduğu yerin az yukarısına gömülmüş, mezarın üzerine de gelin teli konulmuş.

Fakat; zamanla söylenceler değişikliğe uğramış ve “Telli Gelin” “ Telli Baba” olup çıkmış. Bir başka iddia ise: Telli Tabyada balıkçılık yapan bir ermişin ölmesi üzerine, buraya gömülmüş olması nedeniyle “Telli Baba” denildiğidir.

Sarıyer’den sonra; balık lokantaları ve midye tava satıcılarının yoğunlaştığı; Rumelikavağı ve ardından Rumelifeneri geliyor.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Rumeli Kavağı

RUMELİ KAVAĞI


Sarıyer’den minibüsle, 10 dakika uzaklıkta. Beşiktaş’tan otobüs ile de gitmek mümkün. Deniz kenarında şirin bir yer. Askeriyeden arta kalan yerlerde; Altınkum ve Elmaskum denilen iki plajı var. Temiz yerler. Ayrıca: sahil boyunca: ucuz balık ve midye kızartma yiyebileceğiniz lokantalar var.

Evet; birazda, buranın tarihi geçmişine bakalım. Bizanslılar zamanında ismi: Hieron Romelias. İsmini: kalenin bulunduğu yerdeki Bizans mabedinden alıyor. Bir diğer söylentiye göre ise: çarşı içinde bulunan anıt ağaç hüviyetindeki çınar ağaçlarından (halk arasında çınar ağaçlarına kavak ağacı da denilmektedir) aldığıdır.

Bu ağaçlardan biri, köy içindeki kalenin giriş kapısı yanında olup, yaşı 750’nin üzerindedir. Diğer iki anıt ağaç, yeni yapılan Ulu Cami’nin önünde olup, birinin yaşı 500’ün üzerinde, diğerinin ise 500’e yakındır.

Buranın yerli halkı: Rum’dur. Osmanlı döneminde Rum nüfus azalır. Rus Savaşı (93 Harbi) ile başlayan büyük göçte de Rumelikavağı büyük bir köy haline gelir.
Rumelikavağı: her dönemde, askeri bölge olma özelliğini korumuştur. Antik çağdan Bizans dönemine, bu dönemden Osmanlılar dönemine kadar, bu özelliğini koruduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, askeri bölge olarak kalır. Hatta; 1960 yılına kadar, yabancıların girmesi yasak olan bir bölge idi.


Evet, burada tarihi eser olarak neler var? Kale; köyün üst kısmında, şimdiki Garipçe-Fener yolunun alt tarafında. Kale: gümrük noktalarının kontrol altında tutulması için; 12’nci yüzyılda, İmparator I. Manuel Kommenos tarafından yaptırılmıştır. Bu kalenin eşi: 100 yıl kadar sonra, karşı Kavak’ta Anadolu kavağında yaptırılır. Karşılıklı iki kalenin yapılmasından amaç: karşıdan karşıya zincir çekilerek, ticaret gemilerinin geçişini engellemek ve gümrük parası almaktı. Kale; 14’nci yüzyılda Cenevizlilerin, 1452 yılında da Osmanlıların eline geçer.

Bugün; kalenin yalnızca kalıntıları var. Bu kaleye, “Polikhion Kalesi”, “Asomaton Kalesi”, “İmros Kalesi” de deniliyor. Osmanlılar döneminde ise, Ceneviz Kalesi ve Eski Kale isimleri verilmiş.

Halen kullanılmakta olan kavak ise, deniz kenarındadır. 1624 tarihinde, Sultan IV. Murat tarafından yaptırılmıştır. 1783 yılında, Sultan I. Abdülhamit döneminde (1774-1789) Fransız mimar Tusan’a , yeni iki kale yaptırılır.

Sultan III. Selim ise, kaleye bazı ilaveler yaptırır, harp sırasında Sultan IV. Mustafa (1807-1808) tarafından Fransız mimar Totti’ye, birbirlerine karşı duran iki kale daha yaptırılır. Bu kaleye, “Kavakhisarı” da denilmekte olup, çok amaçlı olarak halen kullanılmaktadır.

Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesine neden olan Kabakçı Mustafa isyanı; bu kaleden, yani Kavak Hisarından başlar.

Kabakçı Mustafa çevresine topladığı bir kısım yeniçeriyle, isyan bayrağını açmış ve kaleden çıkarak Çayırbaşı’ndaki büyük çayırlık alana ordugahını kurmuştu. Burada toplanan yeniçeriler ile birlikte Sarayın üzerine yürümüştü. Rumeli kavağı muhafızı olan Kabakçı Mustafa ve adamlarının büyük baskısı sonucu; yenilikçi Sultan III. Selim, tahttan indirilmiş ve yerine Sultan IV. Mustafa geçirilmişti.

Bu olaydan sonra Kabakçı Mustafa, “Turnacıbaşı” rütbesi ile Boğaz Nazırlığına atanır. Alemdar Mustafa Paşa olayı öğrenince, ordusuyla gelir ve Sultan III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak istemişse de, Saraya girdiğinde III. Selim’in kanlı cesedi ile karşılaşmıştır.

Bunun üzerine: ordusunun bir kısmını; Rumelifeneri Köyündeki köşkünde istirahat etmekte olan Kabakçı Mustafa’ya karşı gönderir ve Kabakçı Mustafa öldürülür.

İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Rumeli Feneri
İstanbul Boğaziçi Avrupa Yakası Rumeli Feneri

 

RUMELİ FENERİ


Evet, burada malum bir fener var. Kırım Savaşı sırasında Fransız ve İngiliz gemilerinin boğazın ve Karadeniz’in girişini görebilmeleri için yapılmasına karar verilmiş ve 15 Mayıs 1856 tarihinde hizmete girmiş ve denizcilere o günden bu yana, ışık tutarken, bölgenin simgesi olmuş. 1933 yılında, Fransızlara verilen 100 yıllık işletme hakkı iptal edilmiş ve tamamen Türklere geçmiş.

Karşısındaki Anadolu Fenerinden, 2 deniz mili uzaklıkta. Deniz yüzeyinden 58 m. yükseklikte olan kule 30 m. boyunda. Fener kulesi; üç kademede inşa edilmiş olup, lambası ilkin gaz yağı ardından asetilen ile çalıştırılmış. Günümüzde ise elektrik enerjisi ile aydınlanan fener, bütan gazı ile yedeği alınmakta. Fener, beyaz ışığı ile 18 deniz mili uzaklıktan görülebilmekte.

Fenerin ilginç bir öyküsü de var. Köye adını veren fener, Sarı Saltuk Hazretlerine ait olduğuna inanılan türbelerden birinin üzerinde yer alıyor. Köydekiler, 1856 yılında Fransızlar tarafından yapılan fenerin inşası sırasında, kulenin birkaç defa yıkıldığını anlatıyorlar. Burada bir yatır olduğu düşünülünce, Fransızlar önce türbeyi yapmış ve sonra da 30 m. yüksekliğindeki kuleyi inşa etmişler. Ve fener, o günden beri dimdik duruyormuş.

Eskiden, Moskova’dan İznik’e birçok yerde, adına türbe bulunan Sarı Saltuk’un, kabrinin başındaki kandilin yağı bittiğinde, fenerin karanlıklara gömüldüğüne inanılırmış. Köyde: mavi kayalar, ağlayan kayalar, kocataş ve Körtaş adını alan dev kayalıklarında bir öyküsü var.

Söylenceye göre: Altın Postu arayan Argonotlar, kayaların arasından şarap renkli bir güvercin uçurup, tanrıça Athena’nın yönlendirdiği kuşu izleyip, ozan Orfeus’un çaldığı lirden güç alarak, Karadeniz’e ulaşırlar.

Anadolu ve Rumeli fenerlerini birleştiren çizgi; İstanbul Limanının kuzey sınırını oluşturmakta. Fenerin bulunduğu köy de aynı isimle adlandırılıyor.

Sarıyer’den 12 km. uzaklıkta. Özel aracınız ile gelirken, rampayı tırmanıyorsunuz, sağa ayrılan Garipçe Köyü, Rumeli Feneri istikametinde devam ediyor. Yol üzerinde, seyir tepesi benzeri bir burunla karşılaşacaksınız. Buradan ağaçları seyrederek boğaza tepeden bakmanız mümkün, muhteşem bir panorama olanağı veriyor. Rumeli fenerinde ise; sürekli ağlarını onaran balıkçıları göreceksiniz.

Günümüzde, burada konaklama tesisi yok. Özellikle: butik tarzı otel ve pansiyonlara büyük ihtiyaç duyulan köye, en yakın konaklama tesisi, Marmaracık Koyunda var.

Rumeli fenerinde: Cenevizlilerden kalan kaleyi gezebilirsiniz. Fenerin ters tarafına gittiğinizde, günümüze oldukça iyi korunarak gelmiş olan kale ile karşılaşırsınız. Kale kalıntılarının kapısından girince: geniş bir arena karşınıza çıkar. Kemerlerin arasından, Karadeniz’in hırçın dalgaları görülür. Bir yanı geçmiş zamanlarda betonarme bina ile tamamlanarak, askeriye tarafından kullanılmış.

Şimdi ise, duvarlara kazınan ziyaretçi isimleri ve yerlerde çöpler var. Tam bu noktada, yazın Karadeniz’in ferahlatıcı rüzgarını, kışın ise soğuğun bıçak keskinliğini iliklerinize kadar hissedersiniz. Bu nedenle; gittiğiniz döneme bağlı olarak, sıkı giyinmenizde yarar var. Evet, Boğaziçi’nin Avrupa yakasındaki gezimiz, burada bitiyor.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

 

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

Yazıya başlamadan öncelikle belirtmek istediğim bir konu var. Ben Panora’ya gittiğim zaman korkuyorum. Neden? Çünkü: herhangi bir yangın çıkarsa veya acil olarak bina terk edilmesi gerekirse, mümkün değil, çıkamazsınız. Çünkü: yalnızca bir bölümden iniş-çıkış vermişler.

Bir de asansör, bekle-bekle dur. Düşünün: herhangi bir sıkıntı anında, binayı binlerce, yüzlerce insan aynı anda terk etmek isteyecekler. Nasıl? İki asansör, bir de tek bir yönden yapılan yürüyen merdivenler bölümü. Mümkün değil. Bu kadar büyük bir mimari handikap nasıl yaratılır, anlamıyorum.

Evet, hadi buyurun şimdi size Panora alışveriş merkezini anlatayım. Panora hakkında birçok yazı yazılmış, birçok da tenkit yapılmış.

Ama: tüm bunların yanında, nasıl olduğunu anlayamadığım bir gerçek var, Panora Alışveriş Merkezi, Dünyanın En İyi Alışveriş Merkezleri Yarışmasında “Merit Ödülü” nü kazanarak Ankara ve Türkiye’yi onurlandırmış bir yer.

Dünyanın en prestijli yarışması kabul edilen ve bu yıl İspanya’da 33’ncü yapılan Uluslar arası Alışveriş Merkezleri Konseyinin ödüllerinde, finale kalarak büyük başarı kazanan Panora, 19 ülkeden, 41 proje arasında, Merit Ödülüne layık görülmüş.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

OTOPARK

2500 araçlık otopark var. Açık alanda da araç park etmek mümkün. Kapalı park alanının en güzel yanı: park yerlerinin üzerindeki yeşil-kırmızı ışıklar, yani çok uzaktan, boş park yeri olup olmadığını anlamak mümkün.

Evet, son yıllarda bir uygulama var, açık alana yani alışveriş merkezinin önü, yanı ve arkasına park ettiğinizde, Ankara Büyükşehir Belediyesi elemanları, park ücreti almak için yanınıza koşuyorlar. İnanılmaz, buradan park ücreti almak, anlamak mümkün değil, alınmaması gerekir diye düşünüyorum.

Evet, açık alanda park yeri bulamazsanız: kapalı otopark bölümüne girebilirsiniz. Kapalı otopark bölümü 4 katlı. Hemen kapıda: hangi katların boş-dolu olduğunun yazılı olması, büyük avantaj. Ancak: bu kapalı otopark bölümünde aracınızı hangi yeri bıraktığınızı (harf ve rakamı ile) hatırınızda tutmanız şart. Yoksa, dönüşte uzun süre aracınızı aramak zorunda kalıyorsunuz, yani çok büyük bir otopark.

Bir de: otoparktan çıkış biraz problemli, çıkış tabelalarını takip ettiğiniz de ki, mecburen, uzun süre otoparktan çıkmak için uğraşıyorsunuz. Çıktığınızda ise, iki alternatif var. Alışveriş merkezinden yukarı doğru gitmenizi öneririm.

Çünkü: yukarı doğru gittiğinizde, yolunuz 200 metre sonra, bir yolla kesişiyor. Orada, sola döndüğünüzde, yine 200 metre sonra trafik ışıklarının bulunduğu yere geliyorsunuz. Konya yolu istikametine gidecekseniz ışıklardan sağa dönmelisiniz.

Hayır, Çankaya ve devamında Kızılay istikametine gidecekseniz, ışıkları geçip, ikinci ışıklarda, havuzu dolanıp, sola dönüp, doğruca gitmeniz gerekiyor.

Bu arada: alışveriş merkezinin önünden, yukarı değil de, aşağı doğru giderseniz, ana yola çıktığınızda, karşı yola geçiş şansınız yok, sağa dönüp, ilk ışıklara kadar gidip, biraz önce sözünü ettiğim havuza ve ışıklara varacaksınız. Işıklarda, havuzun çevresinden “u” dönüş yaptığınızda: Çankaya-Kızılay ve istikametine gidebilirsiniz.

Alt bölümden, Armadaya girecekseniz, zaten burada çok büyük bir “Armada” yazısı var. Kaçırmanız mümkün değil. Ayrıca: bu yoldan: Park Oran Konutlarına ve TBMM Milletvekilleri Eski Lojmanlar bölgesine giriliyor. Yolun hemen başlangıcına konular “Atatürk” anıtı harika. Düşünenleri tebrik etmek gerek.

Konya yolu üstünden, alışveriş merkezine gelecek olanlar: bu fıskiyeli havuzu bulmaya gayret etsinler. Bu havuza geldiklerinde (tam ortada, göbekte) ışıklardan sola dönerek, alışveriş merkezine girebilirler.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Kubbe

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Kubbe

İNŞAAT

İnşaat alanı: 180 bin metre karedir. Mimarı, daha önce Armadayı da yapan Ali Osman Öztürk. Yani bir anlamda, burası Armada 2 gibi. Tepesinde: metal iskeletli kubbesi var.

Kubbe: görüntüsü muhteşem. Bu kubbe: tam bir teknoloji harikası. Başınızı kaldırıp bakın, gerçekten muhteşem. Tabanında ise: Piri Reis’in “Dünya Haritası” mozaik şeklinde işlenmiş.

Bu: dünyanın en büyük, tek parçalı, mozaik uygulaması. Yapımında: 320 bin mozaik kullanılmış. İnşaat maliyetinin: 90 milyon dolar olduğu söyleniyor. Son olarak: inşaat: 150 milyon dolara bitirilmiş.

Yani: müteahhit Ankaralı, sermaye yerli. Bunlar: öne çıkan özellikler. 35-40 ortak bir araya gelerek, Panora yapılmış. Burada: 2500 kişi çalışıyor. İnsanlara iş olanaklarının yaratılması açısından da, bu tür alışveriş merkezleri, gerçekten etkin.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Piri Reis Haritası

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Mozaik Piri Reis Haritası

BİNA

Bina: 4 kat. Hipermarket katı, hizmet katı, birinci kat ve food court katı. Alışveriş merkezinde, toplam 174 mağaza var. Zemin katta: girişin iki yanında, doğayla bütünleşen ve alışveriş merkezinden bağımsız saatlerde hizmet verebilen restoranlar var.

En üst katta: fast food avlusu, eğlence alanları, Müjdat Gezen Sanat Merkezi ve yine bir miktar alışveriş mağazası var. Ziyaretçilere, gün ışığında alışveriş yapma imkanı sağlanıyor.

Gerçekten; karanlık veya loş veya ışıklarla aydınlatılmış değil, doğrudan güneş ışığı ile aydınlanan bir ortamda geziyorsunuz. Binaya girmeden önce: sağlı-sollu iki yürüyen merdiven var. Bu gayet güzel olmuş. Yürüyen merdivenlerin ortasında, normal merdivenler var. Bu merdivenler çok kalabalık. Evet, bütün sigara tiryakileri, bu merdivenlere oturup, sigara içiyorlar.

Evet, zemin kata çıktınız. Girişin her iki yanında, uzunlamasına, iki büyük restoran-kafe var. Muhteşem güzel. Mutlaka zaman ayırın, yorgunluk atmak için birebir. Evet: döner kapıdan içeri giriyorsunuz. Hemen karşınıza, bir güvenlik kapısı çıkıyor.

Hiç itiraz yok, güvenlik bizler için alınan tedbirlerin bir bütünü. Evet, üstümüzdeki metal objeleri çıkarıyoruz, çantalarımızı x-ray cihazına koyuyoruz ve mekana giriyoruz.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

HİPERMARKET

10 bin m. karelik. bölümde daha önce, ilk açıldığında Kipa vardı ama şimdi Migros bulunmaktadır. Zeminin alt katına kurulmuş. Yani: zeminden girerseniz, yürüyen merdivenlerle, alt kata inmeniz gerekiyor. Arabanızı kapalı otoparka koyarsanız, yine Migros’a girmek için dikkatli olmanız gerek.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

Ankara Panora Alışveriş Merkezi

MAĞAZALAR

Dünyaca ünlü markaların bazıları, Türkiye’de ilk mağazalarını burada açmışlar. 180 mağazaya ev sahipliği yapıyor. Hoş, son aylarda bir kısım mağaza, malum ekonomik kriz nedeniyle, kapanmışlar ve büyük bir perde ile bu durumları teyit edilmiş, ama yine de, mağazaların büyük çoğunluğu halen işlevlerini sürdürüyorlar. Bir kısım markalar, her ne kadar zarar etseler de, marka prestiji açısından, buradaki halkalarını kapatmamak için direniyorlarmış.

Ankara’nın en büyük konsept mağazasıyla: Mudo, dünyanın önemli kozmetik zincirlerinden Fransız Sephora, tasarım ve dekorasyon meraklılarının uğrak yeri Nuxx ve birçok marka da Ankara’daki ilk mağazasını Panora’da açmış.

Marka karması oluşturulurken: Gap, Oysho, Zara Home, Sephora gibi Ankara’da olmayan, Ankaralıların ihtiyaç duyabileceği ve isteyebileceği markalar da, marka karmasına dahil edilmiş. Böylece, alışveriş merkezi ulusal ve uluslar arası markalarla donanmış.

Yani

Her marka ve her çeşit ürünü bulabileceğiniz bir mekan oluşturulmuş. Yalnız, mağazaların kapıları ve vitrinleri çok yüksek. Kapıların üstünde, mağazanın ismini görebilmek için, başınızı bir hayli yukarı kaldırmanız gerekiyor.

Bunu takdirle karşılıyorum, çünkü özellikle birbirlerini beklemek durumunda kalan insanlar, eskiden  tahta/ahşap oturma yerlerinde beklemek zorunda kalırken, yeni yapılan dairesel koltuklar çok rahat, düşünenlere teşekkürler.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Akvaryum

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Akvaryum

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Akvaryum

AKVARYUM

Evet, bu alışveriş merkezinin en büyük özelliği: içinde köpek balıklarının da dolaştığı, iki büyük akvaryumu olması. 75 tonluk su kapasitesi olan iki büyük akvaryum. Zaten: alışveriş merkezi içindeki insanları değerlendirseniz; en az üçte biri, bu akvaryumların başında bulunuyor ve balıkları seyrediyor, fotoğraf çekiyorlar. Özellikle, çocukların çok ilgisini çekiyor.

Son gittiğimde akvaryumun içinde balıklar yoktu. Sebebini bilmiyorum, sanırım bakımı pahalı geldi.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Akvaryum

Bazen: akvaryumum içine, balık adam giysileriyle, dalgıçlar da temizlik için havuzun içine giriyor. İnsanlar hemen daha büyük bir merakla havuz başında toplanıyorlar. Sanırım, köpek balıklarının, dalgıca ne yapacağını izlemek, bütün telaş.

Yani: bir vahşete tanık olmak duygusu. Meraklı bakışlar, ellerde fotoğraf makineleri, bir bakıyorsunuz, dalgıç, seyredenlere el sallıyor ve ortamın büyüsü bitiyor.

Buraya gelirseniz, bu akvaryumları mutlaka görün. Gerçekten, ilginç. Ankara’da bu boy büyük akvaryum başka bir yerde görmedim. Belki de, yok. Son bir cümle daha. Bu akvaryumların benzerleri, halen Dubai’de bulunan 7 yıldızlı muhteşem otelde bulunuyormuş.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Akvaryum

İçindeki renk renk balıklar, güzel bir görüntü oluşturuyor. Yalnız, bu akvaryum önünde flaşlı resimler çekiliyor. Bunun yani flaşın balıklara zararı olur mu bilmiyorum, ilgililerin bu konuda bir önlem almaları gerekir diye düşünüyorum, belki de zararı yok. Bu arada, aldığım bilgiye göre Türkiye’nin en büyük ve Avrupa’nın ise beşinci büyüklükteki resif köpek balığı akvaryumu imiş.

Evet: koca alışveriş merkezinde, belki de akvaryum başında gördüğünüz kalabalığı, hiçbir mağaza veya mekanda göremezsiniz. Hep kalabalık. Banklar var, isterseniz sizde birkaç dakika oturup, balıkları izleyebilirsiniz. Temiz, pırıl pırıl bir akvaryum olması güzel.

Evet, akvaryum artık boş.

EĞLENCE MERKEZİ

Play Plain isimli bir yer. En üst katta, yemek bölümünün koridor sonunda (sinemanın tam ters istikametinde) büyük bir eğlence merkezi var. Burada: bowling, cafe ve çocuk oyun alanları ve her türlü elektronik oyuncak bulunuyor. Çocuklar ve hatta gençler için çekici ve güzel. Girip dolaşabilirsiniz, hoşunuza gidebilir.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Yemek Bölümü

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Yemek Bölümü

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Yemek Bölümü

YEMEK BÖLÜMÜ

Yemek bölümü en üst katta. Gayet büyük, her türlü damak tadına hitap edebilecek yiyecek bulmak mümkün. Gerek ev yemekleri, gerek klasik damak tadı olan döner, lahmacun, gerekse pizza ve hamburger türleri gibi fast food tarzı bulabilirsiniz.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Yemek Bölümü

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Yemek Bölümü

Bunların yanında: tatlı, dondurma gibi aperatiflerde var. Yani: ne ararsanız bulabilirsiniz. İşin güzelliği, yemek veya içmek istediğiniz de, muhteşem bir manzara sizi bekliyor. Camlı bölümün yanına gittiğinizde; karşıda, çok güzel açık bir alan ve manzara, yemekte size eşlik edecek. Bu ortam çok hoş. Burada: canlı bitkiler yerleştirilmiş. Doğa ile alışveriş.

Ankara Panora Alışveriş Merkezi Sinema

SİNEMA

12 salon var. Koltuklar yatıyor. Ama öyle tam anlamı ile yatma yok. Yalnızca: 30 derece geriye doğru yatabiliyor. Sinema rezervasyon telefon numarası: 4916465. Yalnız, bir özelliğe dikkatinizi çekmek istiyorum, buradaki sinema bilet fiyatları diğer birçok AVM sineması bilet fiyatlarından yüksek.

Nedenini bilmiyorum. Sanırım daha fazla kira ödüyorlar, fiyatlar yüksek. Bir de: bu sinema salonlarına girişte bence bir yazı asmaları gerek: “Lütfen ayaklarınızı ön koltuğun baş koyma yerine uzatmayın, çünkü bir sonraki gelişinizde, belki de o koltuğa siz oturacaksınız. Ayrıca, ayak kokunuzu çekmek kimsenin hakkı değil” Evet: maalesef ne kadar kaliteli görüntü verse de, bir kısım sinema izleyicisi, bu kötü görüntüyü yaratıyor.

DOĞA TEMASI KULLANILMIŞ

Evet, Panora açılırken doğa ile iç içe alışveriş teması kullanılmış. Panora alışveriş merkezinin ön cephesinin hemen karşısında: büyük bir alan var. Bu alan: bir havuz, küçük bir amfi tiyatro ve yeşil bir alan olarak hazırlanmış. Bu alanın hemen arkasında ise: haşmetli birkaç elçilik binası göreceksiniz. Bu görüntüler özellikle: Panora’nın yemek katında bulunduğunuzda, size eşlik ediyor ve gerçekten ufkunuz açılıyor. Güzel bir manzara yaratılmış.

Cepa aklıma geldi. Ankamoll, bir alışveriş merkezi olarak çok övülüyor. Ama: Ankamol alışveriş merkezinin yemek yerinde veya herhangi bir alanında: böyle bir manzara seyretme şansınız yok. Yalnızca: özel kafeler ve restoranların yerlerinde oturanların böyle bir şansı var. Ama: Panora’da en üst bölümde yemek katında, alın bir çay, oturun herhangi bir masaya ve sanki bütün Ankara karşınızda, oturun çayınızı yudumlarken, yorgunluk atabilirsiniz.

ÖN TARAF

Biraz önce de söz ettiğim gibi ön tarafta büyük bir yeşil alan ve arkasında, sol da Büyükelçiliklere tahsis edilmiş yeni bir arazı ve sağ yanda ise, Ankara manzarası var. Büyükelçiliklerin yeni arazisi dedim ya, burada henüz 4 yapı var. Ama, sanırım yakında bunlar burada artacak. Bunun dışında: yakın çevrede, birçok yerleşim yeri olması ve gelir düzeyi yüksek insanlar yaşaması, buranın potansiyel müşteri sayısını arttıracak özellikler.

SONUÇ

Yeri, konumu nedeniyle, diğer birçok alışveriş merkezine fark atan bir yer. Gerek konumunun şehrin merkezine yakın olması ve gerekse gelen ziyaretçilerin, gerçekten belli bir kültür seviyesinin üzerinde olması, içeride, sizi rahatsız edecek tip sayısının çok az bulunduğu bir alışveriş merkezi. Konumu da olumlu. Tek olumsuz yönü: bir üst kata çıkabilmek uğruna, yürüyen merdivenlere uzunca yol yürümeniz. Yani, bir kata çıkıyorsunuz, bir üst kata çıkmak için, koridoru geçmeniz gerekiyor. Sanırım ticari düşünceler ile böyle bir uygulama yapmışlar. Sonuçta, bir üst kata çıkan yürüyen merdivenlere gitmek için, bir çok mağazanın önünden geçmeniz gerekiyor.

Yan gözle bile baksanız, belki hoşunuza giden bir şey olacak ve alışveriş yapacaksınız. Tabii, bu arada, hemen girişteki iki asansörün varlığını unutmamak gerek.

Ben yürüyen merdivenler hakkında bu tenkidi yapınca, belki de ilgililer diyecek ki, yürüyen merdiveni kullanmayın gerekiyorsa, asansör kullanın. ( inanın kimsenin umurunda değil, hani tenkit dedim ya, kimsenin umurunda değil, ama biz yine de sıkıntıları yazalım)

Ama: kalabalık bir günde, o iki asansörün ne kadar yeterli olduğunu, gidin bir görün. Yani: sonuçta yürüyen merdiven kullanımı şart oluyor.

Bu arada: hani iki asansör dedim ya, bu iki merkezi asansör dışında, köşelerde, yemek katının her iki köşesinde, iki küçük asansör daha var. Bunları da kullanabilirsiniz, özellikle sinemadan çıktığınızda, hemen çıkış kapısı karşısında, restoranın yanındaki asansör kullanılabilir.

Evet, en son söz. Panora güzel, hoşça vakit geçirebilirsiniz. Ama: hafta sonları ve tatil günleri gitmenizi önermiyorum.

Çok kalabalık. Zamanınız varsa, hafta içi bir gün gidip, rahat rahat gezebilirsiniz. Aksi halde, hafta sonu da olsa, mutlaka bir kez de olsa, buraya gidin ve görün. Nezih insanlar var, her türlü insanı, güzel kıyafetler içinde görmeniz mümkün.

Ankara’yı gezmek için şehir dışından gelecek olan misafirlere de, burayı gezmeleri önerilir. Güzel bir yer. Otopark problemi yok. Ulaşım için, yolu bilmeyenler Ankara-Konya yolunu kullanabilirler. Aşti önünden geçen caddeyi, Konya istikametinde takip ettiğinizde, yaklaşık on civarında km. sonra, Oran tabelasını görünce, sağa dönün, döndükten yaklaşık 1 km. den az gidince, Panora, solunuzda kalacak.