İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Gerek ülkemizin ve gerekse ülkemiz dışında, büyük bir üne sahip, en büyük müzelerden biri: Topkapı Müzesi. Gerek konumu, gerek yapısı ve gerekse sergilenen eserler yönünden, muhteşem ve muhteşem ötesi bir kültür hazinesi.

Ama: daha önce de söylediğim gibi: tanıtım gerek. Bilmek gerek. Elbette: başınızda bir rehber olmadan da; sizlerin gidip burayı rahat ve bilinçli olarak gezebilmeniz gerek.

Gerçekten; iddia ediyorum ki; Topkapı Sarayı/Müzesi üzerine yazılan güzel bir yazı okuyacaksınız.

Aslında; yazının sonuna geldiğimde; biraz fazla uzun olduğunu düşündüm. Ancak; inanın, gerek içinde bulunan muhteşem ve eşsiz güzellikler ve gerekse mimari yapı ve tarihi geçmişi düşündüğünüzde; burada, anlatılanların belki de yetersiz geldiğini düşündüğünüz anlar olabilecek.

Ama; şuna inanın ki; bu kültür bizim, bu eserler, bu hazineler, bu kutsal emanetler bizim. Bunların bizim olması; elbette kişisel olarak muhteşem bir gurur kaynağı.

Uzun lafın kısası; okuyun, yazıcıdan çıktınızı yanınıza alın ve gidin Topkapı Sarayına (Müzesine) doya doya gezin. Kesinlikle; muhteşem keyif alacağınız bir gün yaşayacaksınız. İşte; en güzel, en ayrıntılı, Topkapı Sarayı, Topkapı Müzesi gezi yazısı. Topkapı Sarayının tarihi süreç içindeki yeri, ne zaman yapılmış, kim yaptırmış, nasıl yapılmış? Hepsi burada.

ULAŞIM

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Evet: buraya ulaşmak için, bir şekilde, bulunduğunuz yerden; toplu ulaşım araçları veya taksi kullanmanızı öneriyorum. Sakın kendi özel aracınız ile gitmeye kalkmayın. Park yeri bulamazsınız.

Çünkü; mevcut park yerlerine veya park edilebilecek ve hatta park edilmemesi gereken yerlere; yalnızca resmi plakalı araçları park etmiş göreceksiniz ve sinirleriniz bozulacak.

Bırakın aracınızı park etmeyi, yürümek için bile zorluk çekeceksiniz. Lütfen; yetkililer sesimizi duyuyorsa, buraya ve buraya ulaşılan ara yollara lütfen araç park ettirmeyin, özellikle yabancı turistlere ayıp oluyor.

İLK YAPILAN SARAY-ESKİ SARAY

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Fatih Sultan Mehmet; İstanbul’u ele geçirip başkent yaptıktan sonra; bir saray yaptırılır. Bu saray; bugün, Beyazıt Meydanı olan bölgeden, Süleymaniye’ye doğru uzanan alanda; duvarlarla çevrili bir saraydı.

Ancak; bu saray, her ne kadar şehir merkezinde olsa da, şehre hakim olmayan bir bölgede yapılmıştı. Bunun üzerine; Fatih, yeni bir saray yapımı için; yer arayışına yönelir ve bugün bulunduğu bölgeye, Topkapı Sarayı’nı yaptırır.

Topkapı sarayı; ilk yapıldığında; daha çok, idare bir merkez olarak kullanılması düşünülmüştü. Eski sarayda ise; yalnızca harem bulunuyordu. Bu durum: Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar sürdü. Bu dönemde ise; eski saray; yine işlevlerini tam olarak yitirmedi.

Ölen padişahların Topkapı Sarayında yaşayan eş ve cariyeleri; eski saraya gönderildi. Ancak; yine de, eski saray; gün geçtikçe önemini kaybetti ve yangınlar sonucu yok oldu. Bugün; eski saraydan günümüze ulaşan herhangi bir yapı kalıntısı yok. Yalnızca; Matrakçı Nasuh isimli sanatçının, bir minyatür eserinde, eski sarayın resmi görülmekte.

TOPKAPI SARAYI YAPILIYOR

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Evet; Topkapı sarayı. Saray; daha önce de söylediğim gibi, Fatih Sultan Mehmet döneminde: 1460-1478 yılları arasında yapılır. Yapıldığı yer; İstanbul’un tarihi süreç içindeki ilk kuruluş yeri olan: Akropoldür.

19’ncu yüzyıla kadar ; gerek padişahların yaşadığı bir saray ve gerekse Osmanlı Devletini bir idare merkezi olarak kullanılır. Bölgede; büyük bir saray yapımından önce; birkaç köşk yapılır. (Çinili köşk ve Fatih köşkleri) Sonra ise; asıl saray bölümü yapılır.

Ancak; her yeni padişahla birlikte; sarayda değişiklikler gündeme gelir. Yeni yaşam şekline ve mevcut yaşama yeterli gelmediği düşünüldüğünde; yeni binalar, daireler, iç avlular, havuzlar eklenir. Sonuçta ise; karmaşık bir yapılaşma ortaya çıkar.

18’nci yüzyıldan itibaren; mimari stilde de farklılaşmaya gidilerek; barok ve rokoko tarzı mimari stil; yapılarda daha etkin olmaya başlar. Bunun en güzel örneği: diğer köşkler gibi, yine bir teras üzerine inşa edilmiş olan, Mecidiye köşkü.

Evet, yeni yapılar ve eklentiler, özellikle: Sarayburnu bölümünde yapılır. İstanbul manzarasına hakim teras üzerinde; köşkler yaptırılır. Bağdat ve Revan isimli bu köşkler: klasik Osmanlı mimari stilinin son örnekleri olması açısından önemli.

Burada; ayrıca: üzerinde Osmanlı çini sanatının en güzel örnekleri bulunan: “Sünnet Odası” da görülüyor. Bu köşk ve diğer yapıların üzerine yapıldığı terasların arasında; lale ve gül bahçeleri var.

Topkapı Sarayı; yaklaşık 380 yıl boyunca, Osmanlı imparatorluğunun yönetim merkezi ve padişahların evi olarak kullanılmış. Daha sonra; 19’ncu yüzyılın ortalarında; büyük ölçüde terk edilmiş. 1853 yılında, Sultanlar, daha gösterişli olan Dolmabahçe sarayına taşınmışlar. Evet, elbette terk edilince, Topkapı Sarayı, hızla harap olmaya başlamış.

TOPKAPI SARAYI MÜZE OLUYOR

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Ancak; 1924 yılında, Ulusumuzun büyük önderi, Mustafa Kemal Atatürk’ün; o dahi ileri görüşlülüğü, her konuda olduğu gibi; burada da gündeme geliyor. Evet; Saray; Atatürk’ün emriyle, Müze haline getirilir.

Kubbealtı, Arz odası, Mecidiye Köşkü, Hekimbaşı Odası, Mustafapaşa Köşkü, Bağdat Kasrı ve Harem Dairesinin bazı bölümleri, onarıldıktan sonra, 1927 yılında ziyaretine açılır. İç hazinede: silah koleksiyonu, Seferli Koğuşunda Çin porselenleri, III. Selim hamamında gümüş ve kristal takımları, Enderun Hazinesinde mücevherler, Eski Hazine Koğuşunda da işlemeler ve padişah portreleri sergilenmeye başlanır.

Evet; bu muhteşem abide, içinde barındırdığı güzelliklerle birlikte; Cumhuriyet dönemi boyunca sürdürülen onarımlar ve restorasyonlar ile; eski canlığına kavuşturulur.

Bugün, dünyada benzeri bulunmayan, nadir bir saray müzesi olarak varlığını sürdürmektedir. Sergilenen müze parçalarının pek çoğu; dünyada eşi ve benzeri bulunmayan güzelliktedir.

GENEL ÖZELLİKLERİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Dünyadaki saraylardan; günümüze kadar ulaşabilen ve ayakta kalanların en eskisi ve büyüğü. Haliç, Boğaziçi ve Marmara Denizine hakim konumu; muhteşem bir manzaraya sahip. Tarihi; üçgen, İstanbul yarımadasının en uç noktasında. Çevresi; 5 km. uzunluğu aşan surlarla çevrili.

Sarayın bulunduğu bölgenin yerleşim alanı; 700 bin m. kare. Sarayda, özel yaşam dışında; sosyal tesislerde bulunmakta. Özel avluda bulunan okulda; eğitimini tamamlayan memurlar; geniş imparatorluğun yönetimi ve örgütlenmesinde, büyük başarı göstermişlerdi. Vezir ve Sadrazamların büyük çoğunluğu, bu okulun mezunlarından seçilmişlerdi.

GİRİŞ GÜN-SAATLERİ VE ÜCRETLERİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Topkapı Sarayı-Müzesi giriş ücreti 100 TL dir. 18 yaş altı öğrenciler için giriş ücretsizdir. Müze kart geçerlidir. Harem bölümünde müze kart geçmez. Harem bölümü giriş ücreti: 70 TL dir. Topkapı sarayı Salı günü ziyarete kapalıdır. Ziyaret saatleri: 09.00-18.00 arasındadır.

GEZİ ROTASI

GİRİŞ YERİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Sarayın ana girişi; Sultanahmet meydanına açılan; “Bab-ı Hümayun” dur. Kapı dışında; bir anıt çeşme var. Bu çeşme; 18’nci yüzyıldan kalma. Türk sanatının; en güzel örneklerinden biri.

Görkemli kapının; demir dövme kapı kanatları; 1525 yılında; “Gayb Bin Mehmet” adlı bir usta tarafından yapılmış. Yanlarda iki kule var. Kule altındaki odalarda: saray kapıcıları kalırdı. Burada; bazı dönemlerde, geçici olarak, vezirler hapsedilmiş.

BİRİNCİ AVLU

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; İmparatorluk kapısından girilince, buradan; Alay Meydanına geçilir. Bu meydanın bulunduğu yerde: sarayın dış hizmet binaları bulunur. Bunlar; saray fırınları, silah ve cephane deposu olarak kullanılan Aya İrini kilisesi, muhafız alayı, darphane, odun depoları ve aşağıdaki düzlükte ise; özel sebze bahçeleri vardı. Bu yapılardan; günümüze yalnızca; Aya İrini ve Darphane ulaşabilmiş.

Girişi takiben, Aya İrini Kilisesi görülüyor. (Osmanlı Darphanesi ve Aya İrini Kilisesi hakkında ayrıntılı bilgi ve gezi planı; yine bu sitede, ayrı bir başlık altında yazılmıştır, orada bulabilirsiniz.) Bu avluda; sarayın ilk yapıları olan; Çinili Köşk görülüyor. Ayrıca; Arkeoloji Müzesi de, bu avluda.

(Çinili Köşk ve Arkeoloji Müzesi de; yine bu sitede, ayrı başlık altında, ayrıntılı olarak incelenmiş, gezi planı yapılmıştır, ayrı başlık altında bulabilirsiniz.)

İKİNCİ AVLU

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Birinci avludan sonra ikinci avlu geliyor. Burası; ön avlu ve aynı zamanda saray müzesinin ana girişi. Kapladığı alanın ölçüleri: 160 x 130 m. ve 22 dönümlük bir alan üzerine yerleşilmiş . Bu avlunun sol tarafında: Harem, Kubbealtı, Has Ahır, Zülüflü Baltacılar Koğuşu, İç hazine gibi bölümler var. Sağ tarafta ise: mutfaklar bulunuyor.

İçinde bulunduğunuz bu önemli avlu: “ Alay Meydanı “ olarak anılıyor. Burası; önemli merasimlerin yapıldığı bir alan. Burası; devlet ve hükumetin yönetim merkezi. Yalnızca; sultanlar, bu avluya at ile girebilirlerdi.

Bu avluda; halktan resmi işi olanlar, özel ödeme günlerinde maaş alan yeniçerilerin temsilcileri, yabancı ülke elçilerinin kabulleri ve devlet törenleri yapılırdı. Özellikle; padişahların cülus merasimleri ile, üç ayda bir yeniçerilere ulufe dağıtımı merasimleri çok görkemli olurdu.

Törenlerde; padişahın altın tahtı; bu kapının saçağı altındaki taşlığa kurulurdu. 5-10 bin kişinin katılabileceği kapasitedeki törenlerde, tam bir sessizlik hüküm sürerdi ve katılanlar; bir saygı ifadesi olarak, elleri önlerine kavuşturulmuş olarak dururlardı.

Sefere çıkılırken; Padişah, Serdar-ı Ekrem’e, buradaki taşın altında, deliğe saplı bulunan, sancağı teslim ederdi..

Evet, gezimize mutfak bölümünden başlıyoruz.

MUTFAK BÖLÜMÜ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan ve daha sonraki dönemlerde ünlü Türk mimarı, Mimar Sinan tarafından onarılan, 20 bacalı, 1200 aşçının çalıştığı ünlü saray mutfağı, ikinci avlunun hemen sağ tarafında. Pişirilen yemekler; sarayın değişik bölümlerine gönderilir.

Mutfakların bir bölümü; eskisi gibi muhafaza edilmiş, diğer bölümde ise; porselen ve cam eşyalar sergileniyor. Ayrı bir bölümde; gümüş eşya ve Avrupa porselenleri koleksiyonları da var.

Sağdaki taş yoldan, bu bölümleri görerek gezmeye başlayın. Önce; Çin ve Japon porselenleri.

Eski saray mutfaklarında teşhir edilen, bu koleksiyonun tamamı: 12 bin adet. Ancak, bunun 2500 kadarı teşhir edilebilmekte. Çin hükümdar sülalesi devrine göre tertiplenen bu bölümün:

1’nci Kısmında: 10 ve 13’ncü yüzyıllarda yapılmış, soluk yeşil renkli, Çin’de imal edilen porselenler var. İçine konulduğunda zehri belli eden bu kaplar; özellikle Sultanlar tarafından tercih ediliyormuş. Sultanların, bu kaplardan yemek yedikleri söylenir. Böylece; muhtemel bir zehirlenmeye karşı tedbir almış olsalar gerek.

Yeşil renkli, bu Çin yapımı porselenler (seladonlar) karşısında; 14’ncü yüzyıl, “Yuan Devri” ne ait mavi-beyaz porselenler ile ortadaki vitrinlerde 14 ve 17’nci yüzyıllar arasındaki dönemlere ait “Ming Devri” porselenleri sergileniyor.

2’nci Kısımda: yine Ming devri: mavi-beyazları var. Bu porselenler: özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın beğenisini kazandığından; saraya bol miktarda girmiş. 3 ve 4’ncü Kısımlarda ise; 17 ve 20’nci yüzyıllar arasında yapılmış, çok renkli Ch’ing devri porselenleri var.

Son bölümde sergilenen, kendine özgü tip ve desenleriyle, beğeni kazanan Japon porselenlerinden sonra, yandaki Türk mutfağının sergilendiği bölüme geçeceksiniz. Burada; eski Türk mutfağının özelliklerini içeren, kap-kacaklar teşhir ediliyor.

Bu bölümün karşısındaki özel koleksiyonu da görün ve sonra sarayın esas kısmını gezmek için, önce; sütunların süslediği; 2’nci avluda bulunan, “Bab-üs Selam” kapısına gelin.

Bu kapı; Beyaz harem ağalarınca korunduğu için; “Akağalar Kapısı “ olarak da anılıyordu. Kapının sağında, kapı ağasının dairesi, solunda akağalar koğuşu vardı. İçi ve dışı, kitabelerle süslü bu kapının tam karşısında ise; Arz odası vardı.

Divan toplantıları, Fatih Sultan Mehmet’in emri gereği, bu, Arz Odasında yapılırmış. Ayrıca; kapı önüne; avluya kurulan tahtta; bayram ve cülus merasimleri kabul edilirmiş.

Evet; şimdi, arz odasını görmek için, Akağalar Kapısından içeriye girelim.

Buradan; Sultan’ın özel avlusundan giriliyor. (3’ncü avlu) Bu özel avluya: hiç kimse geçemiyor. Burada: Saray üniversitesi, taht odası, Sultanın hazine dairesi ve Kutsal Emanetler bölümü var.

Sultan: taht odasında: elçi kabullerini yapıyor ve yüksek devlet memurları ile görüşüyormuş. Taht odası giriş kapısındaki görevliler: güvenlik nedeniyle, sağır-dilsizlerden seçilir. Sultan’ın değişik hizmetlerini gören; personel; aynı zamanda, Saray Üniversitesinde çalışıyorlardı.

Avlunun ortasında bir kütüphane var. Burası; 18’nci yüzyılda, Sultan III. Ahmet döneminde yapılmış. Barok üslubunda, Türk mimarisine uygun olarak yapılmış.

ARZ ODASI

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Üçüncü avlunun sağ yan bölümünde. Birkaç mermer basamakla çıkılıyor. İçten; aynalı tonozla, dıştan ise çatı ile örtülü. Sultanlar; elçileri burada kabul ediyorlardı.

İsminden de anlaşılacağı üzere; burada, Sultanlar ile konuşulur ve arzda bulunulurmuş. Fatih devrinden kalan, ancak 1856 yılında, bugünkü şekliyle onarılarak, günümüze erişebilen bu bina; küçüklüğü yanında, birçok tarihi olaya sahne olmuştur.

Burada; içi; klasik Türk motifleriyle süslü, aynalı tonozla örtülü taht hemen göze çarpıyor. Tahtın üstü; inci ve zümrüt gibi değerli taşlarla süslü yastıklarla döşeli. Tavandan sarkan, kıymetli taşlarla süslü askı, tahtın görkemini arttırıyor.

Tahtın yanında; bronzdan yapılmış; Türk döküm işçiliğinin güzel örneği bir ocak var. Ufak bir çeşme ve nişler içinde bulunan Çin vazoları; odaya ayrı bir hava katmış. Odanın dışındaki çeşme; odanın içindeki konuşmalar duyulmasın diye, sürekli açık bırakılıyormuş.

Burada yapılan elçi kabulleri: Osmanlı imparatorluğunun gücünü ve ihtişamını yansıtacak bir şekilde yapılırdı. Ancak; arza kabul edilecek elçiler, önce Kubbealtı denilen bölümde, arza hazırlanırlarmış.

Evet; arz odasını gördükten sonra; sağ tarafta bulunan, önü kubbeli yapıya doğru gidin.

Fatih Sultan Mehmet devrinden kalma bu bina; 1859 yılında Sultan Abdülmecit tarafından değiştirilerek, bugünkü şeklini almış. Eski; Seferli koğuşu olan yapı, bugün padişah elbiselerinin sergilenmesine ayrılmış.

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Burada: padişahların elbiseleri sergileniyor. Buradaki sultan elbiseleri koleksiyonu; dünyada tek. Fatih’ten başlayarak, Sultan V. Mehmet Reşat’a kadar uzanan döneme ait bir kronolojik sıra takip ediliyor. Çatma, kakma, kadife, atlas, canfes gibi Türk kumaşlarından yapılmış olan elbiseler, renk ve motifleriyle göz kamaştıracak güzellikte.

Gerek Sultanların elbiselerinin birini hazineye bağışlama adeti, gerekse padişahların sırtına geçirildiği için kutsal sayılmaları ve ölümlerinden sonra, hepsinin toplanarak bohçalarda saklanması sebebiyle, bugün Osmanlı Sultanlarının elbiselerinin eksiksiz bir koleksiyonuna sahip olunabilmiştir.

Özel saray tezgahlarında, elde dokunmuş kumaşlardan dikilen bu elbiseler; 15’nci yüzyıldan beri; itina ile bohçalanıp, özel sandıklarda saklanmış. Tamamı: 2500 tane. Altın ve gümüş simlerle işlenmişler. Burada; elbiseler yanında; Sultanların kullandıkları: ipek halı ve seccade örnekleri de teşhir ediliyor. İç bölümde; ayrıca şehzade giysileri, kumaş örnekleri ve kıymetli seccadeler sergileniyor.

Burada, birkaç basamaklı merdivenle inildiğinde, önü sütunlu bir yapıya geliniyor.

Burası; eski hamam ve Fatih Köşkü olup, sonradan hazine haline getirilmiş. Şimdi, 4 Salon halindeki bu bölümde, dünyanın en zengin hazinesi sergileniyor.

HAZİNE DAİRESİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Buraya girişte; ilave bilet alınması gerekiyor. Enderun avlusundaki, Fatih Köşkü; hazine dairesi olarak, objelerin sergilendiği yer. Zaten; eskiden de, burası saray hazinesi olarak kullanılıyormuş.

Önceki dönemlerde. Sarayda, birçok hazine bulunuyordu. Örneğin; yabancı ülkelere giden elçilere emaneten verilen eşyaların saklandığı “Elçi Hazinesi”, Hırka-i Saadet’de ki kıymetli eşyaların içinde saklandığı “Emanet Hazinesi”, şimdi silah müzesi olan “İç Hazine”, bir de kıymetli koşum takımlarının bulunduğu has ahırdaki “Raht Hazinesi” vardı. Osmanlı Sultanlarının esas hazinelerinin, Yedikule’de bulunduğu söylenir.

Şimdi gezeceğiniz hazine; “Hazine-i Hümayun “ denilen, padişah hazinesidir.,

Bu hazine; çeşitli ganimetlerden, İstanbul’a gelen elçilerin Sultanlara getirdikleri hediyelerden, padişahların tahta geçiş törenlerindeki armağanlardan ve satın alınan kıymetli eşyalardan oluşmuştur.

Özellikle; Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferinden sonra, hazine, o kadar çok zenginleşmiştir ki; Sultan Selim: “ Benim altınla doldurduğum hazineyi ahvadımdan kim mangırla doldurursa, onun mührü ile mühürlensin” dediği söylenir. Ve o günden, son zamanlara kadar, Hazine-i Hümayun, Yavuz Sultan Selim’in mührü ile mühürlenmiştir.

Hazine eşyası; Sultan Abdülmecit zamanına kadar, sandık ve dolaplarda, depo halindeydi. Saray kanunlarına göre: tahta geçen padişah, hazineyi ziyaret ederdi. Bu nedenle; tahta geçen Abdülmecit, sandıklarda depolanan hazineyi görmüş. Kırım Seferi sırasında da; bazılarının teşhirini emretmiş.

Bunu takiben; Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamit zamanında da; diğer eşyalar teşhir edilir. Zaman zaman, yabancı elçilere gösterilen “Hazine-i Hümayun Dairesi”; böylece bugünkü müzenin ilk nüvesini oluşturmuş oldu.

Bu hazineye, yalnızca padişahlar tek başına girebilirler, padişah olmadığı zamanlarda: ancak 40 kişilik bir ekiple açılabilirdi. Hazine; bir yandan dolar, bir yandan boşalırdı. Çünkü; hazineden de birçok vesilelerle armağanlar verilirdi. Her sene; Hz. Muhammed’in mezarına sürre alayı ile bu hazineden birçok kıymetli eşya gitmesi gelenekti. Şimdi; göreceğimiz kıymetli eşyaların çoğu, sonradan tekrar bize geri gelen bu eşyalardandır.

Hazine ile ilgili bir olay, şöyle gelişmiştir. Daha önce söylediğim gibi, Topkapı Sarayında, hazine dairesinden hiçbir şey dışarı çıkarılamazdı. Sultan II. Abdülhamit; kızı Ayşe’ye taç yaptırmak için, model olarak kullanılmak üzere, Sultan III. Mehmet’in sorgucunu; Saray Kahya’sından ister.

Kahya; Padişah’tan, muayyen vadeli bir senet almadan, sorgucu vermez. Bu tutum; Sultan Abdülhamit’in çok hoşuna gider. Kahya’ya 100 altın hediye eder. Süresi geldiğinde ise; sorgucu, Kahya’ya iade ederek, vermiş olduğu senedi geri alır.

Evet; eserlerin sergilendiği dört oda (salon) var. Bu odalar; 2001 yılında, modernize edilerek restore edilmiş.

I.SALON

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; İlk salona girdiğinizde, soldaki 1’nci vitrinde: Sultan III. Mustafa’ya ait bir zırh var. Önceden; Sultan IV. Murat’a ait olduğu sanılan bu zırhın arşiv çalışmaları ile, Sultan III. Mustafa’ya ait olduğu kanıtlanmış. Zırh; ince çelik ağdan yapılmış olup, üzerinde altın plakalar ve kıymetli taşlar görülüyor. Başı ve bütün vücudu örtecek şekilde hazırlanmış. Yine, kıymetli taşlı kılıç, kalkan, eldiven ve üzengiler; zırhı tamamlayan ögeler. Evet: devam ediyoruz.

Şimdi: 2’nci vitrindeki ögeleri görelim. Burada; üstleri incilerle bezeli, Sultanlara ait Kur’an kapları var. Bunlardan bir tanesi, Sultan Abdülaziz’in oğlu Mahmut Celalettin Efendiye ait olup, siyah kadife üzerine incilerle süslenmiş. Orta kısmında, elmasla “Maşallah” yazılı. Alttan üç ince püskül sarkıyor. Diğer bir Kur’an kabı da, Sultan Abdülmecit’in kızı Cemile Sultana ait.

3’ncü vitrinde: Sultan IV. Murat’a ait abanoz ağacından, fildişi ve sedef kakma taht var. 17’nci yüzyıl, Türk el işlemeciliğinin en güzel örneklerinden biri olan bir örtü ile örtülmüş.

Yandaki: 4’ncü vitrinde: 16 ve 17’nci yüzyıllarda yapılmış, Türk-İran işi: sürahiler, kupalar ve kaseler, ibrik ve mataralar var.

Karşıda yer alan, 5’nci vitrinde: Mısır Valisi Mehmet Ali Paşaya ait; altın şamdanlar, Van Valisi Mustafa Paşaya ait altın nargile, mum söndürme makasları var.

Bunun yanındaki 6’ncı vitrinde: som yeşimden, kase vazolar ile önde pırlantalar ile süslü II. Wilhelm’in , Sultan II. Abdulhamit’e hediyesi olan, asa görülüyor.

7’nci vitrinde: Sultan II. Mahmut’un annesi; Nakşidil Valide Sultana ait altın şamdan, Sultan II. Abdülhamit’e ait altın şerbet takımı, leğen ve ibrik; altın eserlerin en güzel örneklerini oluşturuyor.

Kapının yanındaki, 8’nci vitrinde: 17’nci yüzyıl, Hint işi müzik dolabını görün ve ortadaki vitrine yönelin. Burada; mücevherli hançerler, ok sadakları, kılıçlar, süslü tabancalar, nargileler, Yavuz Sultan Selim’in annesi Mihrişah Sultana ait tatlı hokkası, Kaçar Şahlarından Fath Ali’ye ait; 1816 yılı imali kılıç, fincan zarfları ve Sultan Abdülaziz’e hediye edilmiş, incili bir heykelcik var.

II.SALON

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Salona girdiğinizde: sağdaki vitrinde: zebercetler, zümrüt tespihler, ok sadakları var. Ok sadakları; 16’ncı yüzyıl, Türk eseri olup, 35 x 67 cm. ebadında ve dışı altındır. Karşıdaki, sadağın üzeri; çiçek motifleriyle süslenmiş ve elmas, yakut, zümrütle bezenmiş.

2’nci vitrinde: En üstte, çevresi altınla çevrili köşeli, üç iri zümrütten yapılmış, Sultan Abdülhamit’e ait askı; salonun en göz alıcı eseri. Üç iri zümrütten oluşmuş. Zümrütler, bir üçgen oluşturacak şekilde konulmuş. Etrafı; yapraklarla tezyin edilmiş. Altın bir çerçeve ile çevrelenmiş.

Alttan; 48 dizi inci bir püskül şeklinde sarkmakta. Bu askıda; diğerleri gibi, Sultan I. Abdülhamit tarafından, Hz. Muhammed’in mezarına, her sene giden Sürre Alayı ile hediye olarak gönderilmiş. Daha sonra; 97 parça olan bu kıymetli mücevherler, Türkiye sınırları dışında kalması nedeniyle, Mekke ve Medine muhafızı Fahrettin Paşa’nın çabaları sonucu, tekrar İstanbul’a getirtilerek, hazinedeki yerlerini almışlar.

Bu insanın, bu gayreti olmasaydı; bu kıymetli eserleri şu anda burada görebilmemiz mümkün olmayacaktı. Düşünebiliyor musunuz; Türk tarihi ve geçmişinde, nice adı bilinmeyen fedakar insanlardan biri de; işte bu Fahrettin Paşa. Bu insanın, bu dikkat ve gayreti olmasaydı; tüm bu değerli objeler; şu an; Suudi Arabistan Krallarının şatolarını süslerdi.

Yine aynı vitrinde: som zümrütten, 6 köşeli olarak yapılmış askı; Sultan I. Ahmet’e ait. Altı inci ayak üzerine oturtulmuş gövdenin her kenarı altın çerçeve ile kaplanmış. Kapağı; altından kafes şeklinde olup, kubbe şeklindedir ve dış yüzü elmas ve yakutla işlenmiştir.

Alt kısmındaki altın plaka üzerinde bulunan 17’nci yüzyıl Türk işi sorguç; 8 cm. uzunluğunda, altın bir iğne üzerine tutturulmuş olup, sorgucun üzeri, 5 cm. uzunluğunda, iki adet zümrüt ve bir Seylan taşı ile süslüdür. Ayrıca; altın yapraklarda çeşitli büyüklükte elmaslar yer almakta. İki yanında; dört adet inci dizili zinciri bulunmakta. Bu vitrinde, Sultan I. Ahmet’e ait bir askı da sergileniyor.

3’ncü vitrinde: en üstte, Sultan Mustafa’ya ait, zümrüt askı ile Sultan IV. Mehmet’e ait zümrütlü hançer var. Turhan Sultan’ın; Eminönü Meydanındaki; Yeni Caminin açılışı dolayısı ile, oğlu Sultan IV. Mehmet’e armağan ettiği, 17’nci yüzyıl Türk sanatının güzel bir örneği olan, 31 cm. uzunluğundaki bu hançerin sapı, som zümrütten; kını, altın üzerine kıymetli taşlarla süslenmiş. Burada yer alan, zümrüt askı ise, 19 cm. lik zümrüt üzerine, üstten altın kabartma bir kılıf ile alttan kancaya bağlanmış 38 adet inci dizisinden oluşuyor.

4’ncü vitrinde: buranın en göz kamaştırıcı eseri, zümrütten bir askı. 55 cm. uzunluğundaki bu askının en üstünde, 4 cm. lik bir zümrüt var. Bunun altında da, etrafı elmaslarla süslü, altın plaka bulunuyor. 8 x 9 cm. boyutlarındaki altın plakaların iki tarafında da; Sultan I. Abdülmecit’in kitabesi var.

Altta; damla incilerin süslediği: altıgen ve yuvarlak zümrütler ile en üstte 17 sıra inci dizisinden oluşan bir püskül; askının güzelliğini tamamlıyor. Aynı vitrinde: kahve fincanı zarfı ve nadide sorguçlar da teşhir ediliyor.

5’nci vitrinde: burada; sorguçlar, ok ve yay sadakları ile bir zehirli ok atma yüzüğü sergileniyor. Alttaki; zümrüt ve diğer kıymetli taşlarla süslü ok sadağı, son derece ilginç.

6’ncı vitrinde: burada: “Topkapı Hançeri” sergileniyor. Bu hançer: “Topkapı” filminden dolayı, turistik bir ün kazanmış. Sultan I. Mahmut; İran Şahı Nadir Şah için, 1741 yılında, Saray atölyesinde bir hançer yaptırır.

Üzerindeki dört zümrüt taşından biri, dünyanın en büyük zümrüdü ve 3260 gram ağırlığında. Hançerin boyu ise: 55 cm. dir. Kabzasında: her biri deve gözü kadar olan zümrütlerle süslüdür. Bu zümrütlerin çevresinde ise; elmaslar var. En tepesine; “London” markalı bir saat yerleştirilmiş. Saatin kapağının çevresi ve de kabzasının her iki yanı; yine elmaslarla bezeli. Hançerin bir diğer yüzü de; sedef kakmalı ve renkli mine işlemeli.

Kını da; altın üzerine elmas işlemeli. En ucunda da; irice bir zümrüt var. Evet; Topkapı hançeri, bu şekilde, muhteşem güzellikte yapılır. Ancak: Şaha hediye edilmek üzere yola çıkarılan hançer; İran’da bir ayaklanma olması ve Şahın öldürülmesi nedeniyle, Saraya geri getirilir ve o günden bu yana; dünyanın en değerli hançeri, Saray’da muhafaza edilmektedir. İçimden ne demek geliyor? İyi ki geri getirilmiş.

Bu muhteşem sanat eseri ve değeri paha biçilemeyecek hançerin; bugün Topkapı’da sergileniyor olması, kesinlikle beni çok mutlu etti. Eğer; gönderildiği yere ulaşsaydı; kesinlikle bugün, bu muhteşem eseri görmemiz mümkün olmayacaktı. Veya; Almanlara hediye edilen, Bergama Zeus Sunağı gibi, Berlin’e gidip, Müzeyi girip, görmemiz gerekirdi.

Evet; Ortadaki vitrine geçiyoruz. Burada: 17’nci yüzyıl, ağaç işçiliğinin şaheseri olan, Sultan I. Ahmet’in tahtı var. Sarayın sedef ustası Mehmet Ağa tarafından yapılan bu taht; ceviz ağacından olup, üzeri bağa ve sedef kaplanmış. Ayrıca: üzerinde irili ufaklı değerli taşlar bulunmakta.

Karşıdaki 7’nci vitrin: Burada: nadide el oymaları, necef ve yeşimden yapılmış çeşitli eserler var.

8’nci vitrinde: Sultanların doğduğu zaman, padişaha gösterilmek üzere içine konulduğu, altın beşik var. 103 x 54 cm. ebatlarındaki altın beşiğin, dış yüzü çiçek motiflidir. Üzeri elmas ve zümrütle zenginleştirilmiştir. Aynı vitrinin üstündeki askı ise, bu güzelliği tamamlamaktadır.

III.SALON

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Bir kapı ile, 3’ncü Salona geçiliyor. Bu bölümde: daha çok : elmas ve altın eserler sergileniyor.

Girişte, solda yer alan 1’nci vitrinde: değerli taşlarla süslü Kur’an kapları görülür.

Sağ taraftaki, 2’nci vitrinde: Sultan II. Abdülhamit’e ait; tatlı takımı, altın buhurdan ve mineli şerbet takımı var.

3’ncü vitrinde: en üstte, Sultan II. Mahmut’a ait tuğralı bir askı var. Mavi ve pembe mine üzerine elmaslarla, Sultan II. Mahmut’un tuğrası işlenmiş. Zinciri altın. 38 cm. uzunluğunda. Altında: 45 sıra dizi inci püskül var.

Aynı vitrinde: “Kevkeb-i Dürri” elması, “Silahtar Mustafa Paşa” elması ve “Şebçerağ” elması, gözlerinizi kamaştıracak güzellikte. Şebçerağ elması; oval, gümüş bir plakaya tutturulmuş, çeşitli büyüklükteki elmaslardan oluşmuş. Broşlar, yüzükler, elmaslı ve zümrütlü güzel takımlar; vitrini süsleyen diğer eserler.

4’ncü vitrinde: altın bir tepsi ve altın buhurdan sergilenmiş.

5’nci vitrinde: bu bölüm pencereler arasına yerleştirilmiş. Salonun; en göz kamaştırıcı eseri: “Kaşıkçı Elması”. Dünyada en çok tanınan ve en değerli, 22 elmas arasında. Dünyanın en büyük elmaslarının; isimleri, bulunuş yerleri, büyüklükleri nedir? Dünyanın en büyük elması; “Işık Dağı” yada “Kuh-i Nur” adıyla tanınan ve Hindistan’da bulunan ve günümüzde İngiltere krallık hazinesinde saklanan, 191 kıratlık elmastır.

İkinci olarak; “Işık Denizi” yada “Derya-ı Nur” adıyla bilinen, uçuk pembe renkli, yassı bir taş olan ve günümüzde İran Milli Bankasında saklanan, 185 kıratlık elmastır. Daha sonra; 1853 yılımda, Brezilya’da bulunan 128 kıratlık, “Güney Yıldızı” isimli elmas ve takiben bizdeki, yani burada göreceğiniz 86 kıratlık, “Kaşıkçı Elması” var. Elmasın büyüklüğü: 4.91 cm. küp kadardır.

Evet; bu elmasa, neden kaşıkçı elması deniyor? Bununla ilgili çeşitli söylentiler var. Ben bunları size anlatayım, elmasın ismi hakkındaki söylentinin hangisinin doğru olduğuna siz karar verin.

Elmasın kesiminin oval olması ve dolayısı ile, kaşığa benzemesi, ona bu ismi verdirmiştir.

Elmasın; Osmanlı Sarayına nasıl girdiği hakkındaki rivayet ise şöyle: 1774 yılında; Pigot adında bir Fransız Subayı, bu elması, Hindistan’ın Madros Mihracesinden satın alır. Fransa’ya götürür. Bir zaman sonra, tekrar satılığa çıkarılan elmas, Fransız ünlü asker ve siyaset adamı Napolyon’un annesi tarafından satın alınır.

Annesi, bu elması uzun süre taşır. Ne var ki; Napolyon, sürgüne gönderildiği zaman, oğlunu kurtarabilmek için; elması satışa çıkarır. İşte, o sırada, Fransa’da bulunan Tepedelenli Ali Paşanın bir adamı, Paşa adına, 150 bin altın ödeyerek, bu elması satın alır ve Paşa’ya getirir.

Takip eden tarihi süreçte: Sultan II. Mahmut zamanında, Tepedelenli Ali Paşa; devlete karşı ayaklandığı gerekçesiyle öldürülür. Paşanın varlıklarına el konulur ve hepsi Osmanlı hazinesine aktarılır. Böylelikle; Napolyon’un annesinden satın alınan elmas da, Osmanlı hazinesine girmiş olur.

Bir başka rivayete göre; 1679 yılında, İstanbul’da, Eğrikapı çöplüğünde dolaşan, fakir bir balıkçı , yuvarlak bir taş bulur. Cam zannettiği bu taşı; bir kaşıkçıya giderek, yalnızca üç tahta kaşık ile değişir. Elmasın ismi de, buradan gelmektedir. Kaşıkçı; elması götürür ve bir kuyumcuya; 10 akçeye satar. Kuyumcu, taşı arkadaşlarından birine gösterir.

Kıymetli bir elmas olduğu anlaşılınca; arkadaşı sus payı ister. Aralarında kavga çıkar. Olay; kuyumcu başına intikal eder. Kuyumcu başı; kavgacıların ellerine birer kese altın vererek, elması onlardan alır. Fakat; bu kez de; Sadrazam Köprülü Fazıl Paşa, elması duymuştur. Elması; kendi adına satın almaya çalışırken, bu kez, elmasın varlığı Padişaha aksettirilir.

Bu kez; Sultan 4.Mehmet; elması, Saraya getirtir ve saraydaki sanatçılara işlettirir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş; işlenince, ortaya 86 kıratlık, muhteşem bir elmas çıkar. Evet; elmasın çevresinde bir sıra daha başka taş göreceksiniz. 18’nci yüzyıl ortalarında; elmasın çevresine, iki sıra halinde, 49 adet pırlanta taş yerleştirilir.

Bu haliyle; elmas, yıldızların ortasında pırıl pırıl parlayan ve gökyüzünü aydınlatan bir dolunayı andırır. (Hayallerinizi harekete geçirin, gerçekten böyle olduğu aşikar)

Ortadaki iki vitrinde: 48 kg. ağırlığında ve 6666 adet çeşitli boyuttaki elmasla süslü, Sultan Abdülmecit tuğralı altın şamdanlar var.

Yine; ortada, büyük bir vitrin içinde: değerli taşlarla süslü, mineli eserler, Padişahlara: Romanya, Yugoslavya, Fransa, İsveç ve Siyam gibi ülkeler tarafından sunulan, yabancı nişanlar, madalyalar sergileniyor.

Karşıdaki 6’ncı vitrinde: muhteşem törenlere sahne olmuş, nice padişahların üzerinde oturarak tebrikleri kabul ettikleri taht görülüyor. Altın kaplama ve değerli taşlarla süslü bu bayram tahtı; padişahların Topkapı Sarayını terk etmelerinden sonra bile; geleneklere uyularak, bayram ve cülus tebriklerinde, Dolmabahçe Sarayına getirtilmiş ve kullanılmış.

Bu altın, bayram tahtı; 108 x 178 cm. boyutlarında ve 250 kilo ağırlığında. Üzerinde: 954 adet zebercet var. 1585 yılında, Sultan III. Murat’a; Mısır Valisi İbrahim Paşa tarafından hediye edilmiş.

Kapının sol tarafındaki vitrinde ise; çeşitli süslü yazı takımları görülüyor.

Buradan çıkarak karşıdaki son hazine dairesine gelin.

Ancak; üçüncü odayı, dördüncü odaya bağlayan bölümde; muhteşem manzaralı bir balkon var. Bu balkondan; Boğaziçi’nin girişine ve Asya sahillerine kadar uzanan bir manzara hakim. Mutlaka görün.

IV.SALON

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Bu salonda, ilk dikkati çeken eser: Türk-Hint işi taht. Geniş bir koltuğu andıran bu taht; İran Şahı; Nadir Şah tarafından, Sultan I. Mahmut’a hediye edilmiş.

Üzeri: yeşil ve kırmızı zeminde, inci ve zümrüt işlemeli. 46 cm. boyundaki, dört ayaklı bu taht; uzun zaman, Şah İsmail’e mal edilmiş, arşiv çalışmalarından sonra, 1746 yılında, Nadir Şahın hediye ettiği ortaya çıkmıştır. Sağdaki vitrinde ise; işli kaseler ve fildişi el aynası var.

Karşıdaki vitrinlerde: Kandil, Hırka-i Saadet muhafazası, kaşıklar, tespihler, kılıçlar, tüfekler, gürzler ve topuzlar var.

Osmanlı Sultanlarının, bu değerli hazinelerini gördükten sonra, Müze Müdüriyetinin önündeki taş yoldan geçerek, portre ve minyatürlerin sergilendiği, padişah portreleri ve minyatürleri galerisini gezelim.

SULTAN PORTRELERİ-RESİM GALERİSİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Bu bölümde: alt katta: Türk ve İslam dünyasında, 13’ncü yüzyıldan, 19’ncu yüzyıla kadar yapılmış, minyatür ve tezhip örnekleri var.

Üst katta ise; balkon şeklindeki galerinin duvarlarında, Sultan I. Osman’dan başlayarak, son padişah Vahdettin’e kadar, Osmanlı Sultanlarının yağlı boya portreleri sergileniyor.

SAAT KOLEKSİYONU BÖLÜMÜ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Bu bölümün solunda: Kutsal Emanetlerin yanındaki odada: değerli saatlerin bulunduğu: saat bölümü var. Dünyanın en zengin saat koleksiyonu burada sergileniyor.

16’ncı yüzyıldan, 20’nci yüzyıla kadar; yerli ve yabancı çeşitli saatler teşhir ediliyor. Buradaki eserlerden dikkati çekenler şunlar: İstanbul Sanayi Nefise Mektebinde yapılmış, 1884 tarihli arabesk motifli, konsol şeklindeki saat. Kapının tam karşısında; 3.5 m. boyunda ve 1 m. eninde, sedef kakmalı, orglu, çalarlı, rokoko üslubundaki İngiliz boy saati.

Haliç Tersanelerinde yapılmış, bağa kaplama masa saati. Çar II. Nikola’nın Sultan Abdülhamit’e hediye ettiği: pırlantalı ve sfenks biçimindeki saat. Cep saatleri arasında ilgi çekenler ise; Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz’in portrelerinin de içinde bulunduğu saatler. Kubbeden, aşağıya sarkan kuş kafesinin altında; ilginç mineli bir saat var.

Buradan çıktıktan sonra; Kutsal Emanetlerin sergilendiği, Hırka-i Saadet Dairesine gideceğiz.

KUTSAL EMANETLER-HIRKA-I SAADET DAİRESİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Yavuz Sultan Selim’in, 1517 yılında, Mısır’ı fethinden sonra; ; Saraya getirilen İslam dünyasının kutsal emanetleri, o tarihten bu yana, Sarayda bulunuyor

Burası: kubbeli mekanlar halinde. Girişte, arka arkaya, iki kubbeli mekanın duvarları; 16 ve 17’nci yüzyıl, İznik çinileriyle bezenmiş ve göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip. Ayrıca: ahşap işçiliğin en güzel örneklerini sergileyen dolap ve pencere kapakları, bu güzelliği tamamlıyor.

Ortada yer alan mermer niyet havuzu da son derece ilginç. Giriş bölümü olarak kabul edilen; şadırvanlı sofada; Kabe’ye ait objeler sergileniyor. Buradaki sergi alanına eklenen Kabe Maketi; sarayın deposunda tesadüfen bulunmuş.

Sultan I. Ahmet’in 20 cm. büyüklüğündeki bu Kabe Maketi çevresinde, bir zamanlar, tavaf ettiği söyleniyor. Maketin sergilendiği vitrinin zeminini kaplayan kum; Mekke’den getirtilmiş.

Bu bölümde: semavi dinleri ve Peygamberleri simgeleyen objeler: bir arada sunuluyor. Ortadaki vitrinde; Hz. Muhammed’in bambu ağacından yapılma yayı ile Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman’ın kılıçları sergileniyor.

Giriş kapısının sağına ve soluna konan; üçer sahabe kılıcı, birer nöbetçi gibi, vitrinde dikey duruyor. Hz. Muhammed’in yatık durumda duran kılıç, yay ve oklarının sergilendiği vitrinin iki yanında; dört halifeye ait kılıçlar var. Kutsal kılıçların teşhir biçimi orijinal. Hz. Muhammed’e ait olanların dışında sergilenen tüm kılıçlar; vitrinlerde, havada duruyormuş gibi görünüyor.

Kılıçlar; askeri teamüllere göre; barışı simgeleyecek biçimde, uçları aşağıya bakar halde yerleştirilmiş. Yöntemin; eserlere zararının bulunmadığı, İstanbul Teknik Üniversitesi ilgililerince de araştırılarak belirlenmiş.

Sanki havada asılı duruyormuş gibi sergileniyorlar. Bunun sırrı; 2007 yılında, burada sergilemede, mıknatıs yönteminin kullanılması. Bunun sonucunda: kılıçlar, sanki havada duruyor gibi gözüküyor.

Tam karşıda ise; Sultan III. Murat tarafından, 1592 yılında, Kabe’nin tamiri sırasında saraya getirilen; tövbe kapısı görülüyor. Ayrıca: Duvarları süsleyen, altın yaldızlı ahşap çerçeveler içindeki ayetler; ziyaretçilerin dikkatini çekici nitelikte. Buradaki dev vitrinin tasarımında: Semavi dinlerin doğduğu topraklardaki; çölü ve kumu çağrıştırabilmek amacıyla, cam ve mermer kullanılmış.

Camlara; milli renk olan türkuaz uygulanmış. Bir dönem: saat teşhir bölümü olarak kullanıldıktan sonra ziyarete kapatılan kutsal emanetlerin bulunduğu buranın son salonunda; dönüşümlü olarak, değişik objeler sergileniyor.

Bu salonda kurulan; biraz önce söz ettiğim; 11.5 x 4.5 x 3.5 m. ölçülerindeki dev vitrin; dünyanın en büyük birkaç müze vitrini alması bakımından ilginç.

Buradan; soldaki odaya geçiliyor. Burası: mozaiklerle süslü bir kubbeyle örtülü. Yan duvarlar; 16’ncı yüzyıl çinileri ve çepeçevre dolaşan ayet friziyle bezenmiş. Odanın ortasındaki vitrinde; Hz. Osman’ın şehit edildiği anda okumakta olduğu rivayet edilen ve ceylan derisine yazılmış ilk Kur’an var. Nişlerde ise; altın kaplamalı Hırka-i Saadet sandıkları, Kabe kilitleri ve Hacerülesved’in altın muhafazası teşhir ediliyor. Tavanda görülen oluklar ise; Kabe’nin olukları.

Buradan çıktığınızda; sağda kalan ilk odayı gireceksiniz. Üstü kubbe ile örtülü ve duvarları çinilerle kaplı. Üst tarafı; ayet friziyle süslenmiş. Ortadaki büyük vitrin içinde; Hz. Muhammed’e ait kutsal eşyalar teşhir ediliyor. Bunlar; altın kutu içinde korunan; mektup, kabir toprağı, sakalından birkaç kıl tanesi, ayak izi ve mübarek dişi.

Sol tarafa döndüğünüzde; Müzenin en kutsal yeri olan; “Hırka-i Saadet Odası” görülür. Tel bir kafesle kapatılmış, ayrı bir bölüm halinde düzenlenmiş. Eskiden “Has Oda” diye anılan bu dairede, Padişahlar, günlük devlet işlerini görürlerdi.

Önce; burada tahta çıkarlardı. Yani; daha önceleri burası taht odası olarak kullanılırmış. Has Oda olarak kullanıldığı yıllarda; burayı ziyaret edenlere, ayrılırken mendil ve gül suyu ikram ediliyormuş.

Sultanlar; Dolmabahçe Sarayına taşınınca, bu oda, Mukaddes Emanetlere ayrılmış, adı da “Hırka-i Saadet” dairesi olmuş.

Evet; burada, tam karşıda; mukaddes emanetlerin, yüzyıllardır içinde korunduğu: som gümüşten, işlemeli bir muhafaza görülüyor. Bu muhafaza, büyük Türk seyyahı Evliya Çelebinin babası Zilli Mehmet Efendinin eseri.

Bu muhafazanın altında; Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan ve iç içe iki altın sandık içinde; Peygamberimizin hırkası var. Diğer tarafta ise, kınları değerli taşlarla süslü, iki kılıcı bulunuyor.

Ziyarete kapalı Has Odaya girişi olan; Arzhanede; eskiden olduğu gibi, Hz. Muhammed’e ait objeler sergileniyor.

Kutsal emanetler; fonlardaki fotoğraflarla desteklenmiş. Örneğin; Hz. Musa’nın asası, Musevilerin kutsal kabul ettiği Sina Dağı fotoğraflarıyla; Hz. Davut’un kılıcı ise Davut Kulesi fotoğraflarının önünde sergileniyor. Kabe anahtarları ve kilitleri de; Kabe kapısı fotoğrafı önünde, kapıya asılı duruyormuş gibi düzenlenerek sergileniyor.

Sancak-ı Şerif; bu bölümün en ilginç eserlerinden biri . Çünkü; Peygamberin bayrağı olduğu için, sefere çıkan Osmanlı Padişahları, bunu da yanlarına alırlarmış. Bu yüzden, çok yıpranmış ve şimdi bir kutu içinde muhafaza ediliyor.

Buradan, bir kapı ile: Revan ve Bağdat Köşklerinin bulunduğu, havuzlu taşlığa çıkılıyor. Her iki köşk de; Sultan IV. Murat’ın Revan ve Bağdat seferlerinin hatırası için yaptırılmış. Bu nedenledir ki; yapı formlarında Osmanlı tesiri görülüyor.

Evet, buradan yürüyerek, Revan ve Bağdat Köşklerinin bulunduğu yere geçiyoruz.

REVAN KÖŞKÜ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi; Sultan IV. Murat tarafından, Revan Seferi anısına, 1635 yılında yaptırılmış. Onun için de, bu adla anılıyor. Muhtemelen Mimar Sinan tarafından yapılmış. Bağdat Köşkünün, küçük bir örneği gibi. Sekizgen planlı, tek bir odadan ibaret. Hırka-ı Saadet revakı önünde inşa edilmiş.

Kubbesi: altın yaldızla işlenmiş. Kubbe kenarındaki tavan nakışları; deri üzerine yapılmış. Kubbenin; dört penceresi, yapının ışık alma özelliğini oluşturmuş. Odanın çıkıntılarından ikisi, kitaplık olarak yapılmış.

Bu yapının; dergah çilehanelerini andıran, basık tavanlı, bir de odası var. Tavanı işlemeli olan bu odanın, ne için kullanıldığı, tam olarak bilinmiyor.

Alt pencereler hizasına kadar; mermerle kaplanmış. Üst tarafı ise; çinilerle bezenmiş. Pencere kapakları; sedef ve bağa kaplamalı. Ortadaki mangal, Fransa kralı XV. Louis’in, Sultan I. Mahmut’a armağanı. Mangal; devrin ünlü bronz ustalarından, “Duplesisa” tarafından yapılmış. Bu köşke; Sultanların sarıklarının bulunmasından dolayı, “Sarık Odası” denilmiş.

Bağdat Köşkü’ne doğru giderken, solda, cephesi muhteşem çinilerle kaplı; Sünnet odası ve hemen yanında, iftariye kameriyesi gezilebilir.

Kameriye; Sultan I. İbrahim zamanında, 1640 yılında yaptırılmış. Burada; Sultanlar, iftar ederler, manzara seyrederlermiş.

Siz de, burada; güzel İstanbul’u içinize sindirerek seyredin. Biraz sonra; ilerideki Bağdat Köşkü’nü görmek üzere, oraya gideceğiz.

BAĞDAT KÖŞKÜ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Evet; Bağdat Köşkü’ne geliyoruz. Sultan IV. Murat tarafından, Bağdat’ın ele geçirilmesi anısına; 1639 yılında yaptırılmış. Sarayın; dördüncü avlusunda. Bütün İstanbul Boğazını ve Eyüp’e kadar Haliç’i görür. Mimarı bilinmiyor. Köşkün; mermer sütunlar üzerine oturtulan ve çevresini saran geniş saçağı; önemli bir özelliği. Dış duvarların alt kısmı; mermerden ve renkli taşlarla süslenmiş.

Üst kısmı ise; çinilerle kaplı. Pencere ve kanatları; fildişi sedef ve bağa ile işlenmiş. İç duvarlar ve kemerler; kubbeye kadar çinilerle süslü. Köşkün 32 penceresinden, üsttekiler renkli camlı. Pencere arasındaki boşluklarda, mavi üzerine beyaz ile; Kur’an dan ayetler işlenmiş Yaldızlı kubbe; hafif kabartmalarla süslü.

Kubbeden aşağıya, zemini kırmızı üzerine altın yaldızlı kafes bulunan; bir kandil sallanıyor. Dolap, pencere ve kapılardan arta kalan bölümler; nefis çinilerle bezenmiş. Ayrıca; alt pencere üzerlerinde; Mahmut Çelebinin, mavi çini üzerine yazdığı, “Ayet-El-Kürsi” bulunuyor. Orta bölümün çevresinde yer alan çıkmalar da görülen kırmızı çatma kadife sedirler ve bronz yaşmaklı ocak; köşkün renk cümbüşünü tamamlıyor. Bu ocağın yanları; kuş figürlü yekpare çinilerle kaplanmış.

Bağdat Köşkünü görüp; doya doya İstanbul’u seyrettikten sonra; Revan Köşkünün iki yanındaki merdivenden, aşağıya inerek, 4’ncü Avluya geleceğiz.

Yanda görülen köşk; Mecidiye Köşküdür. Mecidiye Köşkü; saraya inşa edilen en son yapı. Köşkün alt katı: günümüzde, halen, ziyaretçilere hizmet verilen lokanta. Bağdat Köşkünün önündeki teras: Haliç, Galata bölümü ve eski İstanbul’un kubbeleri ve minarelerinden oluşan, eşsiz manzaranın seyredilebileceği güzel bir yer.

Güzel İstanbul’un değişik bir manzarasını görmek isterseniz, Mecidiye Köşküne kadar inin. Aralıklı bir yoldan; tekrar Hazine Bölümünün bulunduğu avluya çıkın. Hırka-ı Saadet dairesi yanında bulunan: yazı ve tezhip bölümüne giderek, gezimize devam edeceğiz.

Bu bölümde: Türk ve İslam dünyasına ait, çeşitli devirlerde yapılan yazı ve tezhip örnekleriyle çeşitli kitapları görmek mümkün. Bu bölümün tam karşısında ise, tamamen mermerlerle kaplanmış, Sultan III. Ahmet Kütüphanesi, göze çarpıyor.

SULTAN III.AHMET KÜTÜPHANESİ

İstanbul Topkapı Sarayı-Müzesi: Sultan III. Ahmet tarafından, 1718 yılında, Lale Devri üslubuna göre yaptırılmış. Kubbe ve tonozlarla örtülü olan bu yapının, iç duvarları göz alıcı İznik çinileriyle bezenmiş olup kapı ve pencere kapakları ahşap üzerine, sedef ve fildişi kakma olarak yaptırılmış.

Kubbeli orta bölüm; sütunlarla ayrılan aynalı tonozlarla örtülü, üç bölüm, minderli sedirlerle döşenmiş ve önlerine ahşap oymalı rahleler koyulmuş. Arkalarında kitapların muhafazası için, telli dolaplar var. Kütüphanenin en ilginç eşyalarından biri de; vitrin içinde sergilenen, Sultanahmet Cami ve Kütüphanenin temel atma törenlerinde kullanılan kazma.

Evet, bu şirin kütüphaneyi gördükten sonra, gezi yolumuza, Türk işlemeleri bölümünü görmekle devam edelim.

Bu bölümde; özellikle, Osmanlı imparatorluğu döneminde, bazı tezgahlarda dokunan kumaşlar ve ayrıca imparatorluk dönemine ait bazı giysiler ile Karagöz gölge oyunu sanatına ait motifler teşhir ediliyor.

Bab-ı Saadet kapısından geçerek, sağa doğru dönüp, biraz ilerlediğinizde, bir zamanlar, sarayın iç hazinesi olan, Silah Bölümü ile karşılaşacaksınız.

SİLAH BÖLÜMÜ

Bu bölümde: Sekiz kubbeli ve geniş saçaklı binada; zengin eski silah koleksiyonu sergileniyor. Türk ve İslam dünyasına ait, çeşitli devirlerde yapılmış savaş aletlerinden: kılıçlar, zırhlar, tüfekler, tabancalar, kalkanlar, mızraklar, ok ve yaylar, ziyaretçilerin büyük ölçüde dikkatini çekiyor. Sultanların kullandığı: zırh ve silahlar ile saray ve ordu mensuplarının, değişik dönemlerde kullandıkları silahlar ve diğer ülkelerden ele geçirilen ganimet silahlar, burada teşhir ediliyor.

Silah bölümünden sonra, yüzyıllar boyunca, Osmanlı siyasetinde, önemli kararların alındığı “Kubbe altına” geliniyor.

KUBBEALTI

Burası; Divan-ı Hümayun’un (Bakanlar Kurulu) toplantı yeri. Bina; Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmış. Fatih Sultan Mehmet, Padişahların divana başkanlık etme adetlerini kaldırmış, bundan sonra, bu görevi Sadrazamlar yürütmüş. Divan toplantıları: Sadrazam başkanlığında; vezirler ve katipler ile burada yapılırmış.

Karşımıza gelen duvardaki kafesli pencere; Harem’e açılıyor. Padişah; istediği zaman, bu kafesin arkasından, varlığı hissedilmeden, Divan toplantılarını izleyebiliyormuş.

Yabancı elçiyi; önce Sadrazam, “Kubbealtı” denen yerde kabul eder, ağırlar, ziyafetlerden sonra, kendisine ağır bir hilat (kaftan) armağan ederdi. Boyunu aşan ağır kaftan içinde; kendini küçülmüş gibi hisseden elçinin kollarına; iki, iriyarı yeniçeri girerdi. Yine; yeniçerilerden oluşan bir kordon altında: taht odasına götürülürdü. Gerek bu muamele, gerek ihtişamlı dekor içinde, Sultan ile yaptığı görüşme, elçiyi, bir daha unutamayacağı, bir şaşkınlık ve hayranlık içinde bırakırdı.

Sağdaki bölüm; Divit (kalem) odasıdır. Divan kararları, burada kaleme alınırmış. Bu binanın arkasında yükselen kulenin kaidesi; Fatih Sultan Mehmet devrinden kalma. Sarayın; tek, kulesi de burada. Giriş kapısı: harem tarafında. Devlet adaletinin bu divanda dağıtılmasından dolayı; bu kuleye, “Adalet Kulesi” ismi verilmiş. Bu kuleden; bütün İstanbul ve liman görülüyor. Üst kısmı ise, Sultan II. Mahmut devrinde onarılmış.

Osmanlı devrinde; Adil veya Adalet Köşkü diye anılırmış. Bu ilk haliyle, sarayın Fatih devrinde, bir iç kale olarak inşa edildiği ve kulenin de, tek olmayıp, altı adet olduğu; kalan izlerden ve Matrakçı Nasuh’un minyatürlerinden anlaşılmakta.

HAREM

Osmanlı Sarayının en merak edilen yerlerinden birisidir. Buranın: örf ve adetleri de, Topkapı’da olduğu gibi, Dolmabahçe Sarayında ve diğer Osmanlı Saraylarında da devam etmiştir. Biz; şimdi yaşantısıyla son derece ilginç olan bu yer hakkında biraz bilgi verelim.

Asıl adı: “Dar-üs-saadet” olan Harem; “girilmesi yasak, saadet evi “anlamına gelmektedir. Daha yaygın olarak, Harem denilen bu yer, ortada Sultanın yattığı yer ve bunun çevresinde; Valide Sultan, Kadınefendiler, Cariyeler, Sultanlar, Şehzadeler, Haremağaları Daireleri gibi, iç içe girmiş dairelerden oluşan bir yapı topluluğudur.

Tabii, Harem’in efendisi Sultandır. Ondan sonra gelen en nüfuzlu kişi ise, Valide Sultan denilen padişahın annesidir. Beylerbeyi, Valiler ve çeşitli yerlerden; Sultana; gönderilen hediyelerin yanı sıra; kusursuz ve çok güzel kızlar da armağan edilirdi. Bu küçük yaştaki kızlardan seçilen cariyeler; Harem’de; müsiki, edebiyat, saray adabı gibi birçok konuda, uzun süre eğitilirlerdi. Ancak, ondan sonra Padişaha takdim edilirlerdi. Padişah; eğitimini tamamlayan, kendisine takdim edilen, zeki ve güzel kızlar arasından beğendikleriyle evlenir, bunlar sırasıyla birinci, ikinci kadınefendi diye anılırlardı. Yabancılar tarafından garip karşılanan ve elbette ki günümüz şartlarına kesinlikle uymayan, dört ve daha fazla kadın ile evlenme geleneği ise; sanırım o yıllarda, özellikle tahta mutlaka bir erkek varis bırakma isteğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

Osmanlı Sultanlarının, evlenecekleri kızları, haremlerinde yetiştirilen cariyelerden seçmelerinin anlamı; çeşitli aileleri, hanedanlığa ortak kılmamak, onları Osmanlı nüfusundan yararlandırmamak içindi. Çünkü: haremde yetiştirilen kızlar yani cariyelerin; geçmişleriyle herhangi bir bağlantıları kalmıyordu. Böylelikle; Osmanlı imparatorluğu, kuruluşunun ilk yıllarında uygulanan ve çok zararlı görülen, dışarıdan kız alma geleneğinden vazgeçilmiş, Padişaha eş olacak güzel kızlar, çok küçük yaşlarda hareme alınarak, özel olarak eğitildikten sonra seçilmişlerdir.

Cariyelerin çok az kısmı: padişah veya şehzadelerin odalığı olmakta, diğer büyük kısmı ise diğer dairelerde çalışırlardı. Örneğin; Sultan I. Mahmut döneminde (1730-1745) padişah dışında, padişahın birinci hanımı olan baş Kadınefendi dairesinde 20, diğerlerinde de 10-20 arasında cariye bulunduğu bilinmektedir. Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) Dolmabahçe sarayında, Sultanın 58, Valide Sultanın 43, Şehzade Murad’ın 47, baş Kadınefendi’nin 15 kadar cariyeleri olduğu; saray arşivlerine kaydedilmiştir.

Evet; Haremde; büyük nüfus sahibi olan Valide Sultan’dan sonra; evlenme sırasına göre, Padişah hanımları da, büyük söz sahibiydiler. Bunlardan, erkek çocuğu olanlara “Haseki Sultan” denirdi. Kadınefendilerden sonra, sayıları dördü bulan ve “İkbal” adı verilen Padişah gözdeleri vardı. Bunlar da, haremde saygı görür, Sultanın ölen veya boşandığı nikahlı karısının yerine, baş ikbal; Sultan eşi olabilirdi.

İkballerden sonra, gözdeler gelirdi. Bunların da haremde büyük nüfusları vardı. Padişahın gözünden düşene kadar, bu nüfuslarını sürdürürlerdi. Sultanın çok yakınında, 16 kadar gözde bulunurdu. Sultan bunlarla da yetinmese, istediği kadar unvansız odalık alabilirdi.

Harem’in; kurucusu olarak bilinen Kanuni zamanında; 300 kadar olan cariye sayısı, gittikçe artmıştı. Sultan III. Murad zamanında, 500 e ulaştığı, Sultan Avcı Mehmet zamanında ise 700’e çıktığı, çeşitli kaynaklarda yazılıdır.

Bu kadar çok kadının bir yerde bulunması sonucu; kuşkusuz: ön sıraya girme, padişah eşi olma isteğinden doğan çekişmelerin olması gayet normaldi. Bu nedenledir ki; cariyeler; kendi aralarında, çeşitli oyunlara girişilerek, diğerlerinden üstün oldukları vasıflarını ispatlamaya çalışıyorlardı.

Tüm cariyelerin ideali; Sultana kendilerini beğendirerek, haremde saygı gören padişah eşi veya gözdesi olmak idi. Böylece; rüyaları gerçekleşebilecek, belki de koca ülkeye hükmedebilen birer kraliçe ya da imparatoriçe olabileceklerdi.

İlk defa; Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Haremdeki bu çekişmelerden haberdar oluyoruz. Örneğin: Leh veya Rus asıllı cariye Hürrem Sultan, tüm rakiplerini geride bırakarak, Sultanın gözdesi olmayı başarmıştı. Belki çok güzel olmayan fakat son derece zeki, haris, entrikacı olan Hürrem; Sultana takdim edileceği günü sabırsızlıkla beklemiş, bu olaydan sonra unutulmamak için, tüm zekasını ve hünerlerini kullanarak, Osmanlı tarihinde derin izler bırakan bir “Hürrem Sultan Efsanesi “ yaratmayı başarabilmişti.

Günümüzde; burası, dar ve uzun koridorlar, küçük iç avlular ve bunların çevresine yerleştirilmiş, 400 kadar odadan oluşuyor. Tavan süslemeleri görülen buranın yapımı: 400 yıl sürmüş. Hareketli ve canlı günlerindeki renkli yaşamın izlerini görmek mümkün değil. Bugün; burada loş koridorlar ve boş odalar görülebiliyor. Yaşananlar; yalnızca ziyaretçilerin hayal gücünde canlanıyor.

HAREMİN GEZİLMESİ

Harem dairesi; çeşitli devirlerde yapılmış yapılardan oluşan, karmaşık bir plana sahip. Her devirden örnekler veren süslemeleriyle olduğu kadar, tarihi olayları ve entrikaları da dikkati çeker.

Bu nedenle; Topkapı Sarayının, şüphesiz en ilgi çeken bölümlerinin başında geliyor. Kanuni devrinde tesis edilen ve Sultan II. Mahmut zamanına kadar, her sultan zamanında yapılan yeni eklemeler ile genişleyerek, 6720 m. karelik bir alana yayılmıştır.

Üç veya beş katlı binalar var. Bu binalarda; 259 oda, 46 tuvalet, 12 sandık odası, 8 hamam dairesi, 8 geçit sofası, 1 hastane ve tecrit odası, 2 koğuş, 4 mutfak, 6 kiler dairesi, 1 yüzme havuzu vardır. Ayrıca; şehzade mektebi ve bodrumlarda Harem hapishaneleri bulunuyor.

Evet, harem bölümünün, günümüzde, ancak bir kısmı ziyarete açık. Buraya girişte; ilave bilet alınması gerekiyor.

Özellikle; yabancı turistlerin büyük ilgisini çeken bir mekan. Sanırım; yaşanan dönemde, buraya ulaşamayan insanların yarattıkları, buradaki yaşama ait hayallerden ibaret düşünceler; buranın, onların gözünde bambaşka bir havaya bürünmesine neden oluyor. Sultanların; yüzlerce, binlerce cariyeye sahip olmaları; sanırım kafalarında bambaşka düşünceler yaratmalarına sebep oluyor ve buraya özellikle görmek istiyorlar.

Evet: gezimize devam ediyoruz. Dediğim gibi, küçük bir bölüm ziyarete açık. Kubbealtı’nın arkasına düşen, eski dönemlerde araba kapısı olarak adlandırılan; küçük bir kapıdan giriliyor. Kadınefendiler ile Sultan Efendilerinin araba binmek için kullandıkları bu kapıdan, Hareme adımınızı attığınız anda; kendinizi “Dolaplı Kubbe” adı verilen bir bölümde bulacaksınız.

Bu dikdörtgen avluyu geçtikten sonra; duvarları muhteşem çinilerle bezenmiş, nöbet yeri diye isimlendirilen, ikinci bir bölüme geliniyor. Duvarları Kütahya çinileriyle kaplı bu bölüm, Haremağalarının nöbet yeridir. Buradan; soldan bir kapı ile “Siyahağalar Mescidi” ne geçilir. Tavana kadar çinilerle kaplı olan bu bölümde; sedef kakmalı, vaiz kürsüsü, son derece dikkat çekiyor.

Yolumuza devam ediyoruz. Önü revaklı taşlı bir yoldan ilerliyoruz, Siyah Ağalar koğuşuna ulaşıyoruz.

SİYAH AĞALAR KOĞUŞU

Uzunca bir koridor ve bunun etrafında sıralanan çeşitli odalardan meydana geliyor. Bu uzunca koridorun tam karşısında; mavi Kütahya çinileriyle kaplı, büyük bir ocak var.

Sağ taraftaki duvarda asılı olan ; Ramazan davulu ve falaka ise; ziyaretçilerin tüm ilgisini topluyor. Davul; ramazan ayında sahur zamanında, Harem halkını uyandırmak için, falakanın ise suç işleyen ağaları cezalandırmak amacıyla kullanıldığı söylenir. Alt kattaki odaları; oldukça kasvetli olan bu üç katlı binada, üst katlarda, genç ağalar, alt katlarda ise, yaşlı ağalar kalırmış.

Buradan ayrılıp; son derece zarif bir yapı olduğu; dıştan bile fark edilen, Kızlarağası Dairesi ve Şehzadelerin Mektebinin önünden ilerleyerek, bütün duvarları, çeşitli dönemlere ait çinilerle kaplı, bir taşlığa girelim.

Karşıda yer alan kapı; cümle kapısıdır. Bu kapıdan içeriye girildiğinde; üstü örtülü, geniş bir taşlıkla karşılaşılır. Eskiden Harem ağalarının nöbet tuttukları burada, üstü altın yaldızlarla bezeli, büyük endam aynaları var. Sonra: kadınefendiler taşlığına giden yola sapın. Yolun sol tarafında, yemeklerin konulması için mermer masalar var. Burayı da geçtikten sonra; kadınefendiler taşlığına ulaşılıyor. Soldaki, sütunlu ve revaklı kısımda; kadınefendiler hamamı ve bir çeşme var. Çeşmenin tam karşısındaki kapıdan, kadınefendiler dairesine geçiliyor.

KADINEFENDİLER DAİRESİ

Buradan; ahşap bir kapı ile, giriş holüne geliniyor. Sağdaki set üzerinde; ahşap işlemeli bir sandık ve gömme dolap var. Duvarlar; Kütahya çinileriyle kaplı ve yer yer tamir görmüşler. Buradan; dar bir koridora geçiliyor. Sağda: tuvalet, solda yukarı çıkan merdivenler var. Buradan; esas odaya geçilir.

Sağdaki duvarda: dolap, ocak ve çeşme var. Karşıdaki vitraylı pencereler tamir görmüş. Duvarları çinilerle kaplı odada; ipek kumaşlı sedirler ve ortada bir mangal süslüyor. Soldaki; küçük dolaplı oda ise, yüklük olarak kullanılmış.

Koridordaki merdivenlerle çıkılan yerde: kadınefendilere ait 9-10 kadar oda var. Sonra; tekrar taşlığa çıkıp, soldaki kapıdan, küçük bir antre ile, Valide Sultan dairesine girilir.

VALİDE SULTAN DAİRESİ

Burada, ilk görülen: ocaklı ve duvarları çinilerle kaplı oda: Valide Sultanın baş hizmetçisine ait. Duvarları çini kaplı ve gömme dolapları sedefli. Zemin; tuğla döşeli. Buradan; sağdaki ilk kapıdan; Valide Sultan dairesine giriliyor.

Buranın zemini de tuğla döşeli. Sedef geçme, gömme dolaplar var. Girişin sağ tarafında, mermer bir çeşme var, adaya ayrı bir güzellik veriyor.

Duvarların üst kısımları: kubbeye kadar, buzlu camlarla kaplı ve aydınlık sağlıyor. Duvarlarda pencere yok. Kubbe: asma yaprağı ve üzümlerle süslü. Karşıda, Valide Sultanın yemek odası var. Pencereler içinde Çin vazoları, ortada ise muhteşem güzellikte bir gümüş tepsi var. Burada; sedef kakmalı bir kapı ile yatak odasına geçilir.

Odanın, ahşap zemini üzerinde; altın yaldızlı sütunlu yatak yeri var. Önü, perde ile kapatılarak kullanılıyormuş. Buranın duvarları ve tavanı çinilerle bezenmiş. Sağda: namaz ve dua odası var.

Bunlar: iç içe. İçteki odanın duvarları pembe mermer olup bol pencereli. Birinci odanın duvarları: çini kaplı ve tavanı ise renkli kalem işi. Burası; yatak odası taşlığından, demir pencerelerle ayrılmış.

Buranın tam karşısındaki kapıdan, Hünkar Hamamına ulaşan, bir koridora geliyoruz.

Burası: mermer kaplamalı. Dolapların kapakları sedef kakmalı. Kapılar: ahşap boyamadır. Bu koridorun sağından, hamama geçiliyor.

HÜNKAR HAMAMI

Haremde bulunan hamamların en güzeli. Baştan başa beyaz mermerden yapılmış. Hamam: üç bölüm olarak yapılmış. Birinci bölüm: dinlenme ve masaj odası. Bu bölümdeki beyaz örtülü sedirler ortama ayrı bir hava veriyor.

Soyunma yerinde; altın yaldızlı bir ahşap dolap ve kristal bir ayna var. Üçüncü bölümde: hamam kısmı (halvet) bulunuyor. Solda görülen demir kafesli bölüm; sultanların yıkandığı yer. Madeni parmaklıklarla kapatılmış, çünkü: padişahın yıkanması sırasında, herhangi bir suikasta uğramaması için. Evet, burası bu kadar.

Buradan ayrılıp, soyunma odasının karşısındaki küçük bir kapıdan geçerek, Harem’in en görkemli köşesi olan, Hünkar Sofrasına geleceğiz.

HÜNKAR SOFRASI

Haremde; Sultan ile, harem kadınlarının birlikte; eğlence düzenledikleri, bayramlaştıkları buraya; Hünkar Sofrası deniliyor. Bu mekan; 16’ncı yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmış, salonda kubbe var. Sultan III. Osman döneminde, esaslı bir restorasyona uğramış. Salonda: üst pencereler ile birlikte, 26 pencere var. B

urada: sultanın oturduğu bir de taht var. Tahtın iki yanına ise, büyük çini vazolar yerleştirilmiş. Sol tarafta kadife sedirler, bunların üst kısmında ise, orkestranın yer aldığı bir balkon görülüyor. Duvarın üst kısmında görülen yazılar ise, Kur’an dan alınmış ayetler. Simetrik olarak yerleştirilmiş saatler: İngiltere Kraliçesi Viktoria’nın hediyesi.

Yine; bir köşede yer alan ahşap koltuk: Alman İmparatoru Wilhelm tarafından Sultan II. Abdülhamit’e hediye edilmiş. Salonun üst köşesinde; ayna kaplı dolap kapağı; aslında bir kapı. Padişah, gerektiğinde bu kapıdan, gizlice Harem’in öbür bölümlerine geçiyormuş.

Mermerli sütunlarla ikiye ayrılan, çeşmelerle süslenmiş, görkemli kristal avizeleri olan, kristal aynaları bulunan bu bölümde ; bir zamanlar, kim bilir ne güzel eğlenceler düzenlenmiştir. Hayalleri geniş tutmak gerek.

Evet; gezimize devam ediyoruz. Sağdan yürüyerek sofaya geçin. Bu bölümde: mermer çeşme ve renkli duvar çinileri var, bunlar dikkat çekiyor. Bölümden ilerleyin, tavanı kubbeli bir hole geleceksiniz. Karşı duvarda: şömine ve buna uydurulmuş ayetler ve çeşitli çini panolar var.

Diğer duvarlar da aynı. Mercan kırmızısı çiniler, gerçekten muhteşem. Buradan: Sultan III. Murat’ın odasına geçiliyor. Kapıda; iki sütun göreceksiniz.

Bunları: Mimar Sinan; binanın oturup oturmadığını kontrol için yerleştirmiş. Mercan kırmızısı ve mavi çinili bu kapıdan; Sultan III. Murat’ın odasına girin.

SULTAN III.MURAT’IN ODASI

Haremin en güzel odalarından biri. Mimar Sinan tarafından yapılmış. 16’ncı yüzyılın tüm görkemini yansıtıyor. Mavi renk çiniler ve aralarına yerleştirilmiş mercan kırmızısı renk çinileriyle, göz kamaştırıyor. Burada kullanılan çiniler; bu yapıdan sonra, başka yerde kullanılmamış.

Bakır yaşmaklı ocak var, devrinin tüm güzelliklerine sahip. Gömme olarak yapılmış, üç kademeli mermer bir çeşme var. Bugün bile suları akabiliyor.

Çeşmelerin açık bırakılmasının sebebi; o dönemde, içeride yapılan konuşmaların, dışarıdan duyulmaması içinmiş. Burada; sedef kakmalı dolaplar, ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini yansıtan kapılar, sedirler ve mangallar var.

Tam karşıdaki kapıdan ilerleyip, sağ tarafta alaturka bir tuvaletin yer aldığı kapı aralığından; Sultan I. Ahmet Kütüphanesine geçin.

SULTAN I.AHMET KÜTÜPHANESİ

Burada; dikkati çeken, güzel çiniler var. Pencerelerde bulunan kanatlar; sedef kakmalı. Bu bölümde; Harem’in küçük fakat en göz alıcı yerlerinden biri sayılan; “Yemiş Odası” görülecek.

YEMİŞ ODASI

Ziyaretçilerin büyük ilgisini çeken, çok sevimli bir oda. Sakın atlamayın ve mutlaka görün. Sultan III. Ahmet tarafından yaptırılmış. Duvarları: kalem işi panolarla süslenmiş. Bunlarda: baştan başa, tabak içinde: meyveler ve çiçek demetleri var. Sol tarafta bir ayna var. Sağ tarafta: ender güzellikteki bir mermer ocak var.

Pencereler içine; küçük ayaklı şamdanlar konulmuş. Zeminde ise; büyük bir sini görülüyor. Bu sini; ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.

Evet; bu güzellikler, özellikle yabancı turistlerin büyük ilgisini çekiyor. Buradan; uzun süre ayrılamıyorlar. Sizlerde; mutlaka görün, gerçekten büyük sanat eseri, bu objeler.

Evet; buradan ayrılın ve tekrar geldiğiniz sofadan geçerek, solda, birkaç basamakla çıkılan: “Veliaht Dairesi” ne ulaşacaksınız.

VELİAHT DAİRESİ

Veliaht Dairesi: mermerlik diye bilinen kısımdaki; 2 bölümden oluşuyor. Birinci bölümün: kubbesi, keten üzerine çeşitli motifler halinde altın yaldızlarla bezenmiş. Bu muhteşem kubbe; yıllar boyunca, bir tavanla gizlenmiş.

Son onarımlarda; tavanın kaldırılması sonucu, varlığı öğrenilmiş ve ortaya çıkarılmış. Bu odanın; yan duvarları da, göz kamaştırıcı çinilerle süslü. Ocağın üzeri; kalem işleriyle bezenmiş. Vitraylar; çok güzel. Pencere içlerinde küçük musluklar var.

Buradan, küçük bir kapıyla; ikinci bölüme geçiliyor.

Sol tarafta; sevimli bir ocak var. Sağ yanda ise, bir mangal duruyor. Tavanı; çeşitli bitkisel ve geometrik motiflerle bezenmiş. Vitraylı pencereler ve ocağın iki yanında bulunan sedefli dolaplar, anlatılamayacak güzellikte. İnanın çok muhteşem. Bu zenginlikleri; ancak, görünce anlayacaksınız. Bu odanın; zeminindeki seviye farkı, son onarımlardan sonra ortaya çıkmış.

Evet; nice veliahtlar, büyük umutlar ve korkular içinde; günler, aylar, yıllarca buralarda yaşamışlar.

Gezimize devam ediyoruz. Solumuzda; gözdeler taşlığı, bunun aşağısında da “Cariyeler Havuzu” var.

Yürüdüğünüz yolun sağında; “Haseki odaları” var. Bu bina: çinili duvarları ile göze çarpıyor. Bu bölüm: Padişaha, erkek evlat veren eşlerine ait.

Yürümeye devam ettiğinizde; tam karşıda, bir camiye ait, sedefli bir kapı ile karşılaşacaksınız.

Sol tarafta; “Hırka-i Saadet” e giden yol var ve 16’ncı yüzyıla ait, 3 çini pano ile kapatılmış.

Evet; Harem’in en ünlü yerlerinden biri olan ;”Altın Yol” denilen koridora varıyoruz.

ALTIN YOL

46 metre uzunluğunda, dar bir sokak gibi. Bu loş koridorda; cariyeler, sokak özlemlerini giderirlermiş. Bunun dışında; burada bazı tarihi olaylar da yaşanmış. Sultan II. Mahmut’u öldürmeye kalkan asiler; fedakar Cevriye Kalfa tarafından, burada, gözlerine kül atılmak suretiyle durdurulmuşlar. Belki hatırlayanlarınız olabilir. Bu olay üzerine; Sultan II. Mahmut; Eminönü’nde Cevriye Kalfanın adını taşıyan bir okul yaptırır.

Evet, bu koridor, gerek görüntüsü ve gerekse yaşananlar nedeniyle; hiç de cazip değil. Ancak; bu ismi almasının nedeni: “Padişahların, dini bayramlar da ve seferlerden dönüşte, burada, toplananlara altın serpmeleri “ imiş.

Bu yolda ilerlediğimizde; tekrar, geldiğimiz yola, yani iki büyük aynı ile süslenmiş, nöbet odasıyla karşılaşıyoruz. Buradan; sola doğru kıvrılıp, yürümeye devam edelim. Bir zamanlar; Hareme yemek götürülen : Kuşhane Kapısından çıkarak gezimizi tamamlamış oluyoruz.

Aya İrini Müzesi tanıtımı ve gezilecek yerlerle ilgili yazım için. 

Ayasofya tanıtımı hakkındaki yazım için. 

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için. 

İstanbul Arkeoloji Müzesi tanıtımı hakkındaki yazım için. 

İstanbul Kız Kulesi

İstanbul Kız Kulesi

Türkiye hakkında bir resim akla gelince, ilk on resim arasında, mutlaka “Kız Kulesi” resmi de var. Google’da bunu masa üstü resimlerini dizayn ederken kullanmış. Özellikle: 2010 yılında “Kültür Başkenti” işlevi görecek, güzel İstanbul’u muzun simgelerinden kız kulesi. Gerçekten yine televizyonlarda boy gösteren bir reklamda olduğu gibi, yıllardır orada. Hatta, yüzyıllardır orada.

Evet, kız kulesi, İstanbul boğazının Marmara denizine yakın kısmında. Üsküdar-Salacak açıklarında yer alan, küçücük bir adanın üzerinde inşa edilmiş bir yapı. Aynı zamanda; Üsküdar’ın simgesi olmuş, hatta zarif silüetiyle, İstanbul’un en önemli simgelerinden biri olabilmiş. İstanbul’a gidenlerin, mutlaka ziyaret ettiği, yanına kadar gidemese bile, gerek Salacak sahilindeki çay bahçelerinde oturarak izlediği ve gerekse vapurla yanından geçerken izlediği, muhteşem güzel ve İstanbul ile bütünleşmiş bir yapı. Yani; her gün yüz binlerce insanın, gururla seyrettiği bu güzelliğin geçmişini, ne zaman yapıldığını, kim zamanında yapıldığını, bugünkü kullanımını biraz inceleyelim. Çünkü; İstanbul’a gelip te kız kulesini görmemek olmaz.

Buraya; Salacak’tan sandallarla ulaşabilirsiniz. İstanbul boğazının ağzından ve sahilden, yaklaşık 200 metre uzaklıkta.

İstanbul Kız Kulesi: Kule: 18 metre yüksekliğinde ve 5 katlı. Deniz üzerinde; deniz yüzeyinden pek de fazla yüksek olmayan bir kayalık üzerinde. Yüzeyde: 35-36 metre kenarlı bir düzlük üzerine oturtulmuş. Her bir kenarı: 18-21 metre arasında değişen ölçüleri bulunan küçük bir kale. Evet; kale dedik, bu kale mazgallı, burcunun tepesinde, etrafı balkonlu bir köşk var.

Bu köşkün üstü, dilimli bir kubbe ile örtülü. Ortasında ise bayrak direği var. Kara tarafına bakan kapısının üstünde, iki sütunun taşıdığı revak var. Kapının üzerinde, üçgen bir çerçeve içinde, hattat Mustafa Rakım Efendinin imzasını taşıyan, Sultan II. Mahmut’un bir tuğrasını gösteren madalyon bulunmakta. Tuğranın altında ise, 1248 tarihi yazılı.

TARİHİ SÜREÇ

İstanbul Kız Kulesi: Kız kulesinin, ilk kez, ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmiyor. Ancak, bu konudaki efsaneler değerlendirildiğinde, kulenin ilk kez Atinalı general Alkibiades tarafından yapıldığı sanılıyor. Daha sonra ise, imparator Aleksios Kommenos (1181-1118) tarafından, buraya yapılan yapı, kaleye çevrilmiş.

Tarihi süreç içindeki gelişmeler ise şöyle sıralanıyor. İmparator Kommenos tarafından; kulenin suyunun getirilmesi için, karadan ve deniz içinden bir hat çekilir. Ayrıca; kara ile kız kulesi arasında bir duvar yaptırılır. Bugün, bu duvarın, sadece temel kalıntılarının izini, denizin durgun günlerinde, deniz altında görebilmek mümkün.

1248 yılında, Sultan II. Mahmut devrinde, kule bugünkü şeklini alır. Sonraki yıllarda onarımlar, buna göre yaptırılır.

1509 tarihinde meydana gelen depremde, kule hasar görür. Ardından, Sultan I. Selim tarafından onartılır.

1719 yılında, fener kısmında yakılan yağ tutuşur, alev alır ve iç katları ahşap olan kule, tamamen yanar. Daha sonraki süreçte, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından, kulenin üstüne cam bir köşk yaptırılır ve kız kulesinin yüksekliği arttırılır. Kubbesi ise, kurşunla kaplatılır.

1830 yılında, bölgede çıkan bir kolera salgınında, kulenin bulunduğu bölüm, bir karantina hastanesi olarak kullanılır.

1944 yılında yapılan restorasyonda, kurşun kaplı kubbe ve kat döşemeleri, betonarmeye çevrilir. Bayrak direği dikilir. Çevresine, büyük kayalar yerleştirilir.

1983 yılında, kule, Denizcilik İşletmeleri Liman İşletmesine bırakılır. Bir ara, siyanür deposu olarak da kullanılır. Ancak, duyarlı çevreler ve çevrecilerin baskısı sonucu, burada depolanan siyanür, başka bir yere götürülür.

2000 yılında ise, restorasyon yapılmak ve belli bir süre işletilmek üzere, büyük bir Holding’e uzun süreli kiralanır. Aslına sadık kalınarak ve 3 milyon dolar harcanarak, onarım ve restorasyon yapılır. Aslında sivil toplum örgütlerinin aslına sadık kalınmadığında ısrarcı oldukları bu çalışmalarda; zemin katta, evvelce bilinmeyen mazgal delikleri ortaya çıkarılır.

Bu mazgalların; Boğaziçi’ne bakanları dik, Sarayburnu’na bakanları ise, cepheye göre 45 derecelik bir açı ile Marmara’ya baktıkları görülmektedir. Bunun sebebi ise, hem top atışlarını kolaylaştırmak ve hem de daha fazla güneş ışığının girmesini sağlamak olarak değerlendirilmiştir. Bu restorasyon sırasında, dört köşe kule, demir kasnaklarla takviye edilmiştir.

EFSANELER

1. EFSANE

MÖ. 411 yılında, Üsküdar ve sahilleri, Pers egemenliği altına girer. Buna karşılık; yörede yaşayanlar tarafından, Atina’dan yardım istenir. Bunun üzerine; Atina’lı general Alkibiades (MÖ.450-404) 30 gemilik bir donanma ile bölgeye gelir ve Perslerin tam karşısında, kız kulesinin bulunduğu kayalık üzerine, bir yer yapar. Yani: ilk yerleşim, bu. Zamanla; kıyılardaki Pers’lerle yapılan mücadeleler sonucu, Pers’ler kıyıdan geri çekilirler.

Alkibiades, Üsküdar kıyılarını ele geçirir. Ancak; boğazdan geçen gemileri değerlendirerek, kız kulesinden gelir elde etmek ister. Kız kulesinin üstündeki yapıyı, gümrük istasyonu olarak yapılandırır. Ayrıca: kız kulesi ile Sarayburnu arasında, büyük bir zincir çektirerek, bu bölgedeki gemi geliş-geçişini engeller.

Gemilerin yalnızca Anadolu yakası ile kız kulesi arasındaki bölümden geçmesine izin verir. Ancak, bir süre sonra, kız kulesi, zincirin ağırlığını taşıyamaz hale gelir ve kule, Avrupa yakasına doğru denize yıkılır. Bugün, kuleden denize, suyun içine bakıldığında, durgun günlerde, yıkıntılar görülebilir.

Bu arada; Atina’lı general Alkibiades’in, çok sevdiği karısı Damalis, burada ölür. General, karısı için bir türbe hazırlatır. Bu türbe; Ayazma caminin üzerinde bulunduğu tepededir. Bir kısım söylentiye göre ise, general, karısını, kız kulesi içindeki bir kaya oyuğuna gömdürmüştür.

Neyse, bir önceki cümlede adı geçen tepenin üstünde, general, bir sütun üzerine bir inek heykeli diktirir. Bu heykel, karısının mezarının yerini gösterecektir. Tepenin önündeki burun, tüm bu gelişmeler üzerine, uzun yıllar Damalis burnu olarak anılır. Evet; takip eden tarihi süreçte, burası, Bizans imparatoru Aleksios Komnenos (1181-1118) tarafından onartılır ve yeniden düzenleme yapılarak, mevcut yapılar, tam bir kaleye dönüştürülür.

2. EFSANE

Bir zamanlar, Sestos’da, tanrıça Afrodit adına yaptırılmış bir tapınak bulunmaktadır. Bu tapınakta genç kızlar rahibe olarak görev yaparlar. Hero da, bu rahibelerden biridir. Hero, aynı zamanda, kız kulesinde, fener bekçisinin kızıdır ve kız kulesindeki kuşlara bakmakla görevlidir. Ve aşka yasaklıdır, kız kulesinden ayrılamaz.

Her ilkbaharda; doğanın uyanışı olarak, bu tapınak çevresinde törenler düzenlenir, çevreden gelen insanlar tarafından tapınak doldurulur. Yenilir, içilir ve tanrıça Afrodit’e, aşkı bulmak için dua edilir. Boğazın karşı kıyısında, Abydos köyünde oturan Leandros, bu törenlere katılmak için, tapınağa gelir. Hero ile karşılaşır ve iki genç, birbirlerine aşık olurlar.

Derken, Leandros, sevgilisi Hero’yu görmek için, her gece, kıyıdan, kız kulesine yüzer. Şafak vaktine kadar birlikte olurlar, sonra geri döner. Bu durum böylece devam ederken; fırtınalı bir gün, azgın dalgalarla boğuşarak kız kulesine yüzmeye çalışan Leandros, rüzgarın, kule fenerini söndürmesiyle yolunu şaşırır ve boğularak ölür.

Ertesi gün, Leandros’un ölüm haberini alan Hero da, bu acıya dayanamaz intihar ederek ölür. Aslında, burada ince bir ayrıntı var. Efsanede sözü edilen yerler, yani Sestos ve Abydos, aslında Çanakkale boğazının iki yakasında bulunan yerlerdir. Ama kimi yazarlar, efsaneyi İstanbul boğazına ve kız kulesine uyarlamışlardır.

3.EFSANE

Bir kahin, imparator I. Konstantinos’un kızının, yılan sokmasıyla öleceğini söyler. Bunun üzerine, kızını çok seven imparator, deniz ortasına bir kale yaptırır ve kızını buraya saklayarak koruyabileceğini düşünür. Ama, kaderin önüne geçilemez. Kuleye gönderilen yiyecek sepetlerinden, üzüm sepeti içine saklanan yılan, kızı sokar ve öldürür.

İmparator kızının cenazesini, demirden bir tabut yaptırarak içine koyar ve bu tabutu Ayasofya’ya kaldırtır. Bugün, Ayasofya Müzesinde bu demir tabut görülmekte olup üzerindeki iki deliğe dikkat edin. Sanırım, yılan, öldükten sonra bile kızı rahat bırakmamış. Evet; kız kulesi için anlatılan efsaneler arasında, en çok tercih edilen budur.

4.EFSANE

Evet, bir efsanede, ünlü gezgin Evliya Çelebiden. Halk kahramanı Battal Gazi, İstanbul’u almak için Tekfur Sarayının karşısında, 7 yıl bekler. Fakat, asıl sebep, Üsküdar Tekfurunun kızına aşık olmasıdır. Battal Gazi, Şam’ın fethi için Üsküdar’dan ayrılınca, İmparator Tekfurun kızını ve hazinelerin saklanması için, denizin tam ortasında, kız kulesini yaptırır.

Battal Gazi; Şam’dan dönüşünde, bir kısım çatışma sonunda, kız kulesini basar, tekfurun kızını ve buraya konulan hazineyi alır, kaçırır. Battal Gazi’nin, bugün Eskişehir yakınlarındaki Seyitgazi İlçesindeki mezarının hemen ayakucunda, karısı tekfur kızının mezarı bulunmaktadır.

Evet; tarihi süreçte, kız kulesi işte böyle bir geçmişe sahip. Günümüzde ise, turistik tesis olarak kullanılmakta. Gündüzleri kafeterya ve geceleri ise restoran olarak hizmet veriliyor. Zemin kat; restoran. Buradan, ahşap merdivenlerle üst katlara çıkılıyor. Ara katlara; satış bölümleri yapılmış.

Etrafı balkonla çevrili bölüm ise; kafeterya, çay yeri. Buradan, isteyenler sabit dürbünler ile, Üsküdar, Boğaziçi ve İstanbul’un nefis manzarasını seyredebiliyorlar. Buradaki restorana gitmeden önce, mutlaka rezervasyon yaptırmanızı öneriyorum.

Kız kulesi; yazının başında da belirttiğim gibi, denizin ortasındaki ortaya koyduğu silüetiyle, gerçekten görülmesi gereken bir yapı. Yanına gidemeseniz bile, mutlaka uzaktan izleyin. Özellikle, Üsküdar sahilinde, kız kulesinin hemen karşısına gidin, bir banka veya çay bahçelerinden birine oturun, uzaktan izleyin.

İzlerken de; umarım bu yazdıklarım, burada yaşananlar aklınıza gelir ve tarihi süreçte birçok şekilde kullanılmış bu harika görüntülü yapıyı, daha bilinçli gözlerle izlersiniz.

İstanbul’a gidenler için, nereyi gezelim, nereyi görelim, kız kulesini mutlaka görün. Üsküdar meydanından kıyıyı takip ederek yürüyerek buraya ulaşabilirsiniz. Hemen karşısında bulunan çay bahçelerinde mutlaka bir çay molası verin ve bu güzelliği izleyin.