İstanbul Bebek

bebek-genel-1
İstanbul Bebek

Semtin tarihi, Bizans öncelerine kadar uzanmaktadır. Günümüzdeki limana, o dönemlerde “Philemporos” deniyordu. Burada bulunan köyün ismi ise “Chelae” dir. Ancak o günlere ait taş-tuğla karışımı binalardan hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.

İstanbul şehrinin fethinden önce, buralarda hisarlar yapılırken, Bizans yerleşimleri ele geçirilmiş ve Türkleştirilmiştir.

İstanbul’un alınmasından sonra ise, Fatih Sultan Mehmet, bu bölgenin savunmasını, has adamlarından “bebek yüzlü” bir yeniçeri olan Mustafa Çelebi’ye vermiştir. Bu kişi, çok yakışıklıymış ve çevresindekiler ona “bebek yüzlü Mustafa” diyorlarmış. Böylece: buradaki Rum balıkçı köyünün ismi “Bebek” olmuştur.

Bebek yüzlü Mustafa çelebi, burada bir de konak yaptırmıştır. Mezarı ise, semt içinde yaşlı bir çınarın dibindedir ancak mezarın yeri net olarak bilinmemektedir.

Semt Sultan III. Ahmet döneminde kalabalıklaşır. Sultanların en gözde has bahçelerinden biri olan Bebek semti, zamanla bozulmuş, terk edilmiş, hırsız ve eşkıya yatağına dönüşmüştür. Ancak Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın çabaları sonucu temizlenmiş ve yaşanır bir yer haline dönüştürülmüştür. Ancak, İbrahim Paşa, sahildeki bazı parselleri gayri Müslümlere satmışmış.

Yine aynı dönemlerde, Bebek: tülbentçi ve nakışçıların barındığı bir yerdir. Ama sonraları, bunlar buradan ayrılıp Üsküdar ve Yenikapı-Langa bölgelerine gitmişlerdir.

19 yüzyılda bir sayfiye yeri olan semt, vapur seferlerinin başlamasıyla sürekli yaşanır bir yer haline gelmiştir. 18 ve 19 yüzyılda, bu sahillerde birçok yalı ve sırtlarda ise köşkler ve konaklar yapılmıştır.

Bebek denince, hani konumuz gezilecek yerler ama bence, buralara yolunuz düşerse, mutlaka ve mutlaka “Badem Ezmesi” yemelisiniz. Bebek yöresinin, çok eski dönemlerden bu yana öne çıkan bu lezzetini, mutlaka tadın. Ama, bunu kilo olarak almak değil, biraz alıp, hemen aldığınız yerde yemek şeklinde tadınız.

misir-elcilik-binasi-1
İstanbul Bebek Mısır Elçilik Binası

 

MISIR ELÇİLİK BİNASI

Buradaki ilk yapı; 1781 yılında inşa edilen, Sultan III. Ahmet’in kadı askeri ve Sultan I. Abdülhamit dönemi Şeyhülislamlarından Dürrizade Mehmet Ataullah Efendinin yalısıdır. Dürrizadeler: Sultan I. Mahmut ve Sultan II. Mahmut arasındaki dönemde, 5 Osmanlı şeyhülislamı yetiştirmiş bir ailedir.

Sonraki yıllarda, yalıda, Lale Devrinde, Sultan III. Ahmet’in Kadı askerlerinden Dürrizade Esseyit Mehmet Arif Efendi oturmuştur. Bu dönemde yalı, Sultan III. Selim tarafından sık ziyaret edilmiştir. Çünkü kız kardeşi Hatice Sultan, Mimar Meelling’e Defterdar Burnundaki Neşetabad Kasrı’nı tamir ettirirken, Dürrizadelerin bu yalısında misafir kalmıştır. O sırada Şeyhülislam olan Dürrizade Esseyit Mehmet Efendi; yalısının büyük bölümünü Hatice Sultan’a tahsis etmiştir.

Arif efendi, 1800’lü yılların başında ölünce, yalı, oğlu Şeyhülislam Abdullah Efendinin olur.

Buradaki ikinci yapı: Sultan II. Mahmut’un Sadrazamlarından Rauf Paşa tarafından ahşap olarak tekrar yapılır.

Daha sonra Tanzimat döneminde, Sultan Abdülaziz’in Sadrazamlarından Ali Paşa yalıyı satın alır ve yenilettirir. Hariciye Nazırı olan Ali Paşa döneminde: yalıda çok önemli toplantılar yapılır ve ünlü konuklar ağırlanır. 1858 yılı Karadağ Konferansı burada toplanır. Girit isyanı sorununun çözüm toplantıları burada yapılar. 1869 yılında İstanbul’a gelen İngiltere Veliahtı, burada verilen bir ziyafete katılır ve Avusturya-Macaristan imparatoru Franz Josehp burada ağırlanır.

Ali Paşa’nın ölümünden sonra ise, mirasçıları buranın masraflarını karşılayamaz. Çünkü yalının aylık masrafları 4.000 altını geçiyordu.

Bunun üzerine, Sultan II. Abdülhamit tarafından satın alınır. Daha sonra: Osmanlı sarayı ile yakın ilişkileri bulunan Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşanın annesi Emine Valide Sultan’a hediye eder. Burada hassas bir husus var, bazı kayıtlara göre, bu yalı Emine hanımın kendisi tarafından satın alınmıştır.

Valide Paşa: Mısır’dan kızları Hatice ve Nimetullah ile İstanbul’a geldiğinde, kendisine hediye edilen bu ahşap yalıda kalır.

Oğlu Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa, Avustralyalı bir kadına aşık olur, evlenirler ve birlikte İstanbul’a gelirler. Ancak Emine Valide Paşa: gelini beğenmez ve oğluna rest çeker. Bunun üzerine, Abbas Hilmi Paşa, Anadolu yakasında Çubuklu’da Hidiv Kasrını yaptırır ve eşiyle orada oturur. Abbas Hilmi Paşanın muhteşem güzel bir yatı vardır. Adı “El-Mahsura” yani “Memleket” demek olan bu yattaki yatak odası, 12 metre uzunluğundadır.

Ayrıca, yine bin tonluk “Safa Bahr” yani “Deniz Sefası” isimli yat da buna eşlik etmektedir. Abbas Hilmi Paşa: Mısır valisi olduktan sonra, annesini ziyaret için bu yatla İstanbul’a gelirdi. Üç bin ton ağırlığında olan bu yatta, sekiz tane Armstrong topu vardı.

Abbas Hilmi Paşa, 30 yıl Hidivlik yaptıktan sonra, 1914 yılında, Osmanlı yanlısı olduğu gerekçesiyle İngilizler tarafından yönetimden uzaklaştırıldı. Hayatının kalan kısmını çoğunlukla Avrupa’da geçirdi ve 1944 yılında Cenevre’de öldü.

Öte yandan: Emine hanım: Sultanın çok saygı duyduğu karizmatik bir kişidir. Bu yüzden: Osmanlı tarafından, ilk kez Sultan tarafından bir kadına “Paşa” ünvanı verilmiş ve Emine hanım: “Emine Valide Paşa” olarak isimlendirilmiştir. Çok güzel, asil, tuttuğunu koparan, zarif ama otoriter bir kadındır. Estetiğe çok düşkündür.

Emine hanım: 1910 yılında: I. Dünya savaşı yıllarında yalıyı yıktırarak, İtalyan Mimar Raimondo D’Aranco’ya yeniden inşa ettirir. (Burada bir ayrıntıdan söz etmemek olmaz, Prof. Afife Batur, yapının iki Avusturyalı mimar, Fabricius ve Antonio Lasciac tarafından tasarlandığını söyler.)

Evet yapı bu sefer, 48 odası bulunan yapı, tam bir saray yavrusu olur. Hatta: “Hidivia Sarayı” olarak isimlendirilir. Emine Valide Paşa ve oğlu Abbas Hilmi Paşa uzun yıllar ve hatta Mısır işgal edilip Hidivlik sistemi bitince bile bu yalıda oturmayı sürdürürler. Emine hanımın dillere destan kayığı ile gezintiye çıkması ayrı bir olaydı.

Kayık o kadar zarifti ki: kayığın mavi kadife örtüsünün ucu, denizi süpürmesi için bir pelerin gibi, bir gelinliğin etekleri gibi sarkıtılır ve kayığın bir kuğu gibi süzülmesini sağlardı. Bu mavi kadife şalın üstünde, gümüşten işlemeli ışıl ışıl parlayan balık resimleri vardı. Sahilden kayığı seyredenler, Emine hanımın kayığını, gümüş renkli balıkların takip ettiğini, gümüş renkli balıkların kayığa eşlik ettiğini sanırlardı.

Emine Valide Paşa: Osmanlı yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulunca: bu yalıyı Türkiye Cumhuriyeti’ne hediye etmeye karar verir. Bu sırada, Osmanlı döneminden kalma “Ağa, Paşa, Bey” gibi unvanlar kaldırıldığında, gerekli yazışmalar sırasında Emine Hanımın Paşa unvanı kullanılmaz. Sadece “Bebekli Emine Hanım” denir.

Ancak kendisine “Bebekli Emine Hanım” denilmesine çok kızan Emine Valide Paşa: bu kararından vazgeçer ve Mısır’ın İstanbul’da bir diplomatik binasının bulunmadığını öğrenince ölünceye kadar burada oturmak koşulu ile yapıyı konsolosluk binası olarak kullanılmak üzere Mısır’a bağışlar.

Burada şunu belirtmek gerekir. Mısır o dönemlerde bir yabancı ülke sayılmıyordu. Çünkü, Osmanlının bir eyaleti gibi değerlendiriliyordu. Kendisi ölünce de, kaldığı korudaki av köşkünün yıkılmasını vasiyet eder.

1931 yılında vefat ettiğinde: vasiyeti yerine getirilir, av köşkü yıktırılır ve yalı-saray’da yeni düzenleme yapılır. Yalı: konsolosluk büroları ve çalışanların rezidansı olarak kullanılmak üzere düzenlenir.

Harem ve Selamlık olarak iki bölümden oluşan yapı, ölçüleriyle Boğaziçi’nin en büyük yalılarından birisidir. 48 odası ve 75 metrelik bir rıhtımı vardır. Dönemin ilk kaloriferli binası olma özelliği taşır. İç mekan ve dış cephesi, Art Nouveai stilindedir. Çatısında dev kuğu figürleri bulunur. Binayı, 110 yıllık sütunlar ayakta tutar. Binanın tavanlarında, art nouveai stilinin en tipik örnekleri olan çiçek, dal ve yaprak figürleri bulunur.

Merdivenler çiçek dallarından oluşan demir motiflerle bezenmiştir. Ayrıca yer yer geometrik motifler de göze çarpar. Bütün avizeler, özel Fransız işçiliğiyle yapılmıştır. Yalının denize bakan cephesi üç, cadde tarafındaki kara cephesi ise iki katlıdır. Birinci kat cumbalarının arasına, loca ve terasların oyuğu yerleştirilmiştir.

Deniz cephesi ve yan cepheler: şerit, feston korniş ve armalarla kuşatılmış taçlardan oluşan, zengin bir süslemeye sahiptir. Çatısının üstünde tam ortada Sultan II. Mahmut Güneşinin içinde “Allahu Teala”nın isimlerinden ikisi yazılıdır. Bunun sebebi yalının yangın ve nazarlardan korunmasıdır.

Binanın formlu çatı ve esas kitle plastiğine bakıldığında: Paris sokaklarında sık görülen konak yapılarını anımsatır. Türk yalı ve sahilhane konum planının bir ögesi olarak, arkasına geniş bir koru sırtlamıştır. İkisi arasına yol girince, geleneksel ve usulüne göre, bir köprücük ile koru ve sahilhane birbirine bağlanmıştır. Bu yol ve üzerinde bulunan daha başka yerlerdeki bu üst geçitler: Cumhuriyet dönemi başlarında sökülmüştür.

Kara tarafından, dört ayrı gözetleme kulesi vardır. Kara yönünden bakıldığında yapının güzelliği pek anlaşılmaz, ancak deniz yönünden bakıldığında muhteşem güzelliği fark edilir.

asiyan-muzesi-00
İstanbul Bebek Tevfik Fikret Müzesi-Aşiyan Müzesi

 

 

TEVFİK FİKRET MÜZESİ-AŞİYAN MÜZESİ

Buranın krokisi bizzat Tevfik Fikret tarafından çizilmiştir. 1906 yılında yaptırılan ve Farsça “Aşiyan” yani “yuva” anlamına gelen yapı: yeşillikler içinde ve muhteşem manzarasıyla ilgi çekmektedir.

Yapının arka bölümü: Boğaziçi Üniversitesine yakındır. Ünlü şair Tevfik Fikret: 1906-1915 yılları arasında burada yaşamıştır. O zamanlar Rober kolej olan üniversiteye, ünlü edebiyatçı buradan aradaki patika yolu kullanarak ve yürüyerek giderdi.

Günümüzde “Aşiyan Müzesi” olarak ziyarete açık bulunan yapıda: devrin yetenekli ressamlarından olan son halife Abdülmecit’in tabloları da görülmektedir.

Aşiyan: Tevfik Fikret’in ölümünden sonra: eski durumunu korumuş olsa da, ihtiyaç gereği eşi tarafından kolej öğrencilerine pansiyon olarak kiralanmış, hatta bir ara satılma durumu olmuştur. Bunun üzerine, o dönemin Milli Eğitim Bakanı, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı, buranın şehir adına; 1945 yılında eşi Nazmiye Hanım’dan satın alınması ve Edebiyat-ı Cedide Müzesine dönüştürülmesine karar vermişler ve burayı satın almışlardır. Tevfik Fikret’in Eyüp’de bulunan mezarı da, şairin vasiyeti üzerine 1961 yılında Aşiyan bahçesine nakledilmiştir.

asiyan-muzesi-edebiyati-cedide-bolumu-1
İstanbul Bebek Tevfik Fikret Müzesi-Aşiyan Müzesi Edebiyat-ı Cedide Bölümü

Edebiyat-ı Cedide Bölümü

Edebiyatı Cedide akımının başlıca temsilcilerinden birisi de Tevfik Fikret’dir. Akının sona ermesinin ardından, Fikret, Edebiyatçı dostlarını Aşiyan’da konuk etmiştir. Yapıda dinlenme odası olarak ayrılan bu bölüm: Fikret’in edebiyatçı dostlarına ayrılmıştır. Odada: Tevfik Fikret’in edebiyatçı dostlarının fotoğrafları, Galatasaray Lisesinde edebiyat öğretmeni Recaizade Mahmut Ekrem’in son halife Abdülmecid Efendi tarafından yapılmış yağlı boya tablosu sergilenmektedir.

asiyan-muzesi-sair-nigar-1
İstanbul Bebek Tevfik Fikret Müzesi-Aşiyan Müzesi Şair Nigar Hanım Müzesi

Şair Nigar Hanım Müzesi

Şair Nigar Hanım: Türk kadın şairler arasında 19 yüzyılın ikinci yarısında en bol ve en özlü eserler vermiş bir kişidir. Aşiyan Müzesinin bodrum katındaki burada: Şair Nigar’ın eşyaları, kütüphanesi ve arşivi bulunmaktadır. Bunlar: 1959 yılında Şairin oğlu Salih Keramet Nigar tarafından müzeye bağışlanmıştır.

asiyan-muzesi-yatak-odasi-1
İstanbul Bebek Tevfik Fikret Müzesi-Aşiyan Müzesi Yatak Odası

Yatak Odası

Burası, Tevfik Fikret’in hayata gözlerini yumduğu yerdir. 19 Ağustos 1915 tarihinde, 48 yaşında şeker hastalığına yenik düşerek ölmüştür. Yatak odasında bulunan en önemli obje: Tevfik Fikret’in yüz maskıdır. Ölüm maskı geleneğinin Türkiye’de ilk örneği: İlk kadın ressamlarından olan Mihri Müşfik tarafından, ünlü şairin ölümünün hemen ardından, şairin yüzünden alınmıştır.

asiyan-korusu-1
İstanbul Bebek Ayşe Sultan Korusu

AYŞE SULTAN KORUSU

Ayşe Sultan korusu: Bebek-Rumelihisarı sahil yolundan Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne doğru uzanan eğimli arazi üzerindedir.

Sultan II. Abdülhamit’in kızı olan Ayşe Osmanoğlu, 1886 yılında doğmuş ve 1924 yılında hilafetin kaldırılmasının ardından Selanik şehrinde Alaatini köşküne sürgüne gönderilmiştir. Ardından ise Paris şehrine yerleşmiştir. Ancak, Başbakan Adnan Menderes, o dönemdeki Paris Büyükelçisine “Ya Sultan Abdülhamit’in ailesini bulursunuz, ya da yarın istifanızı getirin” diyerek, kendisine ulaşmıştır.

Ayşe Sultan, 1952 yılında Türkiye’ye dönmüş ve 1960 yılında İstanbul şehrinde vefat etmiştir.

Ayşe Sultan, kendine ait bu koruluğu, 1942 yılında satmıştır. 1960 yılından sonra, bu koruluk parsellenmiş ve içine villalar ve apartmanlar gibi yapılar yapılarak, burada bir mahalle oluşturulmuştur. Böylece: İstanbul şehrindeki, ilk yok edilen koru olarak önem kazanmıştır. Günümüzde, korudan kalan münferit ağaç kümeleri evlerin arasında görülür. Mahalle sakinleri: buradaki nadide ağaçları korumaktadırlar.

Köşk

Korunun içindeki köşk, 1958 yılında burada bulunan çok büyük çam ağaçlarının kesilmesiyle açılan alana yapılmıştır. 38 odalıdır.

ARİF PAŞA KORUSU

Burası, İstanbul şehrinin en temiz, havadar ve nezih yerlerinden birisi olarak önem kazanır.

Arif Paşa: Sultan Abdülaziz döneminde Hariciye Nazırıdır. 1875 yılında Viyana elçisidir. 1879 yılında ise Sadrazam olmuştur.

Arif Paşanın en büyük özelliği “hastalık hastası” olmasıdır. Buna bağlı olarak: bulunduğu odada soğuktan çok ürktüğü için pencereleri asla açtırmaz, çık sıcak yaz günlerinde bile, kalın paltolar giyerdi. Aynı zamanda çok iyi bir müzik dinleyicisiydi ve aynı şekilde müziğe aşırı düşkün olan Sultan II. Abdülmecit ile birlikte, uzun müzik sohbetlerine katılırdı. Paşa: 1899 yılında ölmüştür.

bebek-camisi-1
İstanbul Bebek Camisi-Hümayün-u Abad Camisi

 

BEBEK CAMİSİ-HÜMAYÜN-U ABAD CAMİSİ

Bebek-Rumeli Hisarı yolunun deniz tarafında, Bebek vapur iskelesinin batısında parkın içindedir. Semtin en tanınmış eseridir.

Caminin bulunduğu yerde: 17 yüzyılda Sultan III. Ahmet döneminde, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından, Bebek köyü bir yazlık yerleşim yeri olarak düzenlenirken, burada o dönemin ünlü “Hümayunabad” kasrı yanında, Sultan III. Ahmet tarafından küçük bir cami yaptırıldı. Bu cami: fevkani bir camidir. Altında mektebi ve minaresinin altında da çeşme vardır. Minareye çeşme haznesinden çıkılır. Çeşmenin üstünde 1138 tarihi yazılıdır. Karşısındaki tek hamam, bu caminin vakfı olan yapılardandır. Caminin yanında “Hümayun-u Abad” adında bir kasır vardır ve buraya halk “Bebek Köşkü” demektedir.

O küçük cami, zamanla harap olduğundan, Evkaf Nazırı Mustafa Hayri Efendi tarafından yıktırılarak, yerine günümüzde görülen cami yapıldı.

Yeni cami: Birinci ulusal mimarlık akımıyla Mimar Kemalettin tarafından 1912 yılında yapılmıştır.

Yapıda: iki adet kitabe levhası ve bir de yapının tarihini veren son cemaat yeri girişinin üstündeki kitabede “Ketebe Hakkı” imzası vardır. Kitabeler: biri son cemaat yeri girişinde, diğeri harim kapısı üstündedir.

Kare mekanın üstünü: tek ve küçük ama şişkince bir kubbeyle örten, 14 yüzyıl Bursa üslubunun sentezidir. Yani klasik ögeler ağır basar. En son klasik Osmanlı eserlerinden biri sayılmaktadır.

Caminin tek minaresi vardır. Taş minare yüksek kaideli ve çokgen gövdeli olup, şerefesinin altı üç sıra mukarnaslıdır. Minarenin girişi; dışında son cemaat yerinin sağ tarafındadır. Yazıları: Hattat İsmail ve Macit Efendiler tarafından yazılmıştır. Kesme küfeki taşından inşa edilmiştir. Alçak duvarlı bir avlu içindedir. Son cemaat yeri üç gözlüdür. Ahşap olan kadınlar mahfiline, ahşap parmaklıklarla sınırlanmış olan müezzin mahfilinin doğu tarafında, yine ahşap olan merdivenle çıkılır.

kayalar-mescidi-3
İstanbul Bebek Kayalar Mescidi

 

KAYALAR MESCİDİ

Bebek’ten Rumelihisarı’na doğru giderken solda kalır. Ancak pastel krem rengiyle pek dikkat çekmez.

Günümüzde: Kayalar Mescidinin haziresinde yatan “Melameti” tarikatı pirlerinden İsmail Maşuki’nin mezar taşı: yoldan geçen araçlardan bile rahatlıkla görülmektedir. Bu basit mezar taşı: İstanbul’un en ünlü efsanelerinden birinin tanığıdır.

Melametilik: 9 yüzyılda Horasan’da doğar ve Bağdaş ve Türklerin yoğun bulunduğu bölgelerde hızla yayılır.

Melametilik tarikatının o dönemlerde kuralları tam olarak bilinmez. Ancak, başlıca kural: gösterişli törenler yapmak ve halkın içinde olmaktır, yani halktan kopuk olmayı kabul etmezler. Allah’a ulaşmak için zikrin değil, fikrin önemli olduğunu savunurlar. Bu yüzden: tekke ve benzeri yapıları yoktur. Melametiler, halktan kopuk durmayı yasaklarlar ve sürekli halkın içinde yaşarlar. Onlar için kazanmak için emek harcamak gerekir ve bu yüzden çalışırlar.

Pir Ali’nin oğlu olan Şeyh İsmail Maşuki: Aksaray şehrinde doğar. Çok genç olduğu için “oğlan” lakabı ile anılır. Bir süre sonra İstanbul’a gelir. Ayasofya ve Fatih Caminde yaptığı konuşmalarla insanları büyüler ve özellikle askerler arasında çok sevilir. Ancak sevenleri kadar sevmeyenleri de vardır.

16 yüzyılda “Allahım Allahım” diye söylenerek zikir yaparken, onu çekemeyenler, bu sözleri yanlış değerlendirerek, Sultan Süleyman’a şikayette bulunurlar. Kanuni: “Çağırın bir de ben duyayım” der ve bunun üzerine, Maşuki: huzura getirilir. Kanuni: “Sen Allah mısın? “ diye sorar. Maşuki: anlatmak istediklerinin yanlış anladığını fark eder ve hemen niyetini ve Melametiliğin felsefesini açıklar.

Bu açıklamalarında, Sultan’a “Hepimiz oyuz, ondan geldik, ona gideceğiz” der. Ancak, bu sözün sonunu getirdiğinde, arkadaşlarıyla birlikte Sultanahmet’te başları vurularak idam edilirler. İdam sırasında Maşuki “Başlarımızı denize atın, nereye sürüklenirse bizi oraya gömün” der. Kesik başlar, karanlık Boğaziçi sularında “Allah Allah” diyerek yol almaya başlayınca, başta Sultan ve diğerleri olmak üzere yaptıkları yanlışlıktan ötürü kahrolurlar.

İsmail Maşuki’nin kesik başı: üç gün sonra Bebek sahillerinde burada bulan bir derviş, cesedin gövdesini de alarak buraya bahçeye gömer. Ardından, buraya 1528 yılında dergah yapılır. Ancak ardından gelen yıllarda tahrip olunca, 1877 yılında dönemin Kadiri Şeyhlerinden Niyazi Efendi: günümüzde görülen yapıyı yaptırır.

Yapı: iki kat sıralı dikdörtgen çevreli pencereleri, düz çatısı ve dışa doğru çıkıntı yapan, silindirik mihrap oyuğuna sahiptir. Yapının zemin katında, bir ayazma bulunduğu söylenir. Çünkü; Osmanlı gelmeden önce, buralarda Bizans balıkçı köyleri vardır.

durmus-dede-tekkesi-1
İstanbul Bebek Durmuş Dede Tekkesi

DURMUŞ DEDE TEKKESİ

17 yüzyılda, Akkirmanlı Durmuş Dede, bu yöreye yerleşir.

Durmuş Dede ile ilgili anlatılan bir efsane vardır. Buna göre: Dede bir gün karşı taraftan Bebek tarafına geçmek istediğinde parası olmadığından sandala binemez ve bir kütük bularak bunun üzerine biner ve buradaki dergahının bulunduğu yere yakın Boğazkesen hisarına ulaşır.

O sıralarda, yaptırdığı Boğazkesen hisarından çevreyi seyreden Fatih Sultan Mehmet: dedeyi görür ve onun hisara girmesine engel olmak isteyerek ‘Dur yerinde” der. Bunun üzerine dede, durur ve tam orada ölür. Böylece “Durmuş Dede” olarak isimlendirilir ve öldüğü yere bir mezar yapılır.

Takip eden dönemlerde: Boğaziçi’nden gelip geçen gemiler: mallarının bir kısmını, bu dedeye bırakırlar ve karşılığında dedenin hayır duasını alarak yollarına devam ederlerdi.

yilanli-yali-1
İstanbul Bebek Yılanlı Yalı

 

YILANLI YALI

Kayalar Mescidinin yanındaki, Aşiyan parkına bitişik olan bu yalı, Bebek ve Boğaziçi yalıları arasında ünlüdür.

Çünkü, bu yalı: İstanbul’da; taş duvar üzerinde, geleneksel mimari üslupla yapılmış birkaç ahşap yalıdan biridir. Yani, klasik Osmanlı sivil mimarisinin önemli örneklerinden biridir. Üst kat konsolları denize doğru çıkar. Bu kısımlar, eli böğründe isimli taşıyıcı elemanlarla taşınmaktadır. Harem ve Selamlıktan meydana gelen yalının haremi: biraz daha küçüktür. Geniş sofaları: Sakal-ı Şerif odası, meşkhanesi, selsebil odası ve arkasındaki hamamı ile kendisine özgü bir görünümü vardır. Bu odalar arasında özellikle Sakal-ı Şerif odasının ayrı bir önemi vardır. Burada: ramazan ayında teravih namazı kılınır, kandil ve bayramlarda ziyaret edilirdi.

Sultan I. Abdülhamit ve Sultan III. Selim dönemlerinde 1700’lü yılların sonlarında yapılarak, muhtelif tadilatlarla günümüze kadar ulaşmıştır. Yalının ilk sahibi Tavukçu Reis lakaplı Reisülküttab Mustafa Efendidir. Ardından Kepçe Nazırı Mustafa Efendi, Raşid Efendi ve Yahya Efendi Dergahı Postnişi Mehmet Nuri Şemsettin Efendinin mülkiyetine geçer. Yılanlı yalının kuzey kısmını, Şemsettin Efendi ilave etmiştir. Şemsettin Efendi: yalının Rumelihisarı’ndaki Zağanos Paşa Kulesine kadar uzanan bahçesinden bir bölümümü Tevfik Fikret’e vermiştir. Günümüzdeki Aşiyan Köşkü bu arazidedir.

Yalının “Yılanlı Yalı” isminin kaynağı: Sultan II. Mahmut kayıkla sahilden geçerken; Hariciye Nazırı Mustafa Efendinin bu yalısını beğendiğinde, Muhasip Said Efendi: yalının sahibini korumak için, yalının içinde yılan olduğunu söyler ve böylece Padişahın yalıya sahip olması önlenir.

Yalının giriş kapısının yanında, kubbeyle örtülü büyük bir taş oda vardır. Raşid Efendi, yaz aylarında tüm zamanını burada geçirirdi. Burası: havuzu ve duvardaki sebil ile birlikte serin bir yerdir ve misafirler burada ağırlanırmış. Odanın çevresi sedirler ve minderlerle kaplanmış, dolaplar onları tamamlamıştı. Yalının günümüze ulaşan Selamlık kısmı: geniş bir set üzerindedir ve restore edilmiştir.

Yalının baş odası, en güneyde ve denize en yakın odadır. Raşid Efendinin çocukları, yalı ile ilgilenmeyip, bakımını aksattılar.

22 Mayıs 1964 tarihinde, yalıda şaibeli bir yangın çıkmış ve harem bölümü tamamen yanmıştır.

Yalı: üç kardeşe miras kalır, ancak üç kardeşinde yalıyı restore edecek parası yoktur. Üç kardeşten biri hissesini satar ve bu hisseyi satın alan kişi: yalıyı tamamen yıkar ve içini beton,  dışını ahşap halde yeniden yaratır. Yeni yapı kaloriferlidir. Ayrıca, iki kardeşe, ana binanın yanındaki küçük binayı ikiye bölerek bırakır. Üç kardeşten ikisi ölmüş, sağ olan kardeş halen yalıda yaşamaktadır. Yalıyı yaptıran kişi ise, borçları nedeniyle yalıyı başkasına satmıştır.

tevfik-ercan-yalisi-1
İstanbul Bebek Tevfik Ercan Yalısı-Özel bir restoran

TEVFİK ERCAN YALISI-ÖZEL BİR RESTORAN

Bebek girişindeki bu yalı, Boğazın en güzel yalılarından birisidir. MAN kamyonlarının sahibi Tevfik Ercan: 1970’li yılların ortalarında: Bebek Güneş Park Gazinosuna (günümüzde Poseidon Lokantası) komşu, deniz kıyısında geniş bir rıhtımı olan Narlıyan Apartmanını satın alarak restore ettirdi ve burası Tevfik Ercan Yalısı olarak anılmaya başlandı.

Tevfik Ercan, 2004 yılında ölünce, 25 yıl yaşadığı yalı satışa çıkarıldı. Yalıyı satın alanlar: yapılan restorasyon sonucunda yalıyı restoran olarak kullanmaktadırlar.

BEBEK OTELİ

Bu otel, Boğaz içinin Rumeli yakasının üçüncü yalı otelidir.

Bebek koyunda, Bebek-Rumelihisarı yolu üstündedir.

Yapı: 1965 yılında yapılmıştır. 47 oda ve 95 yatak yanında, bar ve terasta bir kafe vardır. Otelin barı: 1985 yılında Newsweek Dergisi tarafından “Avrupa’nın en iyi barı” seçildi.

FİKRET YÜZATLI YALI KÖŞKÜ

Bu iki katlı yalı köşkü Bebek otelinin sahilindedir. 1968 yılında İsmet İnönü’nün yaverlerinden Fikret Yüzatlı tarafından yaptırılmıştır. Fikret Bey: Kurtuluş savaşı sırasında çeşitli cephelerde savaşmış ve dört kere gazi olmuştur. Ayrıca, İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşunda İzmir’e en önde girmiş ve kışlada asılı Yunan bayrağının indirerek, yerine Türk bayrağı çekmiş ve cesaretiyle tüm silah arkadaşlarının takdirini kazanmıştır. Kurtuluş savaşında, yüz tane süvariye komuta etmesi nedeniyle, kendisine İsmet İnönü tarafından “Yüzatlı” soyadı verilmiştir.

Duvarlar betonarme olmasına rağmen, ahşap saçağı, beyaz boyası ve şale stiliyle bir muhabbet kuşu gibidir. Holden, basamaklarla akvaryum gibi deniz üzeri salona inilir.

hekimbasi-yalisi-1
İstanbul Bebek Hekimpaşa Yalısı

HEKİMPAŞA YALISI

Bu yalı: Bebek vapur iskelesinin civarında, üç birimden oluşan saray yavrusu, pembe bir yalıdır. Burası: büyük yalı, ortanca yalı ve küçük yalı diye anılır.

Yalı: 1805 yılında Sultan III. Selim döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet tarafından satın alınır.

Hekimbaşı Behçet Efendi, Abdülhalik Molla ve oğlu Hayrullah Efendiye intikal eder. Hekimbaşılık: Abdülhak Mollanın sarayda bir numaralı hekim olmasından ileri gelir. Hekimbaşı: Sultan II. Mahmut döneminde açılan Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane’nin ilk mezunlarındandır. Sultan Abdülmecid’in hekimbaşılığına getirilmiştir. Aynı zamanda bir botanik bilginidir, otlar ve çiçeklerden yaptığı ilaçlarla tanınırdı. Üç sultana doktorluk yapan Hekimbaşının, bahçesine diktiği ve kendi aşıladığı bir gül “Hekimbaşı gülü” olarak bilinir.

Büyük şair Abdülhak Hamit: bir fırtınalı gün olan 5 Şubat 1852 tarihinde, burada dünyaya gelmiştir.

Mareşal Moltke: bu yalının set set bahçelerinden ve içindeki güllerden övgü ile söz eder. Kendisi: Boğaziçi’nin ilk topoğrafik haritasını yapmış ve hatıratında bu kıyılardaki uzun gezintilerinin anlatmıştır.

Sultan II. Mahmut, 1832 yılı yazında Hekimbaşı Behçet Efendinin yalısını ziyaret etmiştir. 1831 yılında, İngiltere, Rusya ve Fransa elçileriyle birlikte, burada Yunan hududu meselesi görüşüldü. Hekimbaşı, Bebek yalısında bir eczane yaptırmış ve eczanenin kapısına “Ne ararsan bulunur bunda devadan gayri” yazılı bir levha astırmıştır. 19 yüzyılda, Abdülhak Molla: gerek yalıyı ve gerekse meşhur çiçek ve meyve bahçelerini daima imar ettirdi.

Yalının mirasçıları: 20 yüzyıl başlarında kuzeydeki selamlık bölümünü yıktırır ve bahçe haline getirirler. Yalının ön cephesi çürümüş olduğundan 1978 yılında yenilenmiştir. 1980’li yıllarda ise, denize doğru kayma gösteren yalının önüne, boydan boya, dokuz ayağın üzerine oturtulmuş bir rıhtım yapılmıştır. Hekimbaşı Yalısının günümüze gelen, aşı boyalı harem kısmı, yan yana üç ayrı bölümden oluşur. Bu bölümlerden biri üç, biri iki ve diğeri tek katlıdır. Bu yalı, televizyonda yayımlanan “Bin bir gece” isimli diziye ev sahipliği yapmış, 2010 yılında ise restore edilmiştir.

İŞİRAH VADİSİ VE LAZERİSTLER

İskele karşısında, Etilere çıkan İnşirah vadisi; İstanbul’un önemli parçalarındandır.

İki yanı koruluk olan yolun daha doğrusu yokuşun solundaki tepede: Zincirlikuyu’dan başlayarak uzun caddede: siteler ve apartmanlar inşa edilmesine rağmen, yola ismini veren ve orijinal durumunu yitiren Nisbetiye köşkü görülür.

Yolun sonunda ise: Rum kilisesi önünde, İstanbul’un en muhteşem çınar ağaçlarından biri görülür. Sultan II. Abdülhamit: Bebek sırtlarındaki bu derin vadinin güney yamacını kaplayan geniş araziyi: 1908 yılında Fransız misyonerlerinden lazeristlere tahsis eder. Lazeristler buraya çeşitli binalar yaparlar. Özellikle buradaki okul önem kazanır, okulda her dinden zengin ailelerin çocukları okur ve 7-8 dil öğrenirdi.

Ancak misyonerler ölünce, uzun zaman bu yapılarla kimse ilgilenmez. 1956 yılında ciddi bir yangın yaşanır.

20 dönüm arazi içindeki Lazerist kilisesine ait manastır: 1980 yılında yeniden kullanıma hazır hale getirilir ve Saint Benoit Lisesi Vakfı misafirhanesi olur.

Yokuşun solundaki çıkmaz sokak ve uzun merdivenler, manastırın bulunduğu yüksek avluya ulaşır. Soldaki büyük taş yapı, saat kulesidir.

Vakfa ait manastıra devlet tarafından el konulmuş ve özel şahsa kiralanmış, 1987 yılından bu yana otel olarak işletilmektedir. Ancak vakıf tarafından hukuksal girişimlerde bulunulduğu öğrenilmiştir.

SACRE COEUR FRANSIZ KİLİSESİ

Bu Katolik kilisesi yeni Yıldız Koleji binasının hemen yanındadır. Buranın tüm yapılarıyla birlikte 1856 yılında inşa edildiği söylenmektedir. Geniş bir arazide: okul ve yetimhane ile birlikte bir kompleks olarak yapılmıştır. Okul uzun zaman önce kapanmıştır.

katolik-yetimhanesi-1
İstanbul Bebek Fransız Katolik Yetimhanesi

FRANSIZ KATOLİK YETİMHANESİ

Şehrin en etkileyici ahşap binalarından biri olan bu yapı: hemen kilisenin bitişiğindedir.

Günümüzde de işlevini sürdürmekte olan yapı: ahşaplık ve büyüklüğü ile ilgi çeker. 1856 yılında inşa edilmiştir. İlk zamanlarda, burada Süryani çocukları iki yıl eğitim aldıktan sonra Fransa’ya gönderilir ve Fransa’da rahip ve rahibe olarak yetiştirilirdi. Ardından ailelerine de Fransa’da oturma izni verilirdi. Çünkü, Fransızlar “kendi ülkelerinde din adamı olmak isteyen genç bulamadıkları için, dış ülkelerden çocuk toplamayı” tercih ediyorlardı. Daha sonraki dönemde, burası Karaköy’deki St Benout Lisesi tarafından yazlık okul olarak kullanılmıştır. Azınlık vakfı olmasına rağmen, tepedeki diğer yetimhaneye devlet el koymuş, ardından da bir şirkete kiralamıştır. Kiralayan şirket, tepedeki yetimhaneyi, lüks rezidanslara dönüştürmüştür. Vakıf yetkilileri ise, hukuksal girişimlerde bulunmuşlardır.

kavafyan-konagi-1
İstanbul Bebek Kavafyan Konağı

 

KAVAFYAN KONAĞI

Katolik yetimhanesinin hemen yanındadır. İstanbul şehrinin en eski ahşap konuklarından biridir. Sultan I. Mahmut döneminde, 1751 yılında yapılmıştır. Bu tarih: bu eski konağın altındaki kuyu taşının üstünde yazılıdır.

Ancak günümüze kadar hiç yangın geçirmemiş ve ilk günkü orijinalliğini korumaktadır. Türk ev mimarisinin korunmuş ve bozulmamış en önemli bir örneğidir. Yapılış tarihine göre, İstanbul’da ayakta duran en eski evdir.

Konak: önceleri bir Rum evi olmasına rağmen, sonraları Ermeni bir aileye geçmiş ve Kavafyan konağı olarak anılmıştır. Çünkü yapının salonunda hala portresi duran Balkapanlılar tarafından yaptırıldığı düşünülmektedir. Ancak bazı tarihçilere göre, konak bir Ermeni tarafından yaptırılmıştır.

Üç katlı ve gösterişli bir yapıdır. Ahşap cephesi kırmızı aşı boyalıdır. Her iyi yönden pencereli ve aydınlık sekili eyvanları, yüklükleri ve nişleri vardır. Setler halinde yükselen bahçesiyle de Osmanlı bahçe mimarisinin küçük bir örneğidir. Bu setleri birbirine bağlamak için istinat duvarlarına dayandırılmış dik merdivenler kullanılmıştır.

Konağın setli bahçeleri, bakımsızlıktan yoğun bitki örtüsüyle kaplanmış ve oldukça harap bir durumdadır. Kavafyan konağının en önemli iç mimari özelliklerinden birisi de dönemin en erken örneği olan “manzara betimlemeli duvar resimleri” dir. Duvar nakışları, barok süslemeler, tavanlarda bulunan manzara şeritleri, pencere başlıkları ilgi çeker.

1980 yılında; Anıtlar Yüksek Kurulu kararıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü mülkiyetine geçen konakta, 1998 yılına kadar, Kavafyan ailesinin beşinci kuşak torunları ne gariptir ki kiracı olarak yaşamıştır. Bu arada, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından konağın bahçesi, özel bir okul sahibine kiralanmıştır. Kira şartı olarak: konağın yıkılmadan, dış görünüşü eskisine benzeyen bir yapıya dönüştürülmesiymiş.

Günümüzde konak boştur. Kaderine terk edilmiş durumdadır. Yapı: haremlik, selamlık, hamam, mutfak, arabalık, ahır, avlu, taşlık, magralı sebil, çeşmeler ve su kuyusundan oluşan bir bütün iken, günümüzde geriye sadece harem dairesi kalmıştır ve orası da tamamen harap durumdadır.

ayios-0
İstanbul Bebek Ayios Haralambos Rum Ortodoks Kilisesi

 

AYİOS HARALAMBOS RUM ORTODOKS KİLİSESİ

Ana caddeden 100 metre kadar içeride İmşirah Sokaktadır. Bebek’ten Etiler’e çıkarken, Tevfik Fikret İlköğretim okulunun karşısındadır. Bir zamanlar, bu kilisenin yanında Rum ilkokulu bulunuyordu.

Aziz Haralambos: önemli bir din adamıdır. Roma imparatoru Septimus Severus döneminde (193-210) Manisa şehrinde Hıristiyanların ruhani lideri olarak görev yapıyordu. Roma imparatorluğu henüz Hıristiyanlığı kabul etmediği için, dönemin valisi Lukianus tarafından verdiği vaazlar nedeniyle tutuklanmış ve işkenceye uğramıştır. Çırılçıplak soyulduktan sonra, derisi yüzülen Haralambos’un ağzına bir de hayvan gemi takılmış, halkın içinde gezdirilmiş ve sonra da başı kesilerek öldürülmüştür. (Bunlar elbette rivayet)

Yapı: 1830 yılında zengin Rum aileleri tarafından yaptırılmıştır. Dar bir avluyla çevrelenmiş ve dikdörtgen bir planı vardır. 1962 yılında beton çan kulesi eklenmiştir. Duvarları yığma taş, çatısı kiremit döşelidir. Kuzey avlu bölümünde bulunan mezarların tarihleri 1883-1907 yılları arasına kadar gider. Kilisenin ilk yapılışından 61 yıl sonra bile buraya defin yapıldığı anlaşılır. Cemaatinin olmadığını öğrendim.

bogazici-universitesi-1
İstanbul Bebek Boğaziçi Üniversitesi-Robert Koleji

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ-ROBERT KOLEJİ

Eski adıyla Robert Kolej olan yapı, günümüzde Boğaziçi Üniversitesidir. Arazi: Bebek ve Rumeli Hisarı arasındaki tepelerde uzanır. Arazi: devlet adamı Ahmet Vefik Paşa’dan satın alınmıştır. Kendisi: Molier’den yaptığı uyarlamalarla tanınır.

Üniversitenin alt giriş kapısı ve tarihi bekçi binası, görülür. Buradan içeri girip, muhteşem korunun içinden tepeye çıkarsanız, kampüsün tadını çıkarabilirsiniz.

Gelelim tarihi geçmişe: Robert Koleji, Amerika dışında açılan ilk Amerikan kollejidir. Amerikalı misyoner Cyrus Hamlin tarafından 1863 yılında kurulmuştur. Hamlin, Kırım Savaşı sırasında Florence Nightingale ile birlikte çalışmış bir misyonerdir ve Türkiye’yi çok sevdiği için burada bir Amerikan eğitim kurumu açmıştır. Erkek öğrencilerin eğitim gördüğü bu okul, ismini finansal destekçisi Christopher R. Robert’dan almıştır. Okul 1971 yılında Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiş ve ardından Boğaziçi Üniversitesi olarak açılmıştır. Kolej ise, Arnavutköy’de bulunan Robert Kız Kolejiyle birleştirilmiş ve eğitime karma olarak devam edilmiştir.

asiyan-parki-1
İstanbul Bebek Kayalar Mezarlığı ve Aşiyan Parkı

KAYALAR MEZARLIĞI VE AŞİYAN PARKI

Robert Kolejden çıkan ve Beşiktaş-Sarıyer ilçelerinin hududunu oluşturan yokuşun, her iki tarafı da Kayalar ve Rumeli Hisarı mezarlıkları idi.

19 yüzyılda Bebek’den buraya kadar olan yokuşlu sahilde: Osmanlı mezarları görülüyordu. Bu mezarların birçoğunun mermer mezar taşları üstündeki isimler “altınla” yazılmıştı. Buraya dev kayalar olduğundan, Kayalar Mevki deniyordu. Buradaki mezarlar Osmanlılar için kutsaldı. Çünkü; bu yöreye geldiklerinde, ilk şehit düşenler bu mezarlıkta gömülüydü. Bu yüzden, Hisar’a yakın olan tekkeye “Şehitler Tekkesi” denilmektedir.

1950 yılından sonra, zamanın hükumeti tarafından, çeşitli nedenlerle, Kayalar Mezarlığı istimlak edilip “Gazino” haline getirildi. Uzun yıllar, Aşiyan Gazinosu olarak isimlendirilen bu mekanda: sazlı sözlü programlar yapıldı. 1985 yılında ise, burası Belediye tarafından park yapıldı. Parka: hemen yan taraftaki mezarlıkta yatan Orhan Velinin heykeli dikildi.

RUMELİ-AŞİYAN MEZARLIĞI

Bu bölge, fetihten hemen sonra “Nafi Baba Tepesi” olarak bilinir. Tepenin çevresi, 1452 yılında Rumeli Hisarı inşaatı sırasında, Bizanslıların saldırıları sonucu öldürülenlerin mezarlığı olarak kurulmuştur. Bu yüzden, buraya aynı zamanda “Şehitlik” veya “Şehitlik Tepesi” de denilmiştir. Ancak: yine de bir çelişki vardır. Rumeli Hisarı inşaatında ölenlerin burada mı yoksa Kayalar Mezarlığında mı gömülü oldukları tam olarak bilinmemektedir.

Buradaki mezarlık, ilk yapıldığında deniz kenarına kadar uzanıyordu. Ancak yol yapım çalışmaları sırasında, birçok mezar kaldırıldı. Bunlar arasında, ünlü şair Mehmet Nesip Efendinin kabri de bulunmaktadır. Günümüzde: Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi önemli kişilerin mezarlarının bulunduğu mekandır.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

İstanbul Laleli

laleli.genel.0
İstanbul Laleli

Fatih ilçesi sınırları içinde, Beyazıt ve Aksaray arasında, tarihi İstanbul’un ana aksı olan Ordu caddesi çevresinde uzanır.

Semt, Laleli ismini, camide bulunan zarif bir çeşmeden almıştır.

Ama bazı yazarlara göre: Laleli ismi, Sultan III. Mustafa’nın hocası “Laleli Baba” dan gelir. Sultan III. Mustafa: sohbetleri seven bir sultandır. Bilgeliğine güvenilen ve ağzı laf yapan kişileri, bu sohbet toplantılarına davet eder. Günün birinde: göğsünde lale takıp dolaştığı için “Laleli Baba” olarak tanınan bir dervişi de davet eder.

Sultan, çevresinde toplananlara, hayattaki en önemli şeyin ne olduğunu sorar. Birçok kişi: din işlerinin önemini ve Osmanlının yüceliğini söyler. Ancak bu alışılagelmiş cevaplar, Sultanı tatmin etmez. Aynı sorunun cevabını Laleli Baba’dan duymak ister. Baba düşünmeden cevap verir “hayatta en önemli şey, rahat bir şekilde def-i hacet yapabilmektir” der.

Sultan bu cevaptan hoşlanmaz, sohbet meclisi dağılırken “Hayatta bu kadar önemli şey varken, hacete gitmekte neyin nesi” der. Laleli Babanın sonraki sohbetlere çağrılmamasını emreder. Bir süre sonra: Sultan, hacete çıkamaz, Osmanlı tıbbının geliştirdiği hiçbir ilaç çare yaratmaz.

Sultan: çatladı çatlayacak derken, çare, tanıdık birinden gelir. Laleli Baba, bir şart karşılığında, Sultanın derdine çare bulabileceğini söyler. Şart “Sultanın tahttan vazgeçmesi ve saltanatı kendisine bırakmasıdır”

Laleli Baba: kendisine paşalık, vezirlik, sadrazamlık önerilmesine rağmen, şartından vazgeçmez. Sultan ise, bu sırada çatlamak üzeredir ve sorunun çözümünün ardından dervişin icabına bakabileceğini düşünerek, teklifi kabul eder. Laleli Baba: okuyup üfler, ardından reçeteyi yazar ve Sultan bu reçeteyi uygulayınca kendini en uygun yere atar, rahatlar, rahat bir nefes aldıktan sonra Laleli Babayı çağırtır.

Ancak, Laleli Baba Sultan’a: “Padişahım ben bir def-i hacet için değişilen tahtı neyleyim” der. Sultan, mutlaka bir istekte bulunmasını söyleyince, Laleli Baba “Sultanım adıma bir cami yap, içinde de büyük bir hela olsun, gelip geçenler hem ibadetlerini hem de hacetlerini keyifle yapsınlar” der.

Padişah bu isteği derhal yerine getirir ve Laleli cami yaptırılır. Laleli cami: İstanbul’da içinde hela yapılan ilk camidir. Laleli Babanın türbesi, caminin bir köşesinde durmaktadır.

Caminin isminin “Laleli” olmasına ait bir söylenti daha vardır. Caminin tamamlanmasından kısa süre önce: Sultan III. Mustafa hastalanır ve hastalığına çare bulunmaz. Tedaviden ümit kesildiği anda, boynunda demirden yapılmış ve laleye benzeyen bir kolye taşıyan garip kılıklı biri çıkagelir.

Aslında, kolyedeki lale simgesi, çiçek değildir ve bu, suçluların boynuna takılan bir halkadır. Derviş: inşaat tamamlandığında, camiye isminin verilmesini şart koşarak Padişahı tedavi eder ve iyileşen Sultan, camiye “Laleli” ismini verir.

laleli baba türbesi.1
İstanbul Laleli

Laleli Baba’dan bu kadar söz ettik. Kendisinin türbesi, caminin hemen yakınındadır.

Gelelim sonucu yani Sultan III. Mustafa’nın söylediklerine: Sultan III. Mustafa, bu camiden önce, Üsküdar’da Salacak sırtlarında Ayazma Sarayının bulunduğu yerde, annesi Mihrişah Emine Sultan için 1761 yılında bir cami yaptırmış ve halk, yapıldığı yerden ötürü oraya “Ayazma camisi” ismini vermiştir. Çünkü caminin yaptırıldığı yerde Ortodokslar tarafından kutsal kabul edilen su yani ayazma vardır. Sultan, burayı kendisi için yaptırır ama Laleli Baba yüzünden, buraya da “Laleli” cami denir. Bu duruma üzülen Sultan III. Mustafa “İki hayrat yaptırdım, birini suya öbürünü de veliye kaptırdım” diyerek hayıflanır.

laleli.genel.1
İstanbul Laleli

 

Günümüzde Laleli

Günümüzde burada birçok tekstil firması bulunmaktadır. Bunlar, 1980’li yıllarda başlayan bavul ticaretinin merkezidir. Ancak bavul ticareti yapanlara “Nataşa” gözü ile bakılmaya başlandığında, semtin bu özelliği nitelik değiştirmiştir. Öte yandan son yıllarda Türkiye’nin dış ticaretinde önemli bir yer tutan bavul ticaretine gerekli ilginin gösterilmemesi ve gerekli düzenlemelerin yapılmaması da bölgedeki ticari ilerlemeleri geriletmiştir. Yine de, hala Ordu caddesi üzerinde ellerinde çuvallar veya büyük poşetlerle alışveriş yapmış kadınları, el arabasıyla yüklerini taşıyan yabancı esnafları görmek mümkündür. Ayrıca, İstanbul Üniversitesinin bulunması da semte genç dinamizm katmıştır.

laleli camii.5
İstanbul Laleli Külliyesi

LALELİ KÜLLİYESİ

Laleli külliyesi, Padişahlar tarafından yaptırılmış son külliyedir. Sultan III. Mustafa tarafından hayatta iken yaptırılmıştır. Cami, imaret, çarşı, dükkanlar, çeşmeler, medrese, han, sebil, türbe ve mumhaneden oluşmaktadır ve 1760-1764 yılları arasında yapılmıştır. Daha sonra külliyeye bir de muvakkithane ilave edilmiştir. Külliyenin inşaatına hassa baş mimarı Kara Ahmet Ağa tarafından başlanmış ve Mehmet Tahir Ağa tarafından tamamlanmıştır.

1782 yılındaki yangında külliyenin bazı dükkanları yanmıştır. Harap olan cami 1783 yılında onarılmıştır. Külliye yapılarından medrese günümüze ulaşmamıştır.

1911 yılındaki yangın: medreseyi, cami ve diğer pek çok yapıyı tahrip eder, hamam tamamen yıkılır. Ordu caddesinin genişletilmesi çalışmaları sırasında da caminin set duvarı yıkılmış ve geriye çekilmiştir. Daha sonra bu duvar da yıkılarak caminin bodrum ve ön cephesine bir sıra tonozlu dükkanlar inşa edilerek günümüzdeki duruma getirilmiştir.

laleli camii.1
İstanbul Laleli  Camii-Capitolium Manastırı

 

Laleli camii-Capitolium manastırı

Beyazıt’dan Aksaray’a giderken Laleli camisinin bulunduğu yerde: Bizans zamanında İmparator Konstantinus zamanında yaptırılmış, pagan tanrılarına adanmış bir pagan tapınağı olan Capitolium vardı. (Yalnız bu bilgi kanıtlanmış bir bilgi değildir.)

Bu pagan tapınağı üstüne planlanan caminin yapımına: Sultan III. Mustafa adına, 1759 yılında mimar Tahir Ağa tarafından başlanmıştır. Temelden çıkan toprak, Yenikapı sahilinin doldurulmasında kullanılmıştır.

9 Eylül 1760 tarihindeki temel atma töreninde, Sultan Mustafa, yüksek görevlilere samur kürk ve para dağıtır. Cami: 5 Mart 1764 tarihinde, Padişahın da katıldığı bir merasimle açılır.

Şehirdeki barok camilerden en güzelidir. Cami: bir platform gibi yükseltilmiş zemin yani teras üzerindedir. Ana kütleye: dıştan bir rampayla çıkılır. Böylece: tüm yapı, mimar Tahir Ağanın: camiyi neredeyse havada asılı tutabileceğini kanıtladığı bir güç gösterisi gibidir.

Caminin altındaki boşlukta: labirente benzer galerilerde kıvrılan geçitler ve tonozlu dükkanlar vardır. Bunların tam ortasında ise, havuzlu büyük bir salon bulunur. 1766 yılındaki deprem sonrasında külliye ve caminin güçlendirilmesi için, cami altındaki çarşı toprakla doldurularak kapatılmıştır.

Caminin önündeki caddenin düzenlenmesi sırasında 1956-1957 yılları arasında ortaya çıkarılan bu kat; halen dükkan ve kafeler bulunan bir çarşı olarak kullanılmaktadır.

Avlu yer seviyesinden yüksektir. Avluya: caddeden iki kapıyla girilir, basamaklarla çıkılır.

Cami tek kubbelidir. Ana kubbe 8 sütuna oturur. Çevresi 6 yarım kubbeden oluşur. Ana kubbenin çapı 12.5 metre ve dış yüksekliği 24.5 metredir. Kubbe kasnağındaki pencere sayısı 24 tanedir ve caminin tüm pencerelerinin sayısı ise 105 tanedir.

Alt bölüm tuğla ve üst bölüm tamamen taştan yapılmıştır. Bu görüntü yani iki kısım: tam olarak birbirine uymaz. Yapının eni dardır, genelde yükseklik vurgulanmıştır. İç mekan dikdörtgen şeklinde sekizgen planlıdır. Taşıyıcı sütunların hepsi duvarlara gömülüdür.

Duvar döşemelerinde: sarı, kırmızı ve mavi renk ağırlıklı, akik, yeşim taşı, gök cevher taşı gibi yarı değerli taşları da içeren mermerler kullanılmıştır. Böylece ortama hoş ama biraz fazla süslü bir hava verilmiştir. Mihrap çıkıntı yapan apsistedir, iki yanda birer sütunla sınırlandırılmıştır ve mermerdir.

Mihrap nişi: koyu yeşil renkli taşla kaplanmıştır ve ortasında zincirden sarkan, altın yaldızla yapılmış bir kandil motifi vardır. Mermer minber: renkli taşlarla süslenmiştir. Minberde kapı ve geçiş açıklıkları yuvarlak kemerlidir. Geçiş açıklıkları üzerinde, her iki yönde Sultan III. Mustafa’nın birer tuğrası işlidir.

Renkli taşların kullanıldığı korkuluk ve yan cepheler ise düzdür. Vaaz kürsüsü: ahşap sedef kakmalı ve oymadır. Korkulukları düz olan kürsünün sırt kısmı, bitkisel kompozisyonludur. Caminin caddeye bakan yerdeki kapısı: 1950’li yıllardaki yol yapım çalışmalarında geriye çekilmiştir.

Minareler

Son cemaat yerinin dış köşelerinde bulunan iki inceltilmiş iki minare tek şerefelidir. Doğudaki minare, hünkar mahfili içinden yükseltilmiştir. 19’ncu yüzyılda yenilenmiş olan taş külahları boğumlu ve yivlidir. Batıdaki minarenin kaidesinde 1779 tarihli iki tane güneş saati vardır.

Şadırvan

Revaklı avlunun ortasındaki şadırvan, sekiz devasa paye ile desteklenmiştir. Geniş saçaklı bir kubbeyle örtülmüştür.

laleli.sebil.1
İstanbul Laleli Sebil

Sebil

Ordu caddesi üstünde, dış avlu kapısı yanındadır. Dışa taşkın ve beş cepheli olarak yapılmıştır. Dilimli cephelere sahip olan sebil, yüksek gövdelidir ve geniş saçaklı bir kubbeyle örtülmüştür. Cephelerdeki madeni şebekeler: 6 tane su verme açıklığına sahiptir. Bronzdan yapılmış sebil ilgi çekecek güzelliktedir.

İmaret-Aşhane

Caminin dış avlusunun köşesindedir. Burada: fırın, kiler, mutfak ve görevlilerin barındığı mekanlar vardır. İç avlusu, doğu ve batı yönünde revaklıdır. Kapısının iki yanı, birer köşeli sütunla sınırlanmıştır. Fırının bitişiğindeki mekan, mutfak olarak düzenlenmiştir. Kuzeyde bulunan küçük oda ise kilerdir. Bu yönde, revak içinde bulunan bir merdivenle, üst katta bulunan ve görevliler için ayrılmış olan barınma yerlerine ulaşılır.

Çarşı

Fevkani olarak inşa edilen revaklı avlulu caminin altında çarşı vardır. Hünkar rampası ile Ordu caddesi yönündeki kapıya doğru biraz genişleyen çarşı: dış avluya iki kapıyla bağlanır. Çarşı kapıları yuvarlak kemerli ve dövme demir kanatlıdır. Batı yönündeki kapı, içinde 6 dükkanın bulunduğu kırık kollu bir koridorla çarşıya bağlanır.

Çarşıda: duvar ve payeler arasında, ahşap bölmeli dükkanlar vardır. 1957-1958 yıllarında, Ordu caddesinin genişletilmesi sırasında, kot düşürülünce, bu yöndeki avlu duvarı üzerinde, bir sıra tonozlu dükkan yapılmıştır. Arkadaki avlunun altında da çok sayıda dükkan inşa edilerek eski çarşıya bağlanmıştır. Caminin doğu yönündeki avlu duvarında bulunan dükkanlar, külliye ile birlikte yapılmıştır. Kuzeydeki dükkanların bazıları zamanla ortadan kalkmış ve yerlerine binalar yapılmıştır.

Mumhane

Caminin kuzeyinde, dış avlu duvarına bitişik bir yapıdır. Yapı: önündeki açık avlu ile, arkadaki aynalı tonoz örtülü, kapalı bir mekandan oluşmaktadır.

laleli.türbe.000
İstanbul Laleli Türbe

 

Türbe

Sekizgen türbenin yüzü ana caddeye bakar. Bronz şebekeleri çok zariftir. Türbenin içi: 16’ncı yüzyıl çinileriyle süslenmiştir. Dış duvarlarındaki kuş evleri dikkat çeker.

Türbede: 8 ahşap sanduka vardır. Bunlar: III. Mustafa, III. Selim ve diğerleri (III. Mustafa’nın çocukları Şehzade Mehmet, Hibetullah Sultan, Mihrişah Sultan, Şerife Havva Sultan, Fatma Sultan ve Beyhan Sultan) dir.

Türbenin sağ yanında bitişik bir türbe daha vardır. Kare planlı olan bu türbede III. Mustafa’nın kadınlarından Aynülhayat Kadın ve III. Selim’in baş kadını Lefüzar Kadın yatmaktadır.

Hazirede yaklaşık 30 civarında kabir tespit edilmiştir. Özellikle: avlu duvarı önünde bulunan ve Adilşah Kadın (ölüm tarihi: 1803) a ait türbe dikkat çeker. Bu türbe: madeni şebeke ile bir kafes gibi düzenlenmiştir.

taşhan.1
İstanbul Laleli Çukur çeşma hanı-Büyük taş han-Sipahiler Hanı

Çukur çeşme hanı-Büyük taş han-Sipahiler hanı

Laleli külliyesine ait bu han: caminin hemen doğusunda, Fethi Bey caddesi sapağındadır.

Buraya: eskiden “Çukur çeşme hanı” ve “Katırcılar Hanı” denirmiş. Günümüzde ise “Büyük Taş Han” deniyor. Yapımı: 1760 yılına tarihlenir. Hanın avlusuna: çok uzun ve tonozlu bir geçitten geçilerek ulaşılıyor. Bu revaklı avlunun çevresinde: 4 kenarda, tuhaf şekilli odalar vardır. Burada: adeta mimar Tahir Ağa’nın inancı ve huysuz dehası hissedilmektedir.

3 avlulu olarak düzenlenen han, 2 katlıdır. Cephede yuvarlak kemerli kapı açıklığı ile önce ince uzun bir koridora, daha sonra büyük avluya ulaşılır. Bu büyük avlu 27 x 14 metre ölçülerindedir. Eskiden ahır olarak kullanılan bodrum katı mevcuttur. 1980’li yılların sonuna kadar kereste deposu olarak kullanılmıştır. 2010 yılında özenli bir restorasyon yapılır ve yapı, günümüzde lokanta kafe ve dükkanlardan oluşan bir kompleks şeklinde kullanılmaktadır.

LALELİ MEDRESESİ

Medresenin temeli 1760 yılında atılmıştır. 9 odası ve 1 dersliği bulunuyordu. 1894 yılındaki depremde harap olan medrese yapısı, 1911 yılındaki yangında tamamen yanar ve geriye dört duvar kalır. Ancak medrese içindeki kitaplar yangından kurtarılmıştır. Halen Süleymaniye kütüphanesinde bulunan Laleli kütüphanesi bölümünde 3777 yazma eser mevcuttur.

teyyare.1
İstanbul Laleli Harikzedegah Evleri-Teyyare Apartmanları

 

HARİKZEDEGAH EVLERİ-TEYYARE APARTMANLARI

Laleli camisinin karşısında, doğuda, köşe başındadır. Bu yapıların yerinde, eskiden külliyenin medresesi bulunuyordu. Bu yapılar: 1918 yılında, Cibali, Fatih ve Altımermer bölgelerini kavuran büyük yangından kurtulanların yerleşmesi için 1922 yılında, I. Ulusal Mimarlık akımının ünlü mimarı Kemalettin Bey tarafından yapılmıştır.

Türkiye’nin ilk betonarme ve çok katlı toplu konutlarıdır. 124 daire ve 24 dükkandan oluşmaktadır. O dönemde, toplu konutlar olarak yapılsa da, yapılan her mimari eserde, estetiğin nasıl göz önünde bulundurulduğu hissedilir. Avluları ortak olarak kullanılan bu dev bloklar, günümüzde otel olarak işletilmektedir.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

 

İstanbul Fatih

fatih camii.0
İstanbul Fatih

Burası, İstanbul’da tarihi yarımadanın en eski yerleşim yeridir. Semt ismini: İstanbul’u fetih eden Sultan II. Mehmet’in ismiyle anılmaktadır.

2009 tarihinde, Tarihi Yarımadanın iki ilçesi (Fatih ve Eminönü) Fatih adı altında tek bir ilçeye dönüştürülmüştür.

Kuzeyinde Eyüp, kuzeydoğusunda Haliç, güneyde Marmara, batıda Zeytinburnu ve kuzeybatıda Bayrampaşa ilçeleriyle komşudur. Tarihi yarımadada Fatih, sur içi denen bölgede yer alır ve ilçenin 57 mahallesi vardır.

Fatih, sahip olduğu özellikler dolayısıyla ilk İstanbul veya Asıl İstanbul olarak anılır.

Tarihi yarımada Fatih: Roma imparatorluğunun en önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Ayrıca 1058 yıl Bizans’a ve 469 yıl Osmanlı devletine başkentlik yapmıştır. Bu yüzden, Tarihi Yarımada’da bu üç önemli medeniyete ait çok önemli eserler bir arada görülebilir. Hatta, Yenikapı’daki Marmaray projesi çalışmaları sırasında bulunan bulgular, ilçenin tarihinin 8500 yıl öncesine kadar gittiğini göstermektedir.

7 Tepe

Tarihi yarımada 7 tepe üzerinde kurulmuştur. Bu 7 tepenin hepsi Fatih sınırları içindedir.

1’nci tepe: Topkapı sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet camisinin bulunduğu yer.

2’nci tepe: Çemberlitaş ve Nuruosmaniye camisinin bulunduğu yer.

3’ncü tepe: Beyazıt camisi, Üniversite ve Süleymaniye’nin bulunduğu yer.

4’ncü tepe: Fatih Camisinin bulunduğu yer.

5’nci tepe: Yavuz Selim camisinin bulunduğu yer.

6’ncı tepe: Edirnekapı semtinde, Mihrimah Sultan camisinin bulunduğu yer.

7’nci tepe: Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu tepedir.

Fetihten sonra Sultan II. Mehmet’in emriyle şehrin 4’ncü tepesine kurulan Fatih Külliyesinin ardından, gelişme buradan başlayarak ilerlemiş, şehir hızla klasik bir Osmanlı-Türk şehri haline dönüşmüştür. Kurulduğu tepenin üstünden, gerek Boğaz ve gerekse Haliç’in muhteşem güzel manzarası izlenebilir.

1928-2008 yılları arasında Eminönü ile birlikte, tarihi yarımadada bulunan iki ilçeden biridir. 2008 yılında Eminönü, Fatih’e katılınca, burası tek ilçe haline gelmiştir. İlçenin sınırlarını tarihi surlar, Haliç ve Marmara denizi belirler.

Günümüzde şehrin ulaşımını sağlayan 3 ana cadde buradan geçer. Bunlar: Saraçhane başından Edirnekapı’ya uzanan Macar kardeşler ve Fevzipaşa caddeleri, Aksaray’ı Topkapı’ya bağlayan Vatan caddesi ve Aksaray’ı yine Topkapı’ya bağlayan Millet caddesidir. Özellikle Fevzi paşa caddesinin bulunduğu yer: Roma döneminde de şehrin ana caddesi olarak kullanılmış, günümüzde ise iki yanında birçok dükkan bulunmasıyla ilçenin merkezi konumundadır.

Fatih İstanbul şehrini aldıktan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerinden getirilenler Fatih Cami ve Külliyesinin çevresine yerleştirilmiştir. Caminin kıble yönüne yerleşenlerin olduğu caddeye: Büyükkaraman, Malta çarşısının olduğu yere yere ise Küçükkaraman denildi. Kıztaşından Hırka-i Şerife, Fevzi Paşa caddesinden Vatan caddesi Et meydanına kadar olan bölgeye ise Sarı Güzel denildi. Mehmet Akif Ersoy’un babası Sahir Efendinin evi, Sarı güzel caddesindeydi. Unkapanı’ndan sağa doğru giden caddenin ismi Abdul Azer Paşa Caddesiydi. (Günümüzdeki Kadir Has caddesi) Abdul Azer Paşa: 1827 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanan savaşı yürüten kişidir. Osmanlı tarihini yazmış en değerli kişi olarak tanınan Dimitri Kantemir’in sarayı: Balat’ın hemen üstündeydi. Toktamış Ateş, Fatih’te doğdu ve ölümüne kadar burada yaşadı.

fatih camii.1
İstanbul Fatih Sultan Mehmet Külliyesi

FATİH SULTAN MEHMET KÜLLİYESİ

Külliyenin yapımına Şubat 1463 yılında başlanmıştır. İnşaat 8 yıl sürmüş ve Aralık 1470 yılında tamamlanmıştır.

İstanbul’un dördüncü tepesinde bulunan burası, şehrin en eski yapılar topluluğudur. Hatta: o döneme kadar Türk-İslam mimarisince yapımı gerçekleştirilen en büyük bina kompleksidir.

Külliye: bir cami çevresine çok planlı şekilde yerleştirilmiş medreseler, kütüphane, şifahane, tabhane, kervansaray, çarşı, hamam ve daha sonra inşa edilen türbelerden oluşan geniş bir arazi üzerindedir ve çevresini saran sağlam duvarlarla, tam bir kale görünümündedir.

Külliyenin en önemli özelliği: İstanbul’daki ilk medresenin burada açılmış olmasıdır.

Külliye: 1766 yılındaki büyük depremde zarar görür. 1767-1771 yılları arasında mimar Mehmet Tahir Ağa tarafından barok üslupla yeniden yapılır. Orijinal camiden geriye kalanlar ise: avlu, giriş kapısı, mihrap ve minarelerin alt taraflarındaki bir kısım bölümdür. Külliyenin bir kısmı yıkılmış, sadece 8 medrese ve 18’ncü yüzyıl yapımı Carullah Veliyüddin Efendi kütüphanesi, günümüze ulaşmıştır.

fatih camii.2
İstanbul Fatih Camii

FATİH CAMİİ

Yapı: İstanbul şehrinin silüetinde görülen önemli yapılardan biridir. Çünkü şehrin hemen hemen tam ortasındadır.

İstanbul şehrindeki ilk “Selatin” yani “Sultan” camisidir. Selatin camileri, çoğunlukla seferlerden elde edilen ganimetlerle yapılırdı. Selatin camileri: aynı zamanda Sultanın varlığını, gücünü, kimliğini ve dini anlamda gücünü gösterir. Prestij açısından büyük önemi yanında, sosyal fonksiyonları da vardır.

Tarihi süreçte, camiyi özel kılan bazı olaylar vardır. İlk Türkçe ezan: 29 Ocak 1932 tarihinde Fatih Camisinde okunmuştur. En kalabalık cenaze buradan kaldırılmıştır. 17’nci yüzyılın divan şairi Şeyhülislam Yahya: bu camiden Çarşamba semtindeki kabrine kadar, eller üzerinde götürülmüştür.

Havariyyun Kilisesi-Ayii Apostolii-Hagioi Apostoloi

Konstantinopolis şehrinde, Ayasofya’dan sonraki en önemli dini yapı: 4’ncü yüzyılda inşa edilen Havariyyun kilisesidir.

Sonrasında, bu mükemmel yapı örnek alınarak, başka yerlere de benzer yapılar inşa edilmiştir. Örnek: 1094 yılında, İtalya’da Venedik’teki San Marco Bazilikası buranın planından esinlenilerek yapılmıştır.

Kilise; İmparator I. Konstantinus tarafından yaptırılmıştır. Söylenenlere göre, daha önce burada 12 tanrıya adanmış pagan dönemine ait bir tapınağın kalıntıları vardır. İmparator, burada İsa’nın 12 havarisi adına 12 lahit yaptırılmış ve bu lahitlerin arasına da kendi lahdini yerleştirmiştir. Ancak inşaatın tamamlandığını göremeden, 337 yılında Nikomedia (İznik) şehrinde ölmüş ve yerine geçecek varisi belirlenemeyince, cenazesi 3 ay boyunca Büyük Saray’da bekletilmiş ve sonrasında tören alayı ile buraya taşınmıştır.

Kilise: 550 yılında İmparator I. Justinianus tarafından yenilenir. Şehrin Doğu Roma imparatorlarının aile mezarlığı olarak kullanılır. Kiliseyi yaptıran I. Konstantinus soyundan gelen 19 kişi ve ardından kiliseyi yenileten İmparator I. Justinianus soyundan gelen 17 kişinin lahitleri buradadır. Ayrıca: Kudüs şehrinden buraya getirilen İsa ve azizlere ait olduğu kabul edilen çeşitli kutsal emanetlerin bir kısmı da burada saklanmıştır. Ancak tüm şehirde olduğu gibi, 1204 yılındaki Haçlı-Latin işgali sırasında, bunlar yağmalanmıştır. Konstantinopolis kilisesinin kurucusu havari Aziz Andreas’ın iskeleti Atina’ya kaçırılmış ve bu yağmadan kurtulan kalıntılar ise, fetihten sonra yok edilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet: Konstantinopolis şehrinin alınmasından sonra 3 günlük yağma izni vermiş, ancak şehrin hasar gördüğünü görünce, üzülerek yağma iznini 1 güne indirmiştir. Ancak bu 1 günlük sürede de: dervişler, balyozlarla kilisedeki lahit kalıntılarını parçalamış ve hatta parçaları denize atmışlardır. Yani: burada haçlıların başlattığı tahribatı, Osmanlılar tamamlamıştır.

Fetihten sonra: Patrik olarak tayin edilen Gennadios: Havarriyum kilisesini “Patrikhane” haline getirir. Ancak kilisenin bulunduğu tepenin Haliç ve şehre hakim manzarasından etkilenen Fatih Sultan Mehmet: külliyesini buraya inşa ettirmeye karar verince, Patrikhane, Çarşamba semtinde bulunan Pammakaristos Manastırına taşınır.

Pammakaristos Manastırı: Sultan III. Murat zamanında, Fethiye Camisine dönüştürülünce, Patrikhane, Fener’de günümüzdeki yerine taşınır.

fatih camii.10
İstanbul Fatih Camii

Fatih Camii

Fatih külliyesinin bulunduğu yerde, mimari üslup ve büyüklük bakımından temel unsur camidir.

Cami: Havariyyun kilisesi kalıntıları üzerine inşa edilir. Çünkü hazır ve sağlam malzeme kullanılarak, eski bir temel yapısı üzerine, hızla yapılmıştır. Yani; zaman kazanılmıştır. Bu yüzden: caminin altında birçok dehliz, lahit odaları, kiliseye ait kripta ve bazı Bizans imparatorlarının mezarları bulunur.

Hatta: İmparator Constantinus’un (Konstantin Magnus) pembe portifli bir lahide konulmuş cesedinin bu mezarlıkta olduğu iddia edilmesine rağmen, günümüze kadar bu konuda bir kanıt bulunamamıştır. Çünkü caminin altında, kiliseye ait kriptada henüz tam bir inceleme yapılmamıştır. O zamanlar, Constantinus’un şehir dışında kalan bir tepeye, bu tepeye gömüldüğü bilinmektedir.

Cami ilk yapıldığında: “Cami-i Cedit” yani “Yeni Cami” olarak bilinir. Mimari Azatlı Atik Sinan’dır.

Fatih külliyenin inşaatı için, dönemin en yetenekli ve ünlü mimarı Atik Sinan’ı görevlendirir. Sinan-ı Atik, Eski Sinan, Azadlı Sinan olarak isimlendirilir. Atik Sinan bir devşirmedir ve Rum devşirmelerde sık rastlanan “Cristodolus” soy adını kullanır.

Kendi vakfiyesinden anlaşıldığına göre: babası Abdullah el-Atik adlı bir Hıristiyandır. Kendisi ise Sinanüddin Yusuf adıyla azat edilerek hürriyetine kavuşmuş bir köledir.

Ancak Azatli Sinan’ın Osmanlı eğitim sisteminde yetiştiği kabul edilmektedir. Çünkü: Doğu Roma’nın son yıllarında, görkemli yapılar görülmez. Hatta, Sultan, Atik’i azatlı bir köle hayatından alıp, en iyi mimarlarının yanına verip yetiştirmiş ve iyi bir mimar olmasını sağlamıştır.

Yapının mimarı ile ilgili bir rivayet vardır. Evliya Çelebinin yazılarından öğrenildiğine göre: Fatih Sultan Mehmet, mimar Atik Sinan’ın parmaklarını kestirmiş ve sonra öldürtmüştür. Çünkü Ayasofya’yı aşamamış olduğu için külliyeyi büyüklük açısından beğenmemiştir. Daha da önemlisi, külliye için verdiği sütunlar, mimar tarafından kesilip kısaltılarak kullanılmıştır.

Niçin kesildiği sorulduğunda ise: “bir fay kırığı üzerinde inşa edilen caminin kubbesinin, bu kadar yüksek sütunlara oturtulursa, depremde dayanmayıp çökeceğini” söyler ve büyük ihtimalle; ellerinin kesilmesi cezası, bu sütunları kesmesi nedeniyle verilmiştir. Hemen bu araya bir not eklemek istiyorum. Fatih cami, Sirkeci’den başlayan, Beyazıt’ı geçerek camiye ulaşan ve oradan da Edirnekapı’ya ilerleyen fay hattı üzerindedir ve her depremde hasar görmüştür.

Öykü burada bitmez. Mimar Atik: kesik elleriyle dönemin kadısına gider ve durumu izah eder. Kadı: bu acımasız olay karşısında hiddetlenir ve Sultanı huzura çağırır. Sultan: ayakta bekler ve kadının sorularını cevaplar. Fatih Sultan Mehmet: sonunda kadıya “Eğer bana oturmam için yer gösterseydin, seni oracıkta öldürürdüm, mahkemenin huzurunda ben de herkes gibiyim” der. Sonrasında ise, hiddetinden ötürü mimara yaptığı zalimliği kabul eder.

İstanbul kadısı mimarı haklı bulup Fatih’in de parmaklarının kesilmesine karar verir. Kütük gelir, satır gelir, cellat gelir ve Fatih’in parmakları kesilecektir. Bunu gören mimar “Ben bu işin bu kadar ileri gideceğini bilmiyordum. Ben hakkımı helal ettim, fakat bu ellerle çalışamam, çocuklarımın rızkını versin” der. Bunun üzerine, mimar ceza olarak günlük 20 akçe ödenmesine razı olunca Sultanın elleri kesilmekten kurtulur ve mimar ömür boyu maaşa bağlanır.

Olayın devamı da var. Fatih: kadıya hitaben “Eğer kararı parmaklarımın kesilmesi şeklinde verseydin, cübbemden çıkarttığım topuzla senin kapanı koparacaktım” der. Kadı ise, Fatih’e hitaben şöyle der “Eğer kararıma itiraz etseydin, eteğimin altındaki kılıçla, senin paramparça edecektim” der. Bu olay: Fatih Sultan Mehmet döneminde, Sultanların bile yargı önünde sıradan insanlar gibi eşit oldukları ve yargıya ne kadar değer verildiğinin gösterilmesi açısından önemlidir.

Bu arada: bu önemli kararı veren kadının kimliği bilinmemektedir. Ancak, caminin yapım tarihi değerlendirilerek, kadının, bazı kaynaklarda yazılı olduğu gibi, Hızır Çelebi değil (1458 yılında ölmüş olması nedeniyle bu ihtimal yoktur), Molla Hüsrev veya Molla Gürani olduğu düşünülmektedir.

Ancak Sultanın hiddeti yine geçmemiştir. Devam eden günlerin birinde mimarın öldürtür. Mimar Atik: Edirnekapı’da Yavuz Selim ve Nişancı caddelerinin kesiştiği yerdeki Kumrulu Mescit’te gömülüdür. Buradaki kitabeye göre, külliye tamamlandıktan bir yıl sonra yani 1471 yılında idam edildiği yazılıdır. Daha doğrusu ölümü “şehit edilerek” şeklinde yazılmıştır. Bu durum, tarih sayfalarında mimarın bazı yolsuzluk söylentilerine karışmış olduğu şeklinde belirtilmiştir.

Ancak bazı kaynaklar, bu parmak kesme, el kesme olayının doğruluğuna inanmamaktadırlar.

Mimar külliyeyi yaparken: yanında Ayaz, Cafer, Abdal Sinan, Benna ve Luka gibi inşaat ustalarından faydalanmıştır.

Sonuçta: eski Fatih camisiyle ilgili olarak kaynaklarda şekli ve fiziki durum hakkında net bilgiler verilmemiştir. Hemen hepsindeki ortak ifade: caminin, dönemin en güzel ve en mükemmel eseri olduğunu vurgulamaktadır. Ancak yine yazılı kaynaklarda belirtildiğine göre: Fatih cami, mimari özellikleri bakımından Ayasofya’dan aşağı olmadığı gibi, aksine bazı bakımlardan ondan daha üstündü. Sadece kubbe çapı aşağıda kaldı. Yine kaynaklara göre, bu eski caminin sadece iki minareli ve gösterişli bir yapı olduğu öğrenilmektedir.

Eski Fatih Cami: mimar Atik Sinan’ın korkularını doğrularcasına: 1489 ve 1509 yıllarındaki depremlerde oldukça büyük hasar görür. Özellikle kubbe etkilenir. Ancak bu depremlerde oluşan hasarlar, caminin yeniden yapılmasını gerektirmeyecek ölçüde olduğundan tamirle yetinilmiştir. Ancak: cami 1766 yılındaki depremde yıkılır.

Bu felaketi yaşayan Hüseyin Ayvansarayinin yazdıklarına göre: 11 Mayıs 1766 tarihinde, kurban bayramının 3’ncü gününe tesadüf eden Perşembe günü, güneşin doğuşundan bir saat sonra deprem olmuş, caminin büyük kubbesi tamamen harap olmuş, duvarlar ise ciddi bir şekilde hasar görmüştür. Bunun üzerine, zamanın hükümdarı Sultan III. Mustafa, camiyi, kısa süre içinde tekrar inşa ettirmiştir.

Günümüzde Fatih Camii

Eski cami ve Sultan III. Mustafa tarafından yeniden yaptırılan caminin, mimari bakımdan birebir aynı olmadığı bilinmektedir. İlk yapılan camiden günümüze kalanlar: minarelerin alt şerefeye kadar olan bölümleri, açık avlu duvarları ve son cemaat yeridir.

Günümüzde görülen cami: Sultan III. Mustafa döneminde, mimar Tahir Ağa tarafından yapılmıştır. İnşaat 46 ay 10 gün sürmüş ve cami 1771 yılında tamamlanmıştır. Mimar: temellere kadar inerek camiyi tamamen yenilemiş ve günümüzdeki şeklini yaratmıştır. Ancak her ne kadar cami Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılmış olsa da, Sultanın ismini almamıştır. Çünkü Sultan III. Mustafa, yıkılan eski Fatih camini kendi adına değil, ceddi adına yeniletmiştir.

Yeni cami, eskisinden biraz daha küçük yapılmıştır. Bazı kayıtlara göre: yeni cami eskisine nazaran biraz daha genişletilmiş, hatta bunun için Fatih türbesi bile eski yerinden biraz daha uzağa taşınmıştır. Ancak bir kısım araştırmacı, bunu kabul etmez, mevcut caminin eskinin duvarları üzerine inşa edildiğini, yapıya daha dayanıklı bir nitelik kazandırmak için sadece taşıyıcı sütunların güçlendirilip yeniden yapıldıklarını, dolayısıyla da hacim olarak bir büyümenin söz konusu olmadığını belirtirler.

Bunun düşünenler, sebep olarak: tarih ve mantık şuurunun böyle bir genişletmeye izin vermeyeceğini ileri sürerler. Osmanlılar tarafından en fazla hürmet duyulan Fatih gibi bir ceddin hatırasına saygısızlık ederek, onun yaptırdığı caminin klasik üslubunu ve ölçülerini değiştirmek mümkün değildir. Hatta: Fatih gibi bir padişahın kabrinde rahatının bozulmasını ve hatta kemikleri dışındaki bakıylesinin duvar altında bırakılmasını hoş görmezdi. Tüm bunlar değerlendirildiğinde, caminin genişletilmesi ve türbenin yerinin değiştirilmesi mümkün görülmemektedir.

Mimar Tahir Ağa: o güne kadar temel tutturulamayan fay hattı ve göl üzerinde inşa edilmesi gereken cami için, yeni bir temel sistemi uygulayarak depremlere dayanıklı hale getirmiştir. Bu temeller, 1967 yılında caminin yakınlarında inşa edilen bir binanın temel zemini yapılırken görülmüştür. Büyük mermer kalıplar, ortasından delinmiş kibrit kutuları gibi tabana döşenmiş, mermer sütunlar yerleştirilerek yükseltilmiş, binlerce mermer sütun üzerine kemerler kullanılmıştır.

Fatih camisinde günümüzde görülen halı: Sultan II. Abdülhamit tarafından, Hereke’de özel olarak dokutulmuş ve 100 yıllık bir geçmişi vardır. Halıda, kubbenin desenlerinin kısmen iz düşümü görülmektedir.

Genellikle camilerde tablo ve benzeri resim veya heykel bulunmamasına rağmen, burada bir tablo bulunmuştur. Bu tablo son şeyhülislamlardan Mustafa Sabıh’ın damadına aittir. Bu tablonun üzerinde: bir dünya küresi, ortasında Kabe, hemen yanında Medine vardır. Bir tarafından Topkapı Sarayı ve bir tarafında da Hicaz demir yolu çizilidir.

Sarayın balkonunu üzerinde bir rahle ve üzerinde Kuran-ı Kerim görülür. Osmanlı’nın dünyaya adaletle hizmet ettiğini ve Kabe ve Medine’nin dünyanın kalbi olarak telakki edip oraya hizmet götürmeyi milletimizin şeref adlettiğini sembolize eden bir tablodur. Tablo 60-70 yıl kadar önce, camiye getirilip teslim edilmiştir.

Yine camiyle ilgili bir olay: Caminin Fevzipaşa caddesine bakan batı cephesindeki abdest alma yerinin üst bölümünde, pencerelerin çevresinde 110 tane olduğu söylenen kurşun izleri görülür. Bunların: 1909 yılında, 31 Mart vakasında, Selanik’ten İstanbul’a gelen Harekat Ordusu tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Sultan II. Abdülhamit’e yardım bahanesiyle Rumeli’den gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Harekat Ordusu: Fatih Külliyesini kuşatır ve burada çatışmalar yaşanır. Bu çatışmalar sırasında, 110 adet mermi, caminin duvarına isabet eder.

Kitabe

Caminin giriş kapısında, ünlü hattat Ali bin Sofi tarafından yazılmış kitabe: caminin yapım tarihini gösterir. Burada: Fatih’ten önceki sultanların da isimleri yazılıdır.

fatih camisi.güneş saati.1
İstanbul Fatih Camii Güneş Saati

Güneş saati

Caminin güneybatı cephesinde, güney minaresinin kaidesinde, girintili bir kireç taşı çerçevenin ortasındaki taş yüzeyin üzerinde: önündeki platformdan yaklaşık 1 metre yükseklikte, 1.5 metre genişlikte ve 3 metre yükseklikteki bir alanda: 2 adet güneş saati vardır. Bu saatler, 1473 yılında Fatih Medresesine atanmış olan Ali Kuşçu tarafından tasarlanmış olup, İstanbul’daki en eski güneş saatleridir.

Zamanın gölgesinden belirleneceği iki adet çubuk kopmuş olduğundan, saatler işlevlerini yitirmiş durumdadır. Ayrıca kireç taşı yüzeyindeki aşınmalar ve doğrudan duvara kazılı çizgilerdeki boyaların dökülmesi nedeniyle de duvar saatleri zor seçilmektedir.

Caminin Planı

Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan ilk caminin planı bilinmemektedir. Günümüzdeki cami: barok stildedir. Model olarak: Mimar Sinan’ın Şehzade Mehmet Camisinde denediği, dört yapraklı yonca modeli kullanılmıştır.

Merkezi kubbe giriş kapısına yakındır. Merkezi kubbenin dört bir yanında, eşit büyüklükte 4 yarım kubbe vardır. Bunların köşelerinde de çeyrek kubbeler bulunur. Amaç, caminin merkezinde geniş bir mekan yaratmaktır.

Bu şema: erken Osmanlı mimari ekolünün, Bursa tipi özelliklerini vurgulamaktadır. Sonuç olarak: son cemaat yerindekiler ile birlikte, camide 22 kubbe vardır. Caminin en önemli süslemeleri: 18’nci yüzyıl hat yazılarıdır. Caminin içinde: sağ köşede, eskiden ayazma olduğu düşünülen yerde, su içilen bir çeşme vardır.

Son Cemaat Yeri

Yedi kubbeli olan burada: sağ ve sol yan duvarlardaki sarı renk ağırlıklı çini süslemeler orijinaldir. Bu çinilerde kullanılan sarı renk: bir süre sonra yok olur ve 16’ncı yüzyılda bir daha görülmez ve bu yüzden çok değerlidirler.

Avlu

Caminin avlusu: depremde yıkılmamış kısımdır. Bu yüksek avluya: görkemli bir kapıdan geçilerek girilir. Avlunun dört bir tarafı kubbeli revaklarla çevrilidir. Ortasında külahlı bir şadırvan vardır. Şadırvan: mermer hazneli ve sekiz mermer sütunludur. Avlu revakının sütunları ve sütün başlıkları eşsiz güzelliktedir.

Ama avluda en çok dikkati çeken: meşhur hattatlar Yahya ve oğlu Ali Bin Sofi’ye ait hat yazılarıdır. Girişin olduğu duvardaki yeşil Eğriboz taşı üstüne, beyaz mermerle yazılan Fatihe ve Besmele görülür. Ayrıca iki kanatta da: Besmele ve Ayet el-Kürsi yazılıdır. Avlunun batısında, ana giriş kapısının solunda, Sultan II. Mahmut tarafından 1825 yılında yaptırılan, ilginç bir yangın havuzu görülür.

Hünkar Mahfili

Ana kütlenin sol ucunda bulunan hünkar mahfili: 18’nci yüzyılda sık görülen barok özellikler taşır.

Minareler

Sultan II. Abdülhamit tarafından taştan yaptırılan minarelerin külah kısımları barok stildedir. Bu güzel külah kısımları, 1967 yılındaki depremde yıkılmış ve yerine, günümüzde görülen klasik tipte, kurşun kaplamalı konik külahlar yerleştirilmiştir. Minareler: ilk yapıldığında, tek şerefeli ve boyca kısadır. 19’ncü yüzyılda, birer şerefe daha eklenerek boyları biraz yükseltilmiştir.

fatih. hazire. genel.1
İstanbul Fatih Camii Hazire

Hazire

Fatih Cami haziresi, İstanbul şehrinin en büyük ve meşhur hazirelerindendir. Osmanlı döneminde hazireye defin için Saraydan yani Padişahtan izin almak gerekiyordu. Hazire, caminin kıble tarafındaki geniş bahçededir. Caminin kıble duvarının önünde Fatih Sultan Mehmet’in türbesi vardır. Hemen yanında Sadrazam Abdurrahman Nurettin Paşanın kabri bulunur. Hazirenin giriş bölümünde ise, Fatih Sultan Mehmet’in hanımı Gülbahar Hatun, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa ve Vezir Dino-zade Abidin Paşanın türbeleri bulunur.

Ayrıca: yine hazirede, Osmanlı devletinde, çeşitli zamanlarda çeşitli görevlerde bulunmuş 380 civarında zevatın kabri vardır. Haziredeki en eski kabir: Sultan II. Mehmet’in kızı Gevher Han’ın hizmetçisi Nuri Çelebi’ye (vefatı: 1479) aittir.

En yeni mezar ise, 1978 yılında vefat eden Hadice Güzide Zorlu adındaki kişiye aittir. Hazirenin dışındaki büyük türbede: Sultan II. Mahmut’un annesi Nakşidil Valide Sultan (vefatı: 1817) yatar. Bu türbenin yanında: Sultan Abdülmecit’in hanımlarından, son Padişah VI. Mehmet’in annesi Gülustu Kadın Efendinin (vefat: 1861) türbesi vardır. Söz konusu türbeler, ziyarete kapalıdır.

fatih türbesi.2
İstanbul Fatih Sultan Mehmet Türbesi

Fatih Sultan Mehmet Türbesi

Fatih Sultan Mehmet: bir doğu seferi için geçtiği Üsküdar yakınlarındaki Sultan Çayırı denen yerde, karargahında 3 Mayıs 1481 tarihinde 51 yaşında iken ölmüştür.

Hazire kısmındaki en önemli türbedir. Caminin mihrap duvarının arkasındadır. Depremde türbe de yıkılmış ve sonradan; yeniden yapılmış, ancak orjinalliğini kaybetmiştir. Yani ilk yapılan türbe binasının nasıl olduğu bilinmemektedir. Ancak türbenin geniş bir bahçe içinde olduğu biliniyor.

Sultan, türbenin içinde tek başına yatar. Hayatta iken, hayatı boyunca yalnız yemek yemiştir. Hatta Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Beyazıt ve onun oğlu Yavuz Sultan Selim’de türbelerinde yalnız yatarlar. Son zamanlarda çıkan bir söylentiye göre: Sultan, aslında bu türbenin içindeki sandukanın altında değil, caminin ortalarına doğru giden, karanlık dehlizlerdeki eski bir mezar odasında, mumyalanmış olarak yatmaktadır.

Çünkü: cami, eski bir kilisenin üzerine yapılmış olması nedeniyle, eski kilisenin temellerinde ve kripta bölümünde, karmaşık ve ürkütücü dehlizler vardır. Bu duruma ait bir diğer söylentiye göre: 1766 yılındaki depremden sonra yenilenen caminin mihrap duvarı ileriye alınmış ve türbenin yeri değişmiştir. Mezarı cami mihrabının altında kalmıştır. Buna göre mezar, türbeden caminin mihrabı altına kadar uzanan bir dehlizin sonundaki odada bulunmaktadır.

Türbe: kubbeli ve barok saçaklıdır. Türbenin içi: ampir tarzında süslenmiştir. Türbede, Fatih’in mermer bir lahdi bulunur. Eskiden kabir çevresinde, oymalı gümüşten yapılmış, zarif bir şebeke ile, yine gümüşten yapılmış dört büyük kollu bir şamdan bulunuyormuş, ancak bugün bunlar yoktur. Türbe içinde: cami tarafındaki duvarda, mermer üzerine yazılmış, ünlü şair Abdülhak Hamid’in hisli ve güzel bir şiiri bulunmaktadır. Giriş kapısı önüne, küçük ve camekanlı bir bölme ilave edilmiştir. Burada, aynı zamanda türbenin bekçisi kalmaktadır.

1782 yılındaki yangında, türbenin içi sanduka dahil yanmıştır. Tamirin ardından Sultan I. Abdülhamit tarafından tamir ettirilmiş ve 1784 yılında türbenin kitabesi konulmuştur. Bu onarımda türbe kapısının sövesi, Sultan I. Abdülhamit tarafından değiştirilmiş ve üzerine ayetler yazdırılmıştır. Bu sırada: türbenin yeniden tefrişi de yapılmıştır.

1865 yılında türbe bu kere Sultan Abdülaziz tarafından onartılmış ve iç süslemeleri yenilenmiştir. 1909 yılında türbe Sultan Mehmet Reşat tarafından restore ettirilir.

Türbe ile ilgili önemli bir ayrıntı daha vardır. Uzun yıllar devam eden bir gelenek olarak: Osmanlı Sultanları, tahta yeni çıktıklarında, Eyüp’teki kılıç kuşanma töreninden sonra, Fatih’in büyüklüğünden feyz almak için bu türbeyi ziyaret ederlerdi.

gülbahar türbesi.2
İstanbul Fatih Gülbahar Hatun Türbesi

Gülbahar Hatun Türbesi

Fatih Sultan Mehmet’in 1492 yılında ölen eşi ve Sultan II. Beyazıt’ın annesi Gülbahar Hatun Sultanın türbesi, Fatih’in türbesinin doğusunda, hemen yakınında, daha mütevazi bir türbedir. 1489-1490 yılları arasında yapılmıştır.

Ancak esas itibarı ile bu yapı külliye müştemilatına dahil edilmemiştir. Çünkü külliyenin vakfiyelerinde, bu türbeye herhangi bir tahsisat yapılmamıştır. Bu durum daha sonra anlaşılmış ve Gülbahar Hatun Türbesi için bağımsız bir vakıf kurulmuştur.

Türbe sekizgen planlıdır, sekizgen köşeli ve küfeki taşından yapılmış, tek kubbelidir. Depremde yıkıldıktan sonra 1781 yılında yenilenmiştir. Ama, aslına daha uygun olarak yapılmıştır. İçeride 3 sanduka daha vardır. Bunlar Gülbahar Hatun ve kızı Gevherhan Sultan ve isimleri bilinmeyen iki hanıma ait sandukalardır.

Burada ilginç bir ayrıntı söz konusudur. Gülbahar Hatun türbesinin pencereleri kapalıdır ve ziyaret edilemez. Evliya Çelebi ve bazı yabancı gezginlerin anlattıklarına göre: Gülbahar Hatun, hiçbir zaman Müslüman olmamıştır. Çünkü, aslında bir Fransız kralının kızıdır ve Bizans İmparatoru Konstantinos Dragezes ile evlenmek üzere Bizans’a gönderildiğinde, şehir düştükten sonra tutsak olur ve sonunda Fatih’in karısı olarak sonradan sultan olacak Beyazıt’ı doğurur.

Bir başka söylentiye göre ise, Gülbahar Hatun: Arnavuttur. Yine burada bir efsaneden ve bağlantıdan söz edilir. Osmanlı tarihinde Batı ile özel ilişkileri olan iki padişah (Sultan II. Mehmet ve II. Mahmut) yaptıklarını bir kadının hatta bir gavur olarak nitelendirilen kadının etkisiyle yapmışlardır. Bu da “Yerasimos Efsanesi” ne uymaktadır. Çünkü Süleyman, tapınağını putperest Belkıs’ın ya da ada kralının cilvesi sonucu yapmıştır.

Nakşidil Sultan Türbesi

Sultan I. Abdülhamit’in eşi ve Sultan II. Mahmut’un annesine aittir. Türbede: Nakşidil Sultan ile birlikte, Cevri Kalfa, Mihrimah, Adile, Münire ve Fatma Sultanlar ile Şehzade Abdülhamit yatmaktadır. Tabhanenin tam karşısındaki bu türbe: barok tarzda yapılmıştır. Oval pencereleri, profil süslemeleri ve akantus yaprağı kabartmaları ilgi çeker. Kubbeli ve iki kat pencereli, silindirik bir yapıdır. Yazıları, ünlü hattat Rakım Efendi tarafından yapılmıştır.

Burada: Nakşidil Sultanın hayat hikayesinden kısaca söz etmek istiyorum. Çünkü kendisi hakkında birçok kitap yazıldı ve hatta hayatı filmlere konu oldu.

18’nci yüzyıl sonlarında, Karayipler’deki Martinik adasında bir plantasyon sahibinin kızı olan 11 yaşındaki Aimee du Buc de Rivery: Fransa’daki okulundan ailesinin yanına giderken kaybolur. Her ne kadar doğrulamak mümkün olmasa da, kendisinin korsanlar tarafından kaçırılıp, Osmanlı haremine satıldığı söylenir.

Hatta Nakşidil Sultanın oğlunu yani sonradan Sultan olacak olan II. Mahmut’u yeniçerilerden korumak için bir fırında sakladığı söylenir. Son olarak yine söylentilere göre: Nakşidil Sultan: İmparator Napolyon’un eşi Josephine’nin kuzenidir ve Cezayirli korsanlar tarafından kaçırılmıştır. Bu yüzden, kendisi, 19’ncu yüzyıl başlarında Fransızları destekleyen politikaların mimarı olarak tanınır. Yine bir söylenti: oğlu II. Mahmut, ölüm döşeğinde iken, kendisine bir Katolik rahip getirtmiştir.

fatih. hazire. gazi osman paşa türbesi.1
İstanbul Fatih Gazi Osman Paşa Türbesi

Gazi Osman Paşa Türbesi

Burada mezarı bulunan kişiler arasında Gazi Osman Paşa dikkati çeker. Kendisi: 1877 yılındaki Plevne kuşatmasındaki kahramanlıkları ile hatırlanır. Aynı zamanda, Sultan II. Abdülhamit’in dünürüdür. 1900 yılında öldüğünde, buradaki türbesi mimar Kemalettin Bey tarafından yapılmıştır. Türbe kare planlı olup kubbe ile örtülüdür. Türbede gömü mekanı, zemin kotu altında bulunmaktadır.

Türbenin kuzeydoğuda yer alan cephesi anıtsal bir kapı ile değerlendirilmiş, diğer üç cephesi ise mermer söveli birer yuvarlak kemerli ikiz pencere ile ifadelendirilmiştir. Yapıda ana beden duvarlarında küfeki taşı, anıtsal kapı, pencere söve ve kemerlerinde mermer kullanılmış olup, cepheler üstten saçak silmeleriyle sınırlandırılmıştır. Beden duvarlarını sonlandıran saçak silmeler üstünde her köşede ağırlık kuleleri yükselir. Türbenin üst örtüsü, silindirik kasnağa oturtulmuş ve üstü kurşun ile kaplanmıştır.

fatih kütüphanes1
İstanbul Fatih Kütüphane

KÜTÜPHANE

Şehirdeki ilk kütüphane, bu camide kurulur. Fatih Sultan Mehmet: caminin mihrabının sol ve sağ yanlarına yerleştirilen raflara: 800 cilt el yazması kitap koydurur. Zamanın bu eşsiz el yazması eserler: 1742 yılında kıble duvarına bitişik olarak yaptırılan I. Mahmut kütüphanesine taşınır.

Caminin bu kütüphanesinde bulunan kitapların bir çoğunun üzerinde, hangi medreselerden getirildikleri kaydedilmiştir. 1956 yılında ise, buradan topluca alınarak Süleymaniye Kütüphanesine kaldırılır. Müstakil kütüphane ise, yıkılma tehlikesine karşı, çevresi çelik halatlarla sarılarak koruma altına alınmıştır. Günümüzde kütüphane binası boştur.

TABHANE

Tabhane: Akdeniz medresesinin doğusunda ve baş kurşunlu medresesinin az ilerisindedir.

Tabhane: yolculuk yapan dervişlerin ve din adamlarının konaklaması için; cami iç mekanıyla birleşmeyen, cami kanatlarına yapılan bir tür dini otel yapısıdır. Öte yandan: darüşşifada tedavi gördükten sonra iyileşen fakat pek zayıf düşen hastalar, tabhanede bir süre kalmakta, nekahat dönemlerini atlattıktan sonra taburcu edilmekteydi.

Fatih Külliyesindeki yapılardan, sadece burası ayakta kalarak günümüze ulaşmıştır. Külliyenin en karmaşık ve güzel yapılarından birisidir. 64 x 44 metre boyutlarında, dikdörtgen planlı bir yapıdır. Zaman içinde, medrese cami içine alınınca, Tabhane cami dışına çıkarılmıştır. Yani caminin dışında, külliyenin güneydoğusunda bağımsız bir binadır. Caminin dışında böyle bağımsız bir bina olması, ulemayı kızdırmış olmasına rağmen, Fatih Sultan Mehmet’in güçlü olması, bu hoşnutsuzluğun kitlesel bir tepkiye dönüşmesini önlemiştir.

Ortasında avlu vardır ve onu çevreleyen 20 kubbe: yeşil Eğriboz taşından, 16 sütun üstüne oturur. Sütunların Havariyun kilisesinden alındığı tahmin edilmektedir. Tabhane günümüzde nispeten ayaktadır. 14 odasının bulunduğu görülmektedir. 18’nci yüzyılın başlarına gelindiğinde fonksiyonlarını bir hayli yitirmiş durumdadır. Bu yüzden, aynı yüzyılın ilk çeyreğinde medrese haline getirilmiştir. Medreselerin kapatılmasından sonra ise, burası kendi haline terk edilmiş ve uzun süre boş kalmıştır. Burası günümüzde cami kuran kursu olarak hizmet vermektedir.

İMARET

Tabhane içindedir. Burada, külliye içindeki görevlilere ve medrese öğrencilerine yemek pişirilirdi. Külliyenin güneydoğu köşesinde, çok büyük olduğu düşünülen imarethaneden, günümüze sadece birkaç kalıntı ulaşmıştır.

DARÜŞŞİFA-ŞİFAHANE

Tabhanenin hemen karşısında, Karadeniz medresesinin doğusundadır.

İstanbul şehrinde, Türk döneminin ilk hastanesi olarak önem kazanmaktadır. Burası, 16’ncı yüzyılın ortalarında Süleymaniye Külliyesinde açılan Tıp Medresesinin tesisine kadar, eğitim-öğretim imkanı yaratarak başkentin tabip ihtiyacını bir anlamda karşılamıştır.

Bu yapı: kenar uzunlukları 48 metre olan kare planlıydı. Kayıtlarda bunun haricinde hiçbir bilgi bulunmamaktadır. 17’nci yüzyılda Evliya Çelebi: burayı 70 hücreli ve 80 kubbeli olarak tanımladıktan sonra burada 200 hademe çalıştığını söyler. Ancak bu rakamın mübalağa olduğu açıktır.

Çünkü, buranın hiçbir zaman 200 elemanı olmamıştır. Vakfiyesinde, burada 14 kişinin çalıştığı kayıtlıdır. 1766 yılındaki depremde ağır hasar gören yapı Sultan II. Mahmut döneminde hücreler ortadan kaldırılmış, sadece mihrap kısmı ileri çıkıntı yapmış olan kubbeli mescit yıktırılmadan bırakılmıştır. 1824 yılında uzun süre metruk ve harap halde kalan binanın durumu hakkında rapor hazırlayan Hassa Mimarı Mehmet;  buranın yıkılmasının maddi bakımdan d aha kazançlı olacağını bildirmesi üzerine darüşşifa yıkılarak feda edilmiştir.

1908 ve 1918 yılındaki yangınlarda, yapı tamamen yanarak harap olmuştur. Hatta: hastaların ihtiyaçlarını karşılamak için darüşşifada bir mescit bulunduğu ve bu mescidin 1908 yılındaki yangında yandığı ve daha sonra oradan geçirilen yol nedeniyle, temellerine kadar kazılarak enkazının kaldırıldığı söylenmektedir. Ardından onarılmamış ve günümüze herhangi bir iz kalmamıştır. Günümüzde, onun yerinde, köşede, büyükçe bir mahalle bulunmaktadır ve bu mahallenin sokaklarından birinin ismi “Eski Şifahane” dir.

MUVAKKİTHANE

Başlangıçta namaz vakitlerinin tayini için kurulmuş olan bu birim, zamanla saatlerin ayarlanması ile de meşgul olmuştur. İstanbul’un çeşitli camilerinde birçok muvakkithane bulunmaktaydı. Ancak buradaki muvakkithane, bunlar içinde seçkin bir yere sahipti. Külliye içindeki yeri tam olarak bilinmemektedir.

Çünkü vakfiyelerde hizmet yeri belirtilmemiştir. Söylentilere göre, muvakkithane olarak kullanılan müstakil bir mekan bulunduğudur. Meşhur Ali Kuşçu’nun: burada vakitleri tayin için güneşin yüksekliğini gösteren bir irtifa haritası yaptığı söylenmektedir.

Muvakkithane için, Ali Kuşçu’nun yapmış olduğu basit güneş saati, günümüzde hala caminin sağ minaresinin kaidesinde durmaktadır. Muvakkithane, 1917 yılındaki bir yangında yanmış, içindeki saatler ve levhalar, Fatih Camii içine nakledilmiş ve bina, bir daha yeniden yapılmamıştır.

KERVANSARAY

Taphanenin güneydoğusundaki kervansaray 1980’li yıllarda restore edilerek önüne yapılan dükkanlarla birlikte iş yerlerine tahsis edilmiştir.

ÇARŞI

Külliyenin güney tarafından, birçok dükkandan oluşan bir çarşı bulunduğu bilinmektedir. Saraçhane olarak adlandırılan bu çarşı, 1918 yılındaki yangının ardından yanarak yok olmuştur. Günümüzde, bu çarşıdan kalıntı olarak, Dülgerzade camisine komşu 1-2 dükkan hücresi bulunmaktadır.

HAMAM

Genelde külliyelerde ilk bitirilen yapı: hamamdır. Çünkü işçilerin rahat temizlik yapmaları istenir. 1928 yılına kadar ayakta kalan hamamın ismi “Irgatlar Hamanı” ve diğer adı ise “Karaman Hamamı” idi. İstanbul’daki en eski hamamlardan biriydi. Hamam arazisi çevreye nazaran daha çukurda olduğundan buraya “Çukur Hamam” denilmiştir. Ancak bu hamamdan günümüze bir kalıntı kalmamıştır.

fatih medrese.1
İstanbul Fatih Medresesi

FATİH MEDRESESİ

Medreselerin yapımı 1470 yılında tamamlanmıştır.

Bu medrese, İstanbul şehrinde açılan ilk medrese olarak önem kazanmaktadır. Osmanlı ilim ve eğitim-öğretim sisteminde, bu medreselerin son derece önemli yeri vardır. Medreseler, camiden itibaren kuzey ve güney bölümlerinde, hafif meyille uzanan düzlüklerde oturdukları için, caminin genel görüntüsünü bastırmaz ve böylece mabedin olanca haşmetiyle, şehrin her yerinden kolayca görünmesine engel teşkil etmezdi. Yani caminin dış mimari ahengini tamamlıyorlardı.

Medreseler “Sahnı Seman” ve “Tetimme” olarak ikiye ayrılır. Sahnı Seman denen bölüm: Yüksek Medrese yani Üniversite olarak kullanılmıştır. Tetimme denen  bölüm ise: öğrencileri üniversite bölümüne hazırlayan, orta seviyede hazırlık medreseleridir.

Sahnı Seman denen medrese topluluğu: geniş cami bahçesine paralel olarak sıralanmıştır. Kuzey tarafta bulunan ve Karadeniz olarak isimlendirilen 4 medrese ve güney tarafta bulunan ve Akdeniz olarak isimlendirilen 4 medrese olmak üzere, toplam 8 medreseden oluşmaktadır. Bir de bunların dörderden 8 tane tamamlayıcısı olan medreseler vardır.

Marmara tarafında bulunan Akdeniz Medreseleri: dördü sırasıyla kıble yönünden başlamak üzere: baş kurşunlu, çifte kurşunlu ve ayak kurşunlu olarak sıralanmıştır. Bu sıradaki yüksek öğretime hazırlama medreseleri yok olmuştur. Çünkü günümüzde oradan bir cadde geçmektedir.

Haliç tarafında bulunan Karadeniz Medreseleri: bunların hemen altında bulunan kısımlar yıkılmış ve yerlerine 2 ilköğretim okulu binası yapılmıştır.

Her medresede, bir meydan ve çevresine dizilmiş 19 tane oda yani talebe hücreleri ve bu odalara nispeten daha büyük ve daha yüksek dershane bulunmaktaydı.

Fatih medreseleri: çok teşkilatlı bir öğretim kurumuydu ve burada hoca olmak ayrı bir statü sembolüydü. Bir zamanlar, burada 1000 kadar öğrencinin eğitim gördüğü bilinmektedir. Medreselerin giderlerini karşılamak için bir vakıf kurulmuştur.

Medresenin kütüphane binası: batı yönünde, Çörekçiler kapısı yanındaydı.

Medrese yapıları 1766 yılındaki depremde büyük ölçüde hasar görmüş ve günümüze sadece 8 tanesi ulaşmıştır. Bunlar günümüzde öğrenci yurdu olarak kullanılmaktadır. Son olarak 1955 yılında Vakıflar İdaresi tarafından restore edilmiştir.

emir buhari camii.1
İstanbul Fatih Ahmet Emir Buhari Camii

 

AHMET EMİR BUHARİ CAMİİ

Fatih Fevzipaşa caddesi üzerinde, Fatih camisine yakın bir noktada, Emir Buhari sokaktadır.

Emir Buhari: Sultan II. Beyazıt döneminde yaşamış ve aynı zamanda Sultanın arkadaşı olan bir şeyhtir. Sultan Beyazıt, onunla birçok sohbetlere katılmıştır. Buhari’nin: Sultan Beyazıt’ın bir sofu olmasında ve veli lakabıyla anılmasında etkin rol oynadığı düşünülmektedir.

İstanbul’da Nakşibendi tarikatının üç tekkesini kuran Buharalı Ahmet’in cami içinde, günümüzde Emir Buhari’nin bazı eşyaları saklanmaktadır.

Gelelim caminin mimari özelliklerine: Günümüzde görülen cami, 1965 yılında yeniden yapılmıştır. Caminin hemen yan tarafındaki bahçede, tarihi değeri yüksek iki türbe bulunur.

Bunlardan camiye bitişik olanı: kare bir plana sahiptir ve Ahmet Buhari’nin türbesidir. Türbede, ziyaret penceresinin üstünde 1782 tarihi yazan bir kitabe bulunur.

Diğer türbe ise, 19’ncu yüzyılın önemli sadrazamlarından Ahmet Cevat Paşa’ya aittir. Sultan II. Abdülhamit’in sadrazamıdır. Binbaşı rütbesiyle Osmanlı-Rus savaşına katılmak için Tuna’ya gitmiştir. 1891 yılında Sadrazam olan Paşa: 1900 yılında ölmeden önce, buraya gömülmeyi vasiyet etmiştir. Kubbeli türbenin girişi, mermer bir portal şeklinde düzenlenmiştir.

Bu türbenin önem kazanan özelliği: I. Ulusal mimarlık akımı üslubunun en yetkin isimlerinden mimar Kemalettin Bay tarafından yapılmış olmasıdır. Bu türbe, mimarın İstanbul’daki ilk taş yapısıdır. Ahmet Cevat Paşanın eşi tarafından, 1900 yılında yaptırılmıştır. Çatıyı bir kubbe örter. Paşanın kız kardeşi Sara hanım da türbede yatmaktadır.

Türbelerin yanındaki hazirede: birçok şeyh yatmaktadır.

şekerci han.1
İstanbul Fatih Şekerci Han

ŞEKERCİ HAN

Fatih camisinin yanı başındadır.

Tarihi Malta Çarşısındaki en eski eserlerden biridir. Bir zamanlar: Mehmet Akif, Neyzen Tevfik ve Eşref Edip gibi birçok önemli şahsiyet buraya uğramıştır. Yani zamanın ilim merkezidir ve Neyzen Tevfik burada kalmıştır.

Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet, camisinin yapılmasını buyurduktan sonra, bir ara çalışmaları kontrol etmek için inşaata gittiğinde bir şey dikkatini çeker. İşçilerden biri, sırtına bir taş alır, iskeleden yukarı çıkar fakat taşı yerine koymaz, tekrar aşağıya iner. Bunu defalarca yapınca, Sultan Mehmet işçiyi yanına çağırır, bu davranışının sebebini sorar.

İşçi “Sultanım, ben bu sabah uyandığımda yıkanmam gerekiyordu, ancak yakınlarda hamam yoktu ve yıkanıp temizlenemedim, bu yüzden acele işe geldim, fakat abdestsiz halimle, Allah’ın evine bir taş dahi koymaya vicdanım elvermedi, bu yüzden çalışıyor gibi görünsem de hiçbir iş yapmadım” der. Bunun üzerine, Padişah, hemen cami inşaatını durdurur, caminin yanında, işçilerin konaklayıp her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bu hanı yaptırır. Fatih camisinden önce yaptırılan bu han, sonraki yıllarda “Şekerci Hanı” ismini alır ve yıllardır İstanbul’da faaliyetini sürdürmektedir.

Mimari olarak: ortası açık ve kenarlarında üç kat olarak yükselen duvarlarında odalar bulunur. Revaklı kemerli bu eski hanın avlu içinden görünümü çok güzeldir. Giriş kapısı: çarşının dar sokaklarından birine açılır. Kemerli kapının üstünde yerinden sökülmüş ancak harflerin izlerinden okunabilen “Hazreti Fatih eseri” yazısı vardır.

Başlangıçta iki katlı olan, sonradan cephenin orijinalliğini bozan bir katın daha eklendiği hanın yaklaşık 100 odası vardır. Hanın bulunduğu çarşı, o zamanlar tam bir ilim ve kültür merkeziydi. Esnaf ve halk ilime çok önem verirlerdi ve günlük faaliyetlerinin dışında kalan zamanlarını, ilmi faaliyetlere ayırır, sohbetler edilir, alimlerden yararlanılmaya çalışılırdı.

taş mektep.1
İstanbul Fatih Taş Mektep

TAŞ MEKTEP

Fatih camisinin, Topkapı Sarayına bakan girişinde, sol kol üzerindedir.

Sultan Mehmet’in vakfiyesi içinde olduğundan “Fatih İlköğretim Okulu” olarak da bilinmektedir. 1950-1960 yılları arasında İstanbul sur içinden ibaret olduğu için, dönemin en özel ve iyi okuludur. İsminin “Taş Mektep” olmasına gelince. O yıllarda İstanbul genelde ahşap yapılardan oluşuyordu. Bu okul ise tamamen taştan yapıldığı için halk arasında “Taş Mektep” olarak ünlenmiştir.

Okul: 1869 yılında, Sultan Abdülaziz tarafından, Askeri Rüştiye Mektebi olarak yaptırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise İlkokula dönüştürülmüştür.

İki katlı girişin, veranda şeklindeki çıkıntılı bölümünde 6 sütun bulunur. Sultanın yapıya ilişkin kitabesi de bu çıkıntılı ön yüzdedir. Zaman içinde büyük onarımlar görmüş olmasına rağmen, okul aralıksız olarak günümüze kadar açık bulundurulmuştur. Okulun ünlü mezunlarından bazıları şunlardır: Halit Kıvanç, Muazzez Abacı, Metin Akpınar gibi.

bıçakcı alaaddin camii.00
İstanbul Fatih Bıçakcı Alaattin Camii

BIÇAKÇI ALAATTİN CAMİ

Fatih’te, Sofular caddesini Horhor caddesine bağlayan, Molla Hüsrev Sokaktadır. Cibali karakolunun yeni yerinin alt tarafındadır.

Sokakta ilerlediğinizde sokak bitiyor ve merdivenlerle aşağıya iniliyor. Aşağıya indiğinizde, büyük bir alan ve ortasında bir cami göreceksiniz. Bir zamanlar tekke olan bu tür mekanlara saklı bahçe deniliyor. Tekkelerin önemli bölümü, böyle kendisini gizlemiştir. Günlük hayatın karmaşası ve stresinden bunalan insanlar, bu manevi huzur merkezlerine gitmişlerdir.

Diğer isimleri: Şeyh Alaeddin Mescidi veya Alaeddin Mescidi ve Tekkesidir.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Sümbül Efendi halifelerinden Şeyh Alaeddin Ali Kefevi tarafından 16’ncı yüzyılın ilk yıllarında mescit-tekke olarak yaptırılmıştır. 1630 yılında Sadrazam Bayram Paşa, mescide minber koydurur ve camiye dönüştürür.

Cumhuriyetin ilanının ardından tekkelerin kapatılmasıyla sahipsiz kalan mescit harap olmuştur. 1970’li yıllarda caminin yeniden yapılmışı için bir dernek kurulmuş ve 1974-1977 yılları arasında cami yeniden inşa edilmiştir.

Yani, günümüzdeki yapı; orijinalinden tamamen farklıdır. Ancak Osmanlı mescitlerinin görünümündedir.

Caminin en ilginç özelliği: sağ tarafında, duvarına asılmış kupa şeklinde, tuğladan yapılmış minaresidir. Şerefe yerine, gövde üzerinde külahtan önce, pencereli ezan okuma yeri konmuştur. Bu tür şerefeler: Güney Asya üslubudur ve 19’ncu yüzyılda bazı camilerde uygulanmıştır. (Örnek: Eyüp Sultan Zal Mahmut Paşa cami karşısında bulunan Silahi Mehmet Bey camisinin minaresidir ama tuğla değildir.)

Caminin doğusunda, Osmanlı üslubunda yapılmış, mermerden ve sekizgen bir şadırvan vardır. Şadırvanın çatısı, üzeri kurşun kaplı külah şeklindedir. Sekiz mermer sütun tarafından taşınmaktadır.

Caminin bahçesinin kuzey yönünde, bir çeşme vardır. Bol suyu bulunan bu çeşme, yakınlardaki bir kaynaktan alınan suyla yapılmıştır.

Caminin haziresinde 1658 yılında ölen Süleymaniye Şeyhi Mısri Ömer Efendi ve 1650 yılında ölen şair ve devlet adamı Azmizade Haleti Mustafa Efendinin mezarları vardır. Kırık dökük mezar taşları arasında, antik porfir sütundan dönüştürülmüş iki adet de sadaka taşı görülmektedir.

İlk yapılan binalardan günümüze sadece avlu girişi üstünde sülüs hatlı, tarihsiz bir kitabe vardır.

manisalı mehmet paşa camii.1
İstanbul Fatih Manisalı Mehmet Bey Camii

MANİSALI MEHMET BEY CAMİİ

Manisalı Mehmet Paşa Mahallesi, Atpazarı civarında İmam Niyazi Sokaktadır.

Mehmet Bey isimli bu molla Manisalıoğlu: ünlü Molla Hüsrev’in öğrencisiydi. Mahmutpaşa medresesinin de ilk hocasıydı. Bütün hayatı Fatih devrinde geçmiş, bir ilim ve idare adamıdır.

Caminin yapıldığı yer: Fatih Sultan Mehmet döneminde, bir tür “inzibat” bölgesi içinde kaldığından, camiye halk arasında kolluk kuvvetlerinden türemiş “kul” sözcüğü kullanılarak “kul camisi” de denilmiştir.

Sultan II. Beyazıt döneminde yani 1494 yılında yapılmıştır. Ancak günümüze sadece duvarı ulaşmıştır. Diğer bölümler onarılıp, günümüzdeki şeklini almıştır. Çünkü büyük Cibali yangınında hasar gören cami, harap halde iken 1960-1964 yılları arasında esaslı bir tamir görerek ibadete açılmıştır.

Yapı: düz çatılı, kagir semt camisi türündedir. Minaresi tek şerefelidir. Mihrabı, Kütahya çinisiyle kaplanmıştır. Mehmet Paşa, caminin haziresinde yatmaktadır.

feyzullah medresesi.1
İstanbul Fatih Feyzullah Efendi Medresesi-Millet Kütüphanesi

FEYZULLAH EFENDİ MEDRESESİ-MİLLET KÜTÜPHANESİ

Yapı: Fatih ilçesi, Sofular Mahallesinde, Macar kardeşler caddesi üzerinde ve Fatih Külliyesinin güneyindedir.

Medreseyi yaptıran Erzurumlu Feyzullah Efendi : birkaç kere Şeyhülislamlığa geldikten sonra, zayıf bir Padişah olan Sultan II. Mustafa’nın güvenini kazanmış ve 1695 yılında yeniden Şeyhülislam olmuştur. Bu dönemde: Sultan, İstanbul’a adım atmıyor ve Edirne’de oturuyordu. Onun yokluğunda, İstanbul’da sözü geçen tek kişi olan Feyzullah Efendi: elinde bulundurduğu makamın gücü ve hırsı ile: birçok hanedan kurup birçok tanıdık ve akrabasını, oğulları ve damatlarını önemli görevlere getirdi.

Hatta Osmanlı tarihinde ilk defa olmak üzere oğlu Fethullah Efendinin kendinden sonra Şeyhülislam olması için padişahtan bir ferman aldı. Sonunda İstanbul halkı ve yeniçeriler ayaklandı. Tarihlere “Edirne Vakası” veya “Feyzullah Efendi Vakası” adıyla geçen bu isyan önce İstanbul’da başladı ve sonra Edirne’ye sıçradı. Edirne’de bulunan Feyzullah Efendi ve ondan sonraki Şeyhülislam adayı oğlu görevlerinden alındılar. Feyzullah Efendi kaçmaya çalışırken, Pravadi’de yakalandı, yarı çıplak Edirne’ye getirildi.

Feci işkenceler sonucu oğlu ile birlikte başları kesilerek öldürüldüler. Cesetleri ise, parçalanarak Tuna nehrine atıldı. Cesedinin sevenleri tarafından nehirden çıkarılarak Sitti Hatun camii civarındaki Abdülkerim Mektebi avlusuna gömüldüğü rivayet edilmektedir.

Gelelim medreseye: Medrese 1700-1701 yılları arasında Şeyhülislam Seyyid Feyzullah Efendi tarafından inşa ettirilmiştir.

İsmi “Fevziye Dar-ül Hadis-i Medresesi” dir. Kitaplık ve dershane bölümlerinin tek bir binada düşünülmesi, Osmanlı mimarisi içinde çok nadir görülen bir uygulamadır.

Yapıya, avlunun doğusunda açılan eski arka kapıdan girilmektedir. Asıl kapı onarım sırasında zeminden hayli aşağıda kaldığı için örülerek kapatılmıştır. Feyzullah Efendi sokağına bakan asıl kapının üzerinde sülüs hatla yazılmış 4 satırlık bir Arapça tarih kitabesi vardır.

Yapı: kare planlı bir avlunun çevresinde sıralanan mescit, dershane, kütüphane ve medrese hücrelerinden oluşur.

Avlunun kuzeyinde, fevkani olarak inşa edilmiş kare planlı mescit-dershane ve ona simetrik kütüphane bulunur.

Avluyu güney ve batıdan L biçiminde 10 tane medrese hücresi sarar. Üstleri kubbeyle örtülü olan ve 4 x 4 metre ebatlarındaki bu hücrelerde birer ocak ve dolap nişi bulunur. Günümüzde avlunun büyük bölümü çiçek bahçesidir.

Cephe duvarlarında kesme taş, diğerlerinde bir sıra taş, iki sıra tuğla malzeme kullanılmıştır.

Yapının: 9 kubbeyle örtülen bir okuma salonu vardır.

Onarımdan geçmeden önce, medresede: çamaşırlık ve mezarlık bölümü vardır. Ancak yol yapım çalışmaları nedeniyle, her ikisi de yıktırılmıştır.

Medresede, yan sokağa bakan duvarın üstünde, yarı yarıya toprağa gömülü, iki gözlü bir duvar çeşmesi bulunur. Hattat Kami Mehmet Efendinin yazıtına göre çeşme 1700 yılında yapılmıştır. Bu çeşme, günümüzde zeminin 1700 yılından sonra ne kadar yükseldiğini gösterir.

Medrese, ilk yapıldığında yani Feyzullah Efendi döneminde, oğlu Şeyhülislam Mustafa Efendinin 1736 yılında yaptırdığı ve halen kütüphanede mevcut olan bir sayımda belirttiğine göre, burada deftere kayıtlı 1965 kitap bulunuyordu. Ayrıca kütüphanenin 1740 yılındaki sayımında 48 kitabın eksik olduğu, buna karşılık kayda geçmemiş 19 kitap bulunduğu görülmüştür.

1894 yılındaki depremde ve ardından Fatih yangınında hasar gören yapı: 1912 yılında Macar kardeşler caddesinin genişletilmesi sırasında yıkılacak iken Fransız elçisinin hanımı Madame Bombar’ın çabalarıyla kurtulmuştur.

Ardından Ali Emiri Efendinin elinde bulunan birçok yazma ve basma kitaplarını vakıf edeceğinin haber alınması üzerine, Evkaf Nazırı Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendinin gayretleriyle 1916 yılında tamir ettirilmiştir.

Ardından: aynı yıl, Diyarbakır doğumlu bir gezgin ve kitapsever olan Ali Emiri Efendi: hayatı boyunca topladığı, çoğu son derece seçme, içinde Osmanlı tarihleri, Padişah divanları, şuara tezkireleri ve fermanlar bulunan, çoğu nadir ve tek nüsha olan 16 bin cilt kitabını bağışlayarak 17 Nisan 1916 günü yapılan bir törenle ismini kendisinin verdiği Millet Kütüphanesini hizmete açmıştır.

Bağışladığı kitaplar arasında 30 altına satın aldığı, Türk dilinin ilk sözlüğü olan “Kaş-garlı Mahmut’un Divünü lügati Türk” adlı eserinin tek el yazması da vardır. Onun kütüphaneye bağışladığı eserler: Amasya Tarihi müellifi Hüseyin Efendi tarafından kayda geçirilmiş ve vakıf kayıt sistemine uygun olarak hem dillerine hem de konularına göre tasnif edilmiştir. Böylece: medrese bir kütüphane haline dönüşmüştür.

Neden “Millet Kütüphanesi”: Ali Emiri koleksiyonunu buraya bağışladığında, bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi isminin değil de “Ben bu kitapları milletim için topladım ve milletime vakfediyorum” diyerek kütüphanenin adının “Millet Kütüphanesi” olmasını istemiştir. Ali Emiri: 17 Nisan 1916 tarihinde kurduğu kütüphaneye, 23 Ocak 1924 yılına kadar yani ölümüne kadar yaşadığı sürece müdürlük yapmıştır.

1924 yılından itibaren: kendi binaları kullanılamayacak durumda bulunan Reşit Efendi, Carullah Efendi, Hekimoğlu Ali Paşa ve Pertev Paşa kütüphanelerindeki kitaplar, Millet Kütüphanesinde toplanmıştır.

Burada: zamanla sayıları 50 bine yaklaşan el yazması ve Latin harfleriyle yazılmış eserler toplanmıştır. Böylece İstanbul’un en zengin kütüphanesi ortaya çıkmıştır. Kitaplar yanında, yine burada Sultan II. Mahmut’un kendi elleriyle yazdığı son derece değerli levhalar da bulunuyordu.

Ancak 1962 yılında burası Halk Kütüphanesi konumuna geçince vakıf kütüphanelerinin kitapları, Süleymaniye Kütüphanesine nakledilmiştir. Ancak 1981 yılında kütüphanede hizmet veren İl Halk Kütüphanesi, Laleli’deki Simkeşhane binasına taşınınca, buradaki kütüphane yine “Millet Kütüphanesi” olmuş ve “Fatih İlçe Halk Kütüphanesi” olarak hizmet vermeyi sürdürmüştür.

Kütüphanede bulunan yeni eser kitaplar Sakarya Üniversitesi Kütüphane ve Dökümantasyon Merkezine devredilerek, burası araştırma ve ihtisas kütüphanesi konumuna getirilmiş “Millet Yazma Eser Kütüphanesi” adı ile hizmet vermeye başlamıştır.

Günümüzde burası bir araştırma ve ihtisas kütüphanesidir. Feyzullah ve Ali Emiri koleksiyonu olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Ali Emiri koleksiyonu: Arapça, Türkçe ve Farsça olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır. Türkçe yazmalar: tarih, coğrafya, manzum, tıp, müteferrik gibi konularına göre küçük birimler oluşturmuştur. Bu koleksiyonda fermanlar, beratlar ve hatlar gibi kıymetli belgeler bulunmaktadır.

Kütüphanede 2757 Türkçe, 3704 Arapça, 509 Farsça ve 28 diğer dillerde olma üzere 6998 yazma eser ile Arap harfli matbu eserler birlikte 30 bine yakın kitap vardır.

Yapı: 17 Ağustos 1999 depreminde diğer birçok tarihi anıt gibi ciddi hasar görmüştür. Hücre kubbeleri ve dershane kubbelerinde derin ve tehlikeli çatlaklar oluşmuştur.

Ali Emiri

Ali Emiri (1857-1924) ilginç bir kişiliktir. Diyarbakırlı zengin bir tüccarın oğludur. Gençliğinde, babası onu dükkanında çalıştırdığında, müşteri gelip mal sorduğunda Ali Emiri kitap okuduğu yerden “işte orada, fiyatı da şu kadar, almaya niyetin yoksa beni boşuna yerimden kaldırma” derdi. Sonunda, babası bu işin oğluna ya da oğlunun bu işe uygun olmadığını anladı.

Ali Emiri: çoğu Osmanlı gibi devlet memuru oldu. 19 yaşında katiplik görevine yükseldi. Akli fikri kitap biriktirmekteydi. Örneğin: bir kitaba taktığında, sahibi satmıyorsa, bir ikinci nüshasının Yemen’de olduğunu öğrendiğinde, oraya tayin isterdi. Tayin edilir tam gidecekken sahibi kitabı satar, böyle olunca Ali Emiri, tayin çıkan görevden istifa eder. Daha sonra yeniden memuriyete döner. Ancak kendi üslubuyla, 30 yıla yakın bu işi sürdürür.

Halep Defterdarı iken, uzun zamandır maaş alamayan memurlara dağıtması gereken maaş parasını, merkezden hazineye geri isterler Ancak vicdanlı Ali Emiri, gene de maaşları dağıtır, sonra emre uymadığı için yine istifa etmek zorunda kalır. Sahip olduğu bütün kitapları, kendi parasıyla satın almıştır. Parası ile satın alamadığı kitapları ise, tek tek elle yazarak kopyalamıştır.

Ali Emiri, 1908 yılında emekli olduktan sonra kırk civarında kitap dolu sandıkla İstanbul’a gelerek Beyazıt’ta iki katlı bir eve yerleşir. Öldüğünde, evinde bu tür elle yazılmış yani kopya edilmiş 721 tane kitap bulunmuştur.

kont ödon.1
İstanbul Fatih Kont Szechenyi İtfaiye Müzesi

itfaiye müzesi.1
İstanbul Fatih Kont Szechenyi İtfaiye Müzesi

KONT SZECHENYİ İTFAİYE MÜZESİ

Fatih ilçesi, Zeyrek semtinde, İtfaiye caddesindedir.

İstanbul’da bir teşkilat kurulması düşünüldüğünde, hükumet, İtfaiye hizmetlerine  dair Avrupa mevzuatını inceletmiş ve Macaristan itfaiye teşkilatının hepsinden üstün bulunduğu tespit edilmiştir. Durum padişaha iletilmiş ve Kont Odön Szechenyi: 1872 yılındaki büyük İstanbul yangınının ardından, İtfaiye teşkilatını yapılandırılması için, 1874 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Macaristan’dan davet edilmiştir.

Kendisi itfaiyenin askeri disiplinle çalışma esaslarını hazırlamış ve 26 Eylül 1874 tarihinde İstanbul, Beyoğlu, Üsküdar ve Kadıköy’de 4 kara taburu kurmuştur. Ayrıca: Fatih, Samatya, Babıali, Fener, Pangaltı,  Dolmabahçe, Yıldız, Arnavutköy, Sarıyer ve Kuzguncuk’da birer müfreze kurulmuş ve zaman içinde buna bir de Bahriye İtfaiye Taburu ilave edilmiştir.

Yangın söndürme aletlerinin modernleştirilmesine dönük olarak Macaristan’dan dört tulumba satın alındı. Rusya devleti de yangınla mücadele konusunda Osmanlıya destek verdi, Çar Alexander, Sultan Abdülaziz’e, Petersburg yapımı iki tulumba hediye etti. Rus çarı, ayrıca itfaiyecilikte mahir iki adamını İstanbul’a gönderdi.

48 yıl İstanbul itfaiyesini yönetmiş olan Kont, İtfaiye teşkilatını yapılandırdıktan sonra, Paşa unvanı ile taltif edilmiştir.

Biraz kendisinden bahsedelim. Kont, aristokrat bir aileden gelmektedir. Dedesi Macaristan milli kütüphanesinin kurucusudur. Babası ise, Macar askeri tarihine ismini altın harflerle yazdırmış bir kumandandır. 1848-1849 Macar kurtuluş savaşından sonra kurulan devlette ilk imar bakanı olarak görev yapmıştır. Kont Szechenyi: Londra şehrine gittiğinde, Londra itfaiyesine girer. 3 yıl kaldığı İngiltere’de itfaiye sahasında geniş tecrübeler kazanır.

Ardından Viyana’ya  döndü ve Viyana ve Peşte itfaiye teşkilatının başına getirildi. 1870 yılında Peşte şehrinde yeni bir itfaiye örgütü kurdu. 1873 tarihinde çağın en büyük felaketi olarak nitelendirilen vagon fabrikasındaki yangında, tüm itfaiye ekiplerini yönetti. Şöhreti daha da arttır. İlk olarak 1871 yılında İstanbul’a geldi, askeri yapıda bir itfaiye örgütü kurulmasını önerdi, mevcut belediye itfaiyecilerine teorik bir takım bilgiler vererek, onları temel konularda eğitti.

Kendisi gibi itfaiye uzmanı olan arkadaşı Baroni ile birlikte 1874 yılında ikinci kez İstanbul’a geldi. Sultan Abdülaziz’in iradesiyle İtfaiye alayı başöğretmenliğine ve Baroni de yardımcılığına atandı.

Zaman içinde, yangın söndürme işinin askeri olmaktan ziyade Belediye görevi olduğu dikkate alınarak bu görevin Belediyelere devrine karar verilmiş ve 25 Eylül 1923 tarihinde askeri itfaiye görevi fiilen Belediye itfaiyesine devredilmiştir.

Müze: 1931 yılında İtfaiye için idari merkez olarak kullanılan binanın yanında, dönemin itfaiye çalışanları tarafından açılmıştır. 1998 yılında müzenin ismi “Kont Szechenyı İtfaiye Müzesi” olarak değiştirilmiştir.

Günümüzde müze: Beşiktaş Yıldız Parkı yanındaki eski bir su sarnıcı olan yeni mekanına taşınarak 2013 yılında ziyarete açılmıştır.

Müzede: yaklaşık 200 yıl öncesine kadar İstanbul’da kullanılan yangın söndürme aletleri ve tulumbalar ile tulumbacı ve itfaiyeci kıyafetleri sergileniyor.

hagios polyeuktos.0
İstanbul Fatih Ayios Polyeukta Kilisesi

AYİOS POLYEUKTA KİLİSESİ

Fatih Heykelinin tam karşısında, ana cadde üzerindeki küçük bir parkta, bu kilisenin kalıntıları görülebilir.

İmparator III. Valentinus’un yeğeni Anicia Juliana: 524-527 yılları arasında Forum Tauris’ten Havariyyun kilisesine giden ve Mese olarak isimlendirilen ana caddede: Konstantiniani veya Theodosianai diye adlandırılan bölge, aile mülkü yakınlarında, Aziz Polyeuktos’a adanan bir kilise yaptırdı. Kilise, Mese caddesinin kuzeyinde, yamaçta kuruldu.

Tüm yapı: Vaftizhane, Martriyum ve dışarıdan 52 x 58 metre büyüklüğündeki ana mekandan oluşuyordu. Bu mekanın geniş  merdivenlerle ulaşılan narteksi, atriumun seviyesinden 5 metre daha yüksekti. Ortadaki nefin kubbeyle örtülü olduğu sanılıyor. Bir kısım belgeye göre, kilisenin iç donanımının oldukça zengin olduğu düşünülüyor. Zemin ve duvarlardaki mermer kaplamalar, mozaik ve taş kakmalarının çok özel nitelikte ve sanat tarihi açısından önem taşımaktadır. Marmara adasından getirilerek işlenmiş mermerler ve kabartmalarla bezenmiş yapı taşları bulunur.

Evet devam eden süreçteki gelişmeler şöyledir. Günümüze kadar ulaşan kubbeli mahzenler, 7’nci yüzyılda molozla doldurulur. İkonacılık döneminde, kilisenin figüratif kabartmalı ortadan kaldırılır. Kilise 10’ncu yüzyılın ikinci yarısına kadar kullanılır. 10’ncu yüzyıl sonu veya 11’nci yüzyıl başında, yapı harabe hale gelir. Buna sebep olarak: 1010 yılındaki depremden etkilendiği düşünülmektedir. 12’nci yüzyılın ortalarına doğru atrium yağmalanır. Kuzeydeki yapı sarnıca dönüşür ve atrium, mezar olarak kullanılır. Nispeten iyi korunarak gelen kilise, 1204 yılındaki Latin Haçlı istilasında tamamen yağmalanır.

Pek çok parçası Venedik’e kaçırılır ve oradaki San Marco manastırında kullanılır. Diğer yapı parçaları, eski İstanbul’da diğer yapılarda yeniden kullanılır. Azizlerin kutsal kalıntıları ise, 14’ncü yüzyılda Rus hacıların yazdıklarına göre Havariun kilisesinin bir yan şapelinde bulunmaktadır. İstanbul’un fetih edilmesinden sonra, kilise kalıntılarının kuzeydoğusunda, 1474-1475 yılları arasında mimar Ayas mescidi yapılır. 1489 yılında kilise kalıntılarının üstüne Karagöz mescidi inşa edilir ve 1493-1494 yılları arasında, Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa hamamı eklenir. Her iki yapıda da özellikle hamamın temelinde, buradan alınan yapı taşları kullanılır.

1943 yılında Atatürk Bulvarının yapılmasıyla İbrahim Paşa hamamı ve harap durumdaki Karagöz Mescidi yıktırılır. 1958 yılında mimar Ayas mescidi de yıktırılır. Saraçhane’deki kazı çalışmalarında, 1912 yılında ilginç bir sütun başlığı bulunur. Bunlardan biri de yazıt fragmanıdır. Bunun üzerinde, Polyeuktos kilisesinin bulunduğu bölge 1964-1968 yılları arasında pek çok kazı yapılarak incelenir. İç donanıma ait pek çok yapı malzemesi ve Polyeuktos kilisesinin temelinden bahçe ile de ilintili pek çok temel parçası ortaya çıkarılır.

Evet, Ayasofya öncesinde şehirdeki en büyük bazilikalardan biri olan kilisenin kalıntıları günümüzde parkta dağınık halde bulunan yapı parçalarının muhtemelen bu kiliseye ait olduğu düşünülmektedir.

1500 yıllık bu kalıntılar, bulunduktan sonra uzun süre bakımsızlıktan açık hava tuvaletine dönüşmüştü. Ancak yakın geçmişte, çevre ve tarihe duyarlı üç genç tarafından, burası açık hava müzesine dönüştürüldü. Bu üç gencin (Nihan Parlak, Barış Baruter, Mert Güller) yaptıkları mücadeleden söz etmek istiyorum. Bu gençler, Milli Eğitim Bakanlığının düzenlediği proje yarışmasına katılırlar.

Proje konusu olarak: Saraçhane’deki Ayios Polyeuktos kilisesi seçilir. Çevresi devlet kurumlarıyla çevrili 1500 yıllık kilise, içler acısı durumdadır ve kilise kalıntılarını yakından incelemek isteyenler burunlarını tıkamak zorunda kalıyorlardı. Bu üç lise öğrencisi, kilise kalıntılarını temizleyip, burayı turistik bir mekana dönüştürmek istiyorlardı. Belediye bu isteklerine olumlu cevap verdi.

İlk iş olarak kalıntıların çevresi, belediye tarafından tel örgü ile çevrildi ve kalıntılar olumsuz dış etkilerden biraz olsun kurtarıldı. Ancak en son gördüğüm manzara yine içler acısıdır. Kalıntıları çevreleyen tel örgünün yer yer yıkıldığını ve kalıntıların bulunduğu alanın yine kestirme yol ve tuvalet olarak kullanıldığını gördüm.

FATİH BELEDİYE BİNASI

Saraçhane parkının güneyinde, Atatürk Bulvarı ve Şehzadebaşı caddesinin kesiştiği yerdedir.

Burada iki taş bina vardır. Bir tanesi Fatih Belediye binası ve diğeri İtfaiye teşkilatı binasıdır. Her iki bina da: “I. Ulusal Mimarlık” akımı ölçütlerine göre, 1914 yılında yapılmıştır. Eserlerde: klasik Osmanlı mimarisi elemanları vurgulanmıştır. Sivri kemerli pencerelerin üstünde, çini bezemeler görülür. Bu stildeki tasarımlar, o yıllarda çok modaydı. Kadıköy’de iskele karşısındaki Belediye Binası da buna çok benzer ve aynı yıl yapılmıştır.

hırkai şerif camisi.1
İstanbul Fatih Kutsal Hırka ve Hırka-i Şerif Camii

KUTSAL HIRKA VE HIRKA-İ ŞERİF CAMİ

Haseki caddesi üstündedir.

Caminin ünü: özellikle Ramazan aylarında sergilenen, Peygamberimizin hırkasından gelir. Bu kutsal emanet: Veysel Karani’ye hediye edilmiştir. (Veysel Karani hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenler, yine bu sitede bulunan, Bitlis yöresindeki Veysel Karani Türbesi yazısını inceleyebilirler)

Hırkanın: Peygamberimizin miraca çıkarken üzerinde bulunduğu söylenmektedir. Hırka: 1.20 metre uzunluğundadır, sekiz parçadan oluşur, bej renklidir ve cam kapaklı, gümüş bir sandık içinde saklanmaktadır.

Veysel Karani evlenmediğinden ve çocuğu olmadığından ölümünün ardından hırka kardeşi Şihabeddin el-Üveysi’ye geçmiştir. Üveys aşireti, Irak ve Güneydoğu’da ikamet ettikten sonra, Kuşadası’na göç etmiş ve burada uzun süre tarımla meşgul olmuş, aşiret halinde yaşamışlar, sahip oldukları emanet nedeniyle kendilerine “Hırka-i Şerif Şeyhleri” denilmiştir.

Böylece Üveysi sülalesinin elinde kalan Hırka-i Şerif: 17’nci yüzyıl başlarında ailenin o tarihteki reisi Şükrullah Üveysi tarafından Sultan I. Ahmet’in fermanı üzerine İstanbul’a getirilmiştir.

Üveysi ailesi İstanbul’a yerleşmiştir.

Ancak, Üveysi ailesinin Fatih semtinde yerleştiği evde sergilenen hırkanın korunması için: Sadrazam Çorlulu Ali Paşa: kagir bir hücre ve yanında bir çeşme ve imaret inşa ettirmiştir.

1725 yılında ise, Şeyh Osman Üveysi zamanında, bir vakıf kurulmuştur.

Ancak, zamanla yapının ziyaretler için yetersiz kalması üzerine, 1780 yılında Sultan I. Abdülhamit, bugünkü Hırka-i Şerif camisinin avlusunda kalan hücreyi inşa ettirir.

Bu hücre, Sultan II. Mahmut zamanında, 1812 yılında yenilenir. Bu bilgi Eski Hırka-i Şerif odasının dış duvarındaki kitabede yazılıdır. Kitabenin hattı Mehmet Şehabettin’e aittir. Oda içinde mavi-beyaz renkli Kütahya işi çiniler kullanılmıştır.

Ancak bu hücre de ziyaretler için yetersiz kalır. Bunun üzerine, Sultan Abdülmecid tarafından günümüzdeki cami yaptırılır.

Hırka-i Şerifler ve ziyaretler

İstanbul şehrinde, Peygamberimize ait iki adet hırka saklanmaktadır. Bunlardan bir tanesi Veysel Karani’ye hediye edilen ve yukarıda anlattığım hırkadır.

Diğer hırka ise, Topkapı Sarayında Hırka-i Saadet denen yerde saklanan hırkadır. Bu hırka: Hz Muhammed’in Kab bin Züheyr’e hediye ettiği sanılan “bürde” bir anlamda “Peygamberin halifesi olmanın simgesi kabul edilerek” özel bir çekmecede koruma altına alınmıştır. Bu kutsal emanetin hikayesi şöyledir: Muhammed ve İslam’ı hicveden şiirler yazan şair Züheyr: erkek kardeşi Büceyr’in Müslüman olmasından hoşnut olmaz.

Mekke şehri Müslümanlar tarafından ele geçirilince, şair Züheyr için idam kararı alınır. Ancak bu sırada yaptıklarından pişman olan Züheyr: gizlice Medine’ye gider ve kendisini tanıtmadan Hz Muhammed’in huzuruna çıkar. Hz Muhammed tarafından affedildiğini öğrenince, kendini tanıtır ve Peygamberimizi öven ünlü şiiri “Kaside-i Bürde” yi yazar. Kasideyi çok beğenen Peygamberimiz, sırtındaki hırkasını çıkararak Züheyr’e hediye eder.

Bu hırka: Muaviye Ebi Süfyan tarafından on bir dirhem verilerek satın alınmak istenir ancak Züheyr onu satmaz. Ancak ölümünden sonra, Muaviye yirmi bin dirhem karşılığında hırkayı satın alır. Hırka: sırasıyla Emeviler ve Abbasilere geçer ve bir süre Mısır’da korunur ve Abbasi halifeleri tarafından bazı törenlerde giyilir.

Yavuz Sultan Selim: 1517 yılında Mısır’ı fetih ettiğinde Hilafet, Abbasilerden Osmanlı Padişahlarına geçer. Bu olayın ardından son Abbasi Halifesi III. Mütevekkil’de bulunan, Hz, Peygamberin Hırkası (Hırka-i Saadet) Yavuz Sultan Selim’e verilir ve İstanbul’a getirilir. Bu hırka: 1.24 metre boyunda, geniş kollu ve siyaha çalan yünlü kumaştan yapılmıştır. İç kısmı, krem renkli yünden kaba bir kumaşla kaplıdır. Önünde, sağ tarafında bir parçası eksiktir. Sağ kolunda da eksiklik vardır.

hırka-i saadet.dairesi.1
İstanbul Fatih Hırka-i Saadet Ziyaret Törenleri

Hırka-i Saadet ziyaret törenleri

Yavuz Sultan Selim’in yaptığı sefer sırasında ele geçirdiği eşyalar Saraya getirildikten sonra bir süre Harem Dairesinde muhafaza edildi ve daha sonra da Hasoda’ya alındı. Hasoda: Fatih Sultan Mehmet döneminde, Padişahların Enderun avlusundaki özel dairesi olarak yapılmıştır. 16’ncı yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı sultanları tarafından ikamet için kullanılmıştır. Hasoda’da “Mukaddes Emanetler Dairesi” bulunurdu.

Bunlar arasında Hz. Muhammed’in hırkası olduğu kabul edilen Hırka-i Saadet denen kutsal emanet: özel bir çekmecede koruma altına alındı.

İşte bu hırka için, Sarayda yapılan bir törenle ziyarete başlanırdı.

Ramazan ayının 12’nci günü: Hasodalılar tekbir ve selat ü selam getirerek Hırka-ı Saadet ile diğer mukaddes emanetleri bir başka daireye götürürdü. Bu daire, 17’nci yüzyıl ortalarından itibaren Revan köşkü olarak sabitlenmişti. Mukaddes emanetler, Hasoda’dan çıkarıldıktan sonra, iki gün boyunca burası gül sularıyla yıkanır, silinip temizlenir ve sonra mukaddes emanetler buraya taşınırdı. Ramazan ayının 14’ncü gününe denk getirilen bu taşınma sonucunda 15’nci günün sabah namazını, dönemin sultanı burada kılardı.

Namaz sonrasında ise, ziyareti yapacak olan tüm makam sahipleri ve din bilginleri saray meydanında toplanırdı. O sırada öğle namazını Ayasofya’da kılan Sadrazam ve Şeyhülislam da, Saray meydanında toplanan kişilere katılarak “Hırka-i Saadet Alayı” nı oluştururdu. Bu alay, hep birlikte Saraya alınır ve Hasoda’daki arz haneye davet edilirdi. Bunun ardından, Sultan Hasoda ağalarına gümüş sandukayı ve yedi kat bohçaya sarılı olan küçük altın çekmeceyi açtırır ve Hırka-ı Saadet dışarı çıkarılırdı. Bundan sonra sembolik bir temizlik işlemi yapılırdı.

Temizlik, Sultan tarafından hırkanın bir yeni veya bir yaka düğmesi, altın tas içinde, zemzem suyu ile yıkanırdı. Yıkanan kısım, amberli ateşdan (bir tür ocaktır) ile kurutulur ve hırka, sırma işlemeli bir yastık üstüne konularak, başında Sadrazam ve Şeyhülislamın bulunduğu, Alaydaki kişiler içeri alınarak hırkaya yüz sürülürdü. Bu sırada da tören boyunca, Hasodalıları hünkar imamı ve müezzinler de Kuran-ı Kerim okurlardı. Bu temizlik ve yüz sürme seramonisi: 1825 yılından itibaren, hırkadaki yıpranmaların önüne geçmek için değiştirilmiş ve hırkanın üzerine bir tülbent örtülmeye başlanmıştır.

Her sene değiştirilen tülbent, o günün anısına bir kişiye hediye edilirdi. Bu törende, ziyaretçiler ve İstanbul halkı tarafından önemli, bir başka husus vardı. O da, Sultan tarafından altın tas içinde zemzem suyu ile sembolik olarak yıkanan hırkanın yıkama suyu yani tastadi suyu, birer-ikişer damla şeklinde ziyaretçilere dağıtılırdı. Bu suya “ma-mübarek” denirdi. Yani mübarek su. Halk bu suda şifa olduğuna inanır ve hastalıklarına çare olması için içerlerdi. Hatta bu törenden sonra, İstanbul’daki kimi dükkanlarda ağzı mühürlü olarak şişelerde sözde “mübarek su” satışa çıkardı.

Bu törenden sonra: Valide Sultan başlarında olarak harem kadınları, Padişahın gözetiminde “Hırka-i Şerif” ziyaret ederler ve bu sırada dışarıda, saray çalışanlarına tepsilerle baklava dağıtılırdı. Bu dini tören 1922 yılına kadar sürdü ve bu yıllarda boşalmış olan Topkapı Sarayına, Dolmabahçe Sarayından gelip tören yapılırdı.

hırkai şerif.1
İstanbul Fatih Hırka-i Şerif

Hırka-i Şerif ziyaret törenleri

Hırka-i Şerif’in sorumluluğu Karani soyundan gelen şahıslara aittir. Veysel Karani’nin 57’nci kuşaktan torunu olan Haşim Köprülü’nün eşi Nuriye Köprülü’nün Kasım 2005 ayında ölümünün ardından kızı Gülay Köprülü bu görevi üstlenmiştir.

Yukarıda anlatılan yani Topkapı Sarayındaki Hırka-i Şerif törenlerinin dışında: 1617 yılından başlayarak, Veysel Karani’den günümüze ulaşan Hırka-i Şerif de ziyaret edilirdi. Burada yapılan törenlere de Sultan yerine Valide Sultan başkanlık eder ve tören, onların idare ve gözetiminde yapılırdı.

Üveysi ailesinin reisi veya onun vekil tayin ettiği kişi: mukaddes hırkayı, nişin önüne konulan som altından yapılmış bir sehpanın üstüne koyar, arkasına geçer ve hırka bu şekilde ziyarete açılırdı. Doğu yönündeki galeriden salat ve selam okuyarak bu alana giren ziyaretçiler, Hırka-i Şerif’i ziyaret ettikten sonra, hırkaya sırtlarını dönmeden, geri geri batı yönündeki kapıdan çıkarlar.

Cami

Fatih ilçesi Atikali semtinde Hırka-i Şerif mahallesindedir. İlk önce, camiye konulacak mukaddes emaneti koruması için bir jandarma karakolu kurulmuştur. Günümüzde bu karakol, caminin karşısındadır ve ilkokul olarak kullanılmaktadır. Ayrıca: Üveys ailesinin en yaşlı bireyine yani reisine, satılmamak kaydı ile bir mülk, aile reisinin reşit olmaması durumunda o kişiye vekalet edecek kişi için bir vekil odası da yaptırılmıştır.

Ardından cami yapımına 1847 yılında Sultan Abdülmecit tarafından başlattırılır.

Mimarın Garabet Balyan olduğu tahmin edilmektedir. Caminin en önemli özelliği: o dönemin Batı tarzını yansıtır şekilde inşa edilmesidir. Cami yüksekçe bir set üstüne inşa edildiğinden, alt taraftaki girişte bolca merdiven basamağı vardır. Avlunun birkaç giriş kapısı vardır.

Ahşap kapılar anıtsal büyüklüktedir. Avlunun ön girişinin karşısındaki ahşap konut: çevrenin en güzel karakteristik sivil yapılarından birisidir. Giriş kapısının üzerindeki 1851 tarihli kitabe metni Ziver Efendi tarafından kaleme alınmış ve hattat Kazaesker İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Ana mekan: 8 köşelidir ve tek bir kubbe tarafından örtülür. Kubbe yaklaşık 11 metre çapındadır. Kubbede Nur Suresinin 35’nci ayeti yazılıdır.

İç mekan: küçüktür, dönemin özelliklerini yansıtan ampir ve rokoko gibi süsleme unsurları içerir. Oldukça büyük pencereler, bu küçük camiyi yeterince aydınlatır. Pencereleri ahşap doğrama olup, içte ve dıştan motifli parmaklıklarla korunmuştur. Pencerelerin üstünde bulunan ayetler, Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Kapalı mekanın diğer süsleme unsurları: hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından hazırlanan yazılardır.

Ayrıca minberin üstünde, Sultan Abdülmecit’in yazarak imzasını attığı levhalar da bulunur. Ortadaki kapının sağ ve sol yanlarındaki ikişer sütun, son cemaat yerini tutar. Kapı üzerindeki yuvarlak ve kocaman, tuğralı cam süsleme biçimi: kiliselerdeki gülbezek motifini andırır. Zaten bu ve benzeri eklektik yapılarda, diğer mimari süsleme biçimlerinden her zaman yararlanılmıştır.

Camide, 2 minare vardır. Minareler tek şerefelidir. Minarelerin kaideleri, ustalıkla bina gövdesi içine gizlenmiştir. Minareler, cami giriş kapısının bulunduğu duvarın iki köşesine yerleştirilmiştir. Bu köşelerden yükselen minareler, cami tavanına eriştiğinde silindir şeklinde yükselir. Minarelerin külahının hemen alt bölümünde ise alışılmadık bir şekilde çok güzel süslemeler yapılmıştır.

Hünkar Mahfili

Hünkar Kasrı: caminin kuzey tarafındaki kanadın üst katındadır. Hünkar Dairesi ise, caminin kuzey tarafında iki katlı olarak inşa edilmiştir.

hırkai saadet.2
İstanbul Fatih Hırka-i Şerif Dairesi

Hırka-i Şerif Dairesi

Hırka-i Şerif: camide üst katta saklanıyor. Yani mihrap duvarına bitişiktir. Bu bölümün alt katında mukaddes Hırka-i Şerif muhafaza edilmekte, üst katında ise ziyarete açılmaktadır. Hırka-i Şerif dairesi sekizgendir. Kubbesi basıktır. Ziyarete kapalı olduğu günlerde, hırka bu yapının zemin katında muhafaza edilir. Bu yapı, kuzey tarafından camiye bitişiktir.

Yapının üst katı ise, ziyaret yeridir. Pencere kemerleri yuvarlaktır. Bu kemerli pencerelerden bir tanesinin camı yoktur, örülüdür. Buna mimari yapıda sağır pencere denir. Ziyaret zamanlarında mukaddes hırka, işte bu pencerenin önünde ziyarete açılır. Duvarlarda çelenkler ve helezoni dallarla süsleme yapılmıştır.

Her ramazan ayının ilk Cuma gününden son Cuma gününe kadar ziyarete açılıyor. Karani soyundan gelen bir kişi, ilk Cuma günü kapıyı ziyaretçilere açıyor. Camide: bir hünkar dairesine ilaveten, Hırka-ı Şerif’in alındığı Üveys ailesi için yapılmış bir bölüm vardır. Yani: Üveysi ailesinin en yaşlı erkek bireyi yani reisi burada yaşamaktadır.

Hırka-i Şerif İlkokulu

Caminin hemen yanındadır. Burası, cami yapılmadan önce Hırka-i Şerif’in  korunması için kurulan Jandarma karakol binasıdır.

akseki mescidi.1
İstanbul Fatih Akseki Mescidi

AKSEKİ MESCİDİ

Hırka-i Şerif camisi yakınındadır. Mescidin bulunduğu mahalle, günümüzde “Aksekili Mahallesi” olarak bilinir.

Camiyi ilk yaptıran Aksekili Kemalettin Efendi, İstanbul’un fethine katılmış ve mescidi 1453 yılında yaptırmıştır. Cami: 16’ncı yüzyıl sonlarında: Reisülküttab Dal Mehmet Efendi tarafından, ahşap olarak yeniden yaptırılmıştır. Ardından yine uzun süre bakımsızlıktan harap olan mescit: 1897 yılında Hacı Şevki Aşkı Efendi tarafından ahşap olarak yeniden yaptırılmıştır ve böylece son şeklini almıştır.

Bu yenilemeler sırasında mescide minber ve minare eklenmiş ve camiye dönüştürülmüştür. Cami: dikdörtgen planlıdır. Kapalı ve küçük, iki katlı son cemaat yeri vardır. Binanın içi 7.20 metre genişliğe ve 11 metre derinliğe sahiptir. Ahşap tavanın göbeği, yedi kollu bir yıldız şekliyle süslenmiştir.

Çatı kiremit örtülüdür. Minare sağda, son cemaat yeriyle harimin birleştiği yerdedir. Kaidesi kesme taş ve tuğladan, gövde tuğla ile örülmüştür. Şerefesi kesme taştan, külahı kurşunla kaplanmıştır. Minarenin girişi mescit içindendir.

Camiyi yaptıran her üç baninin kabri de, mihrap önündeki hazirede bulunmaktadır.

mesih paşa camii.0
İstanbul Fatih Mesih Mehmet Ali Paşa Camii-Bodrum Camii-Mirelaion Kilisesi

MESİH MEHMET ALİ PAŞA CAMİİ-BODRUM CAMİİ-MİRELAİON KİLİSESİ

Laleli camisi karşısındaki sokağın sonunda, Hırka-i Şerif camisinin yakınında, Mesihpaşa mahallesindedir.

Cami: Roma dönemine ait yuvarlak bir yapının kenarında yükselmektedir. 30 metre çapında olan yuvarlak yapının, muhtemelen bir mezar binası olduğu düşünülmektedir. Ancak tamamlanamadığı tahmin edilmektedir. Hatta burası I. Romanos’un yaptırdığı İmparatorluk mezarı olarak düşünülürken, buradan çıkan lahitlerin, bir İmparator için basit olması, bu tahminleri boşa çıkarmıştır.

Bizans döneminde öldükten sonra sur içine gömülmek için ya imparator ya da asilzade olmak gerekiyordu. Bu yüzden sur içinde yapılan kiliselerin mezarlıklar da genellikle imparatorlar ve asillere aitti.

Bazı araştırmacılara göre: Bizans dönemine ait kısmen kubbeli ve kısmen çapraz tonozlu üst örtünün, özellikleri de dikkate alınarak, 10’ncu yüzyılda Romanos I. Lekapenos’un sarayının alt yapısı olarak değerlendirildiği düşünülmektedir. Bu yuvarlak yapı, Bizans döneminde, içine devşirme sütunlar dikilerek su sarnıcına çevrilmiştir. Çapı dıştan 30 metre ve duvar kalınlığı yaklaşık 5 metredir.

2.50 ve 2.90 metre yükseklikteki sütunların üzeri de, tonoz örtüyle kapatılmıştır. Güneydoğu tarafı, kayalara oturtulmuştur. 1965 yılında yapılan temizleme çalışmaları sırasında boşaltılan molozun içinde Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait çeşitli buluntular ele geçirilmiştir.

Bunların içinde, en önemlisi bir heykele ait olduğu anlaşılan porfir parçadır. Arkeologlar tarafından bu parçanın: Venedik San Marco kilisesinin güneybatı köşesindeki “Tetrark Heykel Gurubu”nun kırık bölümü olduğunu saptanmıştır. Yapılan ölçümler sonucunda da bu tez kanıtlanmıştır. Tetrakların İstanbul’dan götürülmüş olduğu kesinlik kazanmıştır.

Bu buluntuya ulaşılıncaya kadar söz konusu heykel gurubunun Filistin’deki Akra şehrinden Venedik’e götürüldüğü tahmin ediliyordu. Sarnıç da cami gibi iyi korunarak günümüze ulaşmış ve 1992 yılında geçirdiği onarımın ardından, günümüzde çarşı olarak kullanılmaktadır.

Bu yuvarlak yapının üstüne, Bizans imparatoru I. Romanos Lekapenos (920-944) sarayını kurdurmuştur. Ardından, burada Myrelaion adı verilen bir manastır inşa ettirir. Saray ve manastır, sarnıca dönüştürülen Roma dönemi yuvarlak yapısının üstünde ve yüksekte olduğundan: kilisenin de altında yüksek bir bodrum katı ve bir kripta yapılması gerekli olmuştur.

1970’lerde temizlenen, mabedin tam altındaki bu mahzen kısmı, aslında İmparator Romanos’un kendisi ve aile fertleri için mezar yeri olarak tasarlanmıştır.

Manastır daha sonra: camiye dönüştürülür ve “Bodrum camisi” ismini alır. Yapının “Bodrum cami” adını almasının sebebi: altında bulunan ve caminin yüksekliğinin komşu binalarla eşit olmasını sağlayan mahzen ve sarnıçtır.

Arkeolojik çalışmalar

Yapının arkeolojik çalışmaları: 1930 yılında D.Talbot Rice öncülüğündeki İngiliz arkeoloji heyeti camide araştırma yapmıştır. Bu çalışmalar sırasında mozaik bulma ümidiyle bütün duvar sıvaları kazınmıştır. Ancak istenilen derecede önemli buluntu tespit edilememiştir.

1964-1966 yılları arasında ise Sriker, caminin altındaki bodrum olarak adlandırılan mahzeni temizlemiş, R. Naumann ise cami çevresinde bir kazı yaparak, Romanos’un sarayını bulmaya çalışmıştır.

Bu çalışmalarda: buranın Bizans döneminde, İmparator I. Romanos Lekapenos tarafından, saltanatının başında, kendi sarayı ile birlikte yaptırılan “Mirelaion” yani “Kutsal mür yağı yeri” manastırı olduğu saptanmıştır.

Güzel kokulu kutsal yağdan gelen “Mirelaion” adının, İkonakırıcılık dönemindeki dini ve siyasi çekişmelerden ötürü, balık yağı kokusu anlamına gelen “Psarelaion” a dönüştüğü de Bizans efsanesidir. Evet, İmparator I. Romanos Lekapinos: burada kendi sarayını ve yanında küçük bir manastır inşa ettirmiştir.

Muhtemelen İmparatorun eşi Theophano, hayatının son günlerini bu manastırda geçirmiştir. Manastırın hemen altında, 922 yılında ölen Theophano’nun gömüldüğü mezar şapeli vardır. Hatta: İmparator I. Romanos, bir söylentiye göre, bu mezarlığın prestijini arttırmak için, 602 yılında öldürülen İmparator Mavrikios ve çocuklarının cesetlerini de buraya getirtmiştir. 932 yılında ölen oğlunu da buraya gömdürmüştür. Daha sonraları 961 yılında ölen kızı Helena da buraya gömülmüştür.

Mirelaion manastırı: 10’ncu yüzyılın sonları ile 11’nci yüzyılın ortalarında: kadınlar manastırı kimliğine bürünmüştür. Bu durum: I. Romanos’un 944 yılında tahttan indirilmesiyle yerine geçen İmparator II. Romanos’un kız kardeşini rahibe olarak 960 yılında bu manastıra kapatmasıyla anlaşılır. Ayrıca 1057 yılında tahta geçen I. İsaakios Komnenos’un karısı Katerina ve kızı Maria’nın yine manastırda rahibe olmaları bunu kanıtlamaktadır.

Manastırın yanında, bugünkü mermer terasın bulunduğu yerde, Rotunda olarak bilinen daha erken dönem Roma binasının temelleri üzerine, bir de saray inşa edilmiştir.

Manastırın ana mekanı, yüksek ve pencereli bir kubbeyle örtülüdür. Yapının doğu tarafında, içten yarım yuvarlak,  dıştan üç cepheli bir apsis ile iki yanında yonca biçiminde planlanmış hücreler vardır. Kubbenin orijinal hali korunmuştur. Caminin yanında bir de su sarnıcı vardır.

Camiye çevrilme

Kilise: 15’nci yüzyıl sonlarında, Bizanslı Palaiologos hanedanına mensup, İslam’a geçerek 1480 yılında başarısız Rodos taarruzunda, Sultan II. Mehmet kuvvetlerine komutanlık yapan, Mesih Mehmet Paşa tarafından 1485 yılında camiye çevrilmiştir.

1501 yılında Galata’da bulunan barut mahzenine yıldırım düşer ve yangın çıkar. Sadrazam Mesih Paşa ve Galata kadısı yangın söndürme çalışmalarına katılırlar. Bu sırada, yüksekçe bir yerden düşerler. Mesih Ali Paşanın ayakları kırılır ve müddet sonra da ölür. Kabri: Aksaray’da bulunan “Murad Paşa Cami” haziresindedir.

Caminin mimarı Davut Ağa’dır. Camiye dönüşüm sırasında, eski yapıya çok müdahale edilmemiştir. Bir mihrap, basit bir ahşap minber ve sağ tarafına da minare ilave edilmiştir. Hiçbir şekilde herhangi bir Türk mimari unsuru eklenmemiştir. Hatta bu işlemler sırasında, son cemaat yeri dahi ilave edilmemiştir. Binadaki tek değişiklik: kubbeyi ve dört büyük tonozu taşıyan sütunlarda olmuştur. Muhtemelen bir yangında zedelenen bu sütunların yerine veya çevrelerine, taştan payeler yapılmıştır.

Tuğla ile inşa edilen kagir yapıda, yer yer kesme taş kullanılmıştır. Yine kesme taştan yapılan ve caminin sağ tarafında bulunan minaresi, tek şerefelidir. Ana mekan, pencerelerle aydınlatılan yüksek bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbe orijinal haliyle korunarak günümüze gelmiştir.

Cami: 1782 yangında zarar görmüş ve tamir edilmiştir. 1911 yılındaki yangında yine hasar gören yapı, uzun süre kaderine terk edilmiştir. 1965 yılında tekrar tamir edilmiş ve 1985 yılına kadar yine kaderine terk edilmiştir. 1987 yılında ise yine tamir edilerek ibadete açılmıştır. Günümüzde küçük bir son cemaat yeri vardır.

Mezarlık şapeli: imam eşliğinde ziyaret edilmektedir. Burada: mihrabın sol tarafında: ayakta duran Meryem Ananın önünde diz çökmüş ve hediye sunan kadın bağışçının tasvir edildiği fresko, İstanbul camileri içindeki tek freskodur.