İstanbul Bakırköy

bakirkoy-1
İstanbul Bakırköy

Bakırköy: Roma imparatorluğu döneminde, İmparatorluğun Avrupa bölümünü, Bizanstion şehrine bağlayan “Via Egnatia” yolu üzerinde bulunmasıyla önem kazanmıştır. Çünkü burada yol üstü konaklama yerleri yapılmıştır.

Roma dönemindeki ismi “Hebdemon” dur. Bunun kelime anlamı “Yedinci” yani “kent surlarından itibaren, buranın yedinci mil’de bulunması” dır. Burası: şehre gelen önemli konukların ve askeri birliklerin karşılandıkları ve yolcu edildikleri yer olarak biliniyordu.

İmparator I. Constantinus döneminde; burada: gösterişli konaklar, yazlık saraylar, av köşkleri ve kiliseler varmış ve dönemin en gözde semtlerinden birisiymiş. 1960’lı yıllarda yapılan kazılarda: bu dönemden kalma, en eski kiliselerden biri olan “Ayios İonnes” in kalıntıları bulunmuştur.

Bizans döneminde: burası “Makro Hori” yani “Uzun köy” ve “Marki Hori” yani “Uzak köy” diye isimlendirilmiştir. Müslüman halk: burayı “Makriköy” olarak isimlendirmiş ve 1925 yılında, yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi sırasında ise, bu isimlerden hareketle, yöreye “Bakırköy” ismi verilmiştir.

Bizans’ın ilk dönemlerinde: burada: bahçeler, hamamlar, köşkler ve havuzlar bulunuyormuş. Ancak: 1204 yılındaki Latin Haçlı istilasındaki saldırılarda tamamen yıkılmış ve yağmalanmıştır. Ardından bölgenin canlılığı kalmamış, küçük bir balıkçı ve bostan köyü olarak yaşam devam ettirilmiştir.

Fetihten sonra: Osmanlı bu uzak köye yerleşmemiştir. İlk yerleşim: 1600’lü yıllarda Kocamustafapaşalı Derviş Ahmet Efendi tarafından yaptırılan Çarşı camii ve hamam ile birlikte gerçekleşmiştir. Yani: Çarşı camii, bölgenin en eski yapısıdır. Ancak gerek cami ve gerekse hamam, sonraki dönemde yapılan onarımlar sonucu özgün özelliklerini yitirmiştir. Bu dönemde, bölgenin ilk yerleşimcileri Rumlardı. Ancak 19 yüzyılın başlarında, İstanbul ve başka şehirlerden gelen birçok Rum aile, yine buraya yerleşmişlerdir.

Bölgenin daha da canlanmasının temelinde: Sultan II. Mahmut döneminde, Ataköy’de yaptırılan Baruthanenin etkisi büyüktür. Bu dönem, aynı zamanda Ermenilerin, buraya yerleşmelerinin başlangıcı olmuştur. Çünkü Sultan II. Mahmut: baruthane inşaat işini Hovhannes Dadyan isimli bir Ermeni mimara vermiş ve o da Ermeni ustalarla birlikte inşaatı yürütmüştür.

bakirkoy-2
İstanbul Bakırköy

Günümüzde de görülen ve karşı karşıya duran Aya Yorgi ve Surp Asdvadzadzin Rum ve Ermeni kiliseleri, geçen yüzyılın ortalarında yapılmıştır. Ayrıca: Yenimahalle’ye doğru bir de İtalyan Katolik kilisesi ve Rum mezarlığında, Analipsis kilisesi vardır.

Sultan II. Abdülhamit döneminde, Bakırköy iyice canlanmıştır. Birçok bey ve paşa: burada evler, köşkler ve konaklar yaptırmış, parklar, bahçeler ve eğlence yerleri açılmıştır.

bakirkoy-3
İstanbul Bakırköy

1850’li yıllarda ise, günümüzdeki Yenimahalle’de: Bakırköy Basma ve Bez Fabrikası (Sümerbank) kurulur. 1870 yılında, Fransızlar tarafından yapılan demir yolu buradan geçince, bölge hızla gelişmiş, nüfus artmış ve Osmanlı ailelerinin gözde semtlerinden biri haline gelmiştir. 1922 yılındaki mübadele de, burada yerleşik Rumlar toplu olarak ayrılmışlar ve ardından Ermeniler de bölgeyi terk etmişlerdir.

Bakırköy’ün, günümüzdeki en canlı yeri: İstanbul’da at yarışlarının yapıldığı tek yer olan “Veliefendi Hipodromu”.

veliefendi-1
İstanbul Bakırköy

VELİEFENDİ HİPODROMU

Burası Türkiye’nin en ünlü ve önemli hipodromlarından birisidir. Bakırköy Yenimahalle’de, tren istasyonuna yürüme mesafesindedir. Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamış olan Veli Efendi isimli kişi: İstanbul’un fethi sırasında büyük yararlıklar göstermiş ve bu yüzden, fetihten sonra, Bakırköy’de bu bölgedeki bir köy kendisine verilmiş ve onun ismiyle anılır olmuştur.

Bu konuda anlatılan başka bir husus daha vardır. Sultan III. Mustafa, bir iftira üzerine sürgüne gönderdiği Şeyhülislam’a özür mahiyetinde Çırpıcı Çayırının sahil kısmını vermiş, kendisi de o dönemin en değerli bölgesindeki bu arsayı mesire yeri olarak vakfetmiştir.

Veliyüddin Efendi: uzun yıllar üst düzey devlet görevlerinde bulunmuş, devrinin önemli bir hattatıdır. Dünyanın önemli koleksiyonlarında kendisinin eserleri bulunmaktadır. Beyazıt Kütüphanesine, birçok el yazması kitap bağışlamıştır.

Günümüzde: hipodrom ve civarındaki bölüm: eskiden uzun süre “Şeyhülislam Veliyüddin Efendi Çiftliği” olarak bilinen bir mesire yeridir. Çünkü 1768 yılında ölen Şeyhülislam Veliyüddin Efendi: bu alanı mesire yeri olması için vakfetmiştir. Böylece Osmanlı döneminde, burası şehrin en gözde mesire yerlerinden birisi olarak kullanılmıştır.

Ancak: 1911 yılına gelindiğinde: Enver Paşa, İstanbul’da at yarışları düzenlenecek bir arazi ararken, burayı uygun görmüştür ve bunun üzerine, buraya hemen yarış pistleri ve tahta tirübün ve hakem kulesi yaptırılmıştır. Buradaki ilk at yarışları, 1912 yılında düzenlenmiştir. 1920 yılında ise, yine burada bir İngiliz şirketi at yarışları düzenlemeye başlamıştır.

Yarış pisti ve diğer tesisler, yarışlara olan ilginin zamanla artmasının ardından sürekli yenilenmiş, geliştirilmiş ve genişlemiştir. 1950 yılında, arazi, Tarım Bakanlığı tarafından, Türkiye Jokey Kulübüne kiralanmıştır. Gelelim günümüzde hipodrom olarak kullanılan tesise: seyirci kapasitesi 7600 kişi, pist uzunluğu 2020 metre, pist genişliği 27-36 metredir. Ayrıca: bir sentetik ve bir kum yarış pistleri vardır. İlaveten: TJK Üyeleri Sosyal Tesisi, İdare Binaları, Yarış atları hastanesi, Apranti eğitim merkezi, satış mağazası, müze ve sergi alanları bulunmaktadır.

Evet, İstanbul şehrinin beton kalabalığı içinde, burası tam bir yeşil vaha gibidir ve hala, birçok İstanbullu buraya piknik yapmak için gelmektedir.
Bakırköy’ün günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış en eski yapılarından bir tanesi: Dantelacı Sokağının İstanbul Caddesine açılan köşesinde bulunan Çarşı Camidir. Diğer adı: Kartaltepe Cami.

carsi-camii-1
İstanbul Bakırköy
carsi-camii-2
İstanbul Bakırköy

ÇARŞI (KARTALTEPE) CAMİ


İki katlı caminin altında dükkanlar ve bir çeşme, yan tarafında ise günümüzde mağaza olarak kullanılan hamam vardır. Çeşme üzerinde bulunan kitabeye göre: Çarşı Cami: ilk olarak: 1601-1602 yılları arasında Şabanağa tarafından ahşap olarak yaptırılmıştır. Ardından, zamanla harap olan cami: Sultan Abdülaziz tarafından 1875 yılında kagir olarak yeniden yaptırılmıştır.

Minaresi: günümüze kalmış en eski kısmıdır. Camiyle aynı yıllarda yapılan çeşmesi de, son derece dikkat çekicidir. Cami 1980 yılından sonra genişletilmiş ve günümüzde 5000 kişinin aynı anda ibadet edebileceği bir yer olmuştur. Giriş kısmında: kütüphane, çay ocağı, gasilhane, imam müezzin odaları vardır.

Bakırköy’ün bir diğer eski yapısı: 19’ncu yüzyıl ortalarına tarihlenen “Surp Asdvadzadzin Kilisesi” Bölgenin diğer eski ve özgün yapıları arasında: “Ayios Yeoryios Rum Ortadoks Kilisesi” ve Rum mezarlığının içindeki “Analipsis Kilisesi” var.
Bölgede, tarihten bugüne mistik bir ziyaret yeri olarak ünlenen: “Zuruhat Baba Türbesi” var.

zuhurat-baba-turbesi-00
İstanbul Bakırköy Zuhurat Baba Türbesi

      

ZUHURAT BABA TÜRBESİ

Anlatılanlara göre: İstanbul’un fethi öncesinde, ordularıyla İstanbul önünde ilerleyen Fatih: Reghion (Küçük Çekmece) denen yerden hareketle, Makro Khori (Bakırköy) denen yere gelir ve günümüzdeki Ataköy’de ordugah kurar.

Bizanslılar: bütün su kuyularını zehirlediklerinden, savaşın en yoğun ve şiddetli yaşandığı anlarda, Osmanlı ordusunda susuzluk başlar. Tam bu sırada: sırtında kırbası ve elinde maşrapasıyla çıkagelen aksakallı ve nur yüzlü biri: susuzluktan kırılan askerlere su dağıtmaya başlar.

Hatta: kırbasındaki su bitmek tükenmek bilmez. Nereden çıktığı bilinmeyen bu yaşlı kişi, askerlere “Beni hünkarınıza götürün” der. Dedeyi, Fatih’in huzuruna çıkarırlar. Dede “Padişahım bende: değil bir orduya, birkaç orduya yetecek kadar su var” der. Padişah yanındaki kumandanlara, bu dedenin nereden geldiğini sorar. Onlar da “Bilmiyoruz hünkarım, yeniçeriler arasında birden zuhur etti” derler. Bu benzetmenin ardından, hemen orada dedeye “Zuhurat Baba” ismi verilir.

Zuhurat Baba: ardından, Fatih ve kumandanlarına: bugünkü türbesinin bulunduğu yerin hemen yanında, ağaçların ve çalıların arasında gizli bir kuyuyu gösterir. Kuyunun berrak ve tatlı suyu vardır. Ordunun su ihtiyacı, bu kuyudan karşılanır. Ancak Zuhurat Baba, askerlere su dağıtırken ölür ve kuyunun hemen ötesinde açılan mezara gömülür. Yüzyıllar gelip geçtikçe, kuyu toprak altında kalır ve kabir ortaya çıkarılır.

Bir başka söylentiye göre: Zuhurat Baba, öldükten sonra, sırtındaki kırbasından sanki pınar gibi sürekli su aktığı görülür ve şehit olduğu yere gömülür.

Evet, açık mezar şeklindeki bu türbe: İstanbul şehrinin en çok ziyaret edilen yatırlarından biri olmuştur. Ancak: Zuhurat Babanın Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olduğu konusunda bir takım tartışmalar yapılmaktadır. Yine de yıllardır, inananlar tarafından bir evliya kimliği kazanmış ve türbesi, derdine derman arayanlar tarafından bir ümit kapısı olarak ziyaret edilmiş ve edilmektedir.

Osmanlı döneminde, burayı ziyaret edenler: bir nikel parayı, evliyanın içinde demir cevheri bulunan mezar taşına bastırırlar, eğer madeni para taşa yapışırsa, niyetlerinin olacağına inanılır. Bir diğer söylentiye göre, mezarın yanındaki taşların arasına mum yakılıp konurdu. Mumlu taşların üzerine, ortası delikli madeni paralar yapıştırılmaya çalışılırdı. Eğer para taşın üzerine yapışır kalırsa dileğin gerçekleşeceğine inanılırdı.

1950’li yılların başında, Baruthane Tesislerinin nizamiye kapılarından birinde bulunan Zuhurat Baba türbesi: önceleri Emrazi Akliye ve Asabiye Hastanelerine getirilen hasta ve hasta sahiplerinin şifa bulmak için ziyaret ettikleri bir yer iken zamanla ünü yayılır.

Ardından çocuk isteyenler, türbeye beşik asar, ev ve araba isteyenler ise anahtar bırakırlar. Özellikle, Cuma günleri türbeye aşırı ziyaretçi akını olur. Türbenin çevresindeki park ise, özellikle yaşlılar için bir dinlenme yeri olarak kullanılır.

Evet, Bakırköy bölgesinin bir diğer önemli yapısı da, Zuhurat Baba Mahallesinde bulunan: Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesidir.

Bir zamanlar, eski dönemlerde, hastanenin adı tam olarak söylenmez, aklından şüphe edilenler için, “tam Bakırköylük” denirdi.

Yani: Bakırköy denilince, insanların aklına, bu akıl hastanesi gelirdi. Geçmişi uzun yıllara dayanıyor.

hastane-1
İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi

BAKIRKÖY RUH VE SİNİR HASTALIKLARI HASTANESİ


Hastanenin ana binası, 1914 yılında, Sultan Reşat tarafından, Reşadiye Kışlası olarak yaptırılmış. Hastane: 1924 yılında, Üsküdar’daki yerinden, Enver Paşa tarafından, Reşadiye adıyla yapılan kışla binasına taşınarak burada hizmet vermeye başlamıştır. 1940’lı yıllarda: hastane için devlet yardımları yetersiz kalmaya başlayınca: hasta sayısı hızla artmasına rağmen, yeni tesisler açılamamış ve yatak sayısı arttırılmamıştır. Sonucunda ise, ölüm oranları artmıştır.

1914 yılında, hastane içine bir saat kulesi yapılmıştır. Ancak kulenin bakımsız kalması üzerine saat: Reşadiye Kışlasına kaldırılmış, kule 1999 depreminde yıkılarak yok olmuştur.
Bakırköy’ün; Bizans döneminden günümüze kadar yaşamış olan en önemli yerlerinden biri de : Fildamıdır.

fildami-1
İstanbul Bakırköy Fildamı

FİLDAMI


Bakırköy Osmaniye’dedir.

Sular içinde kalan eski İstanbul’da yeterli su kaynağı yoktur. Kuyular ve diğer küçük boyutlu çeşitli kaynaklar: kurak zamanlarda ve aylar süren düşman kuşatmalarında, şehrin kapılarının kapatılmasıyla birlikte su sıkıntısına çare olmamıştır. Bu yüzden, Bizanslılar: şehrin su ihtiyacını karşılamak için şehirde kemerler, su dağıtım şebekeleri, çeşmeler ve devasa sarnıçlar yapmışlardır. Kapalı sarnıçlarla temiz içme suyu ihtiyacı karşılanmış, açık sarnıçlarla bağ, bahçe, bostan sulanmış, hayvanların su ihtiyacı karşılanmıştır.

Erken Bizans döneminde; yani muhtemelen 5 veya 6 yüzyılda yapılmış ve günümüze gelen en güzel açık sarnıç örneği ise Fildamıdır. O dönemde sarnıç “Hebdamon Sarnıcı” olarak biliniyordu. Bu sarnıç: o dönemde: Bakırköy’deki eski “Magnaura” ve “Jucundianae” saraylarına ve Veliefendi’nin bulunduğu yerdeki Bizans ordusunun “Campos” denen ordugahına su sağladığı düşünülmektedir.

Osmanlı döneminde ise, burada fillerin barındırıldığı ve bu yüzden ismin “Fildamı” olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir. Ankara savaşının ardından, Osmanlı bir süre, fillerden yararlanmayı denemiş ve getirilen filler, burada barındırılmıştır.

Sarnıç: kıyıdan yaklaşık 1500 metre kadar içeridedir. Üstü açık ve çok büyüktür. Uzunluk 127 metre, genişlik 76 metre ve derinlik 11 metredir. Ancak derinliğin daha fazla olduğu düşünülüyor. Sarnıcın dört bir tarafındaki duvarlarının kalınlığı, nişlerle birlikte 7 metredir. Bu duvarlar: aşağıdan yukarıya doğru 7 sıra taş ve 7 sıra tuğla kuşak şeklinde örülmüştür. Tuğla kuşaklar: beşer sıra tuğladan oluşmuştur. Bu mükemmel duvarlar, günümüze kadar sağlam gelmiştir.

Uzun bir süre boş olarak bekletilen sarnıç alanı, 1996 yılında yapılan bir düzenleme ile, 12 bin kişilik, konser etkinliklerinin düzenlendiği bir yere dönüştürülmüş ve birçok ünlü sanatçı burada konser vermiştir. Büyük korolar (320 kişilik Türkiye’nin en büyük korosu dahil) burada çeşitli gösteriler düzenlemiştir. Ancak, daha sonra buranın konser için kullanılması durdurulmuştur.

Bakırköy’ün bir diğer önemli mekanı da: bugün Bakırköy Merkez İlkokulu olarak kullanılan yer. 1864 yılında, Paris’ten getirilen şehircilik uzmanı Kont Alleon, kendine yaşamak için, kentin bu sakin ve renkli semtini seçer. Bugünkü Taş Mektebin bulunduğu arsayı satın alır, büyük bir köşk yaptırır. Hemen yakınındaki Taş Köprü gibi Marsilya’dan getirilen kiremit ve tuğlalardan yapılan köşk, halen ayakta.

ataköy.1
İstanbul Bakırköy Ataköy

ATAKÖY

İstanbul’un fethinden sonra, şehir içi sayılabilecek yerlerde (Ayasofya, Unkapanı gibi) baruthaneler açılmıştır. Ancak bir süre sonra kazalar başladı. Baruthaneler, yangından, kıvılcım ve yıldırımlardan etkilenerek patlamaya başladı ve bunun üzerine, şehir dışına uzak yerlere taşınmaya başladılar.

Sultan II. Mahmut, Barutçubaşı Hovhannes Dadyan’a, yeni baruthaneyi: şehir merkezinden oldukça uzakta yani burada yaptırmıştır. Bu yüzden, bu semt uzun süre “Baruthane” olarak tanındı.

Cumhuriyetten sonra ise, Türkiye’nin ilk modern siteleri burada kuruldu. Bu sitelerde: 1950’lerde 60 bin nüfuslu bir yerleşim yeri planlanarak, bu büyük ve çok katlı konutlar yapıldı.

aya mama deresi.0
İstanbul Bakırköy Aya Mama Deresi

Aya Mama Deresi

Aya Mama deresi: eski Baruthane, günümüzdeki Ataköy sınırları içindedir. Başakşehir ilçesinin doğusunda Esenlerde Baştabya kışlası içindeki kaynaktan çıkar ve Bağcılar, Bahçelievler ilçelerinden akarak, Bakırköy ilçesi sınırları içinde Marmara denizine dökülür.

Bizans dönemindeki ismi “Ayios Mamas” tır. Eski dönemlere ait geniş bir nehrin, günümüze kadar ulaşmış kırıntısıdır.

Derenin isminin kaynağı hakkında iki görüş vardır.

Bunlardan birincisi: dere: Aziz Mamas isimli bir Hıristiyan azizin ismine istinaden verilmiştir. Aziz Mamas, öteki adıyla Aziz Mammes ya da Aya Mama: özellikle Avrupa’da Yunanistan, Kıbrıs ve Fransa’da çok popülerdir, adı bazı kiliselere ve bazı küçük yerleşim yerlerine verilmiştir. Beslediği hayvanlardan ve hatta ehlileştirdiği söylenen geyikten elde ettiği sütlerden: peynir, yoğurt yapıp fakir insanlara dağıtarak yardım etmiş ve Hıristiyanlığın yayılmasına uğraşmış bir çobandır.

Ancak genç yaşta Roma imparatoru olan Aurelianus (270-275) un emri üzerine, yaşadığı topraklardan alınarak Cesarela (Kayseri) şehrine getirilir ve Hıristiyanlığı yaydığı için işkence edilerek öldürülür. Aziz Menas’ın mezarının bulunduğu yere, Bizans döneminde bir kilise yapılır.

Daha sonraki devirlerde, kemikleri, Hasan dağının eteklerindeki Mamasim adı verilen yere getirilerek yeni bir mezara gömülür ve bu yer, yüzyıllardır Kapadokyalı Hıristiyanlar tarafından çok önemli bir kutsal ziyaret yeri haline dönüştürülmüştür.

Aziz Mamas: Bizans kilisesinde büyük saygınlık görür. Başkent Konstantinopolis şehrinin iki önemli noktasında, onunla ilgili kült yerleri oluşturulmuştur. Bunlardan biri: muhtemelen Diplokonion (Beşiktaş) da ve diğeri ise Hebdomon (Bakırköy) dedir.

Bu iki yerleşimin sınırları içinde: birer manastır, bu manastırlara ait kilise, ayazma gibi yapılar oluşturulmuştur. Hebdomon’da, yerleşimin batısından geçip Marmara denizine dökülen söz konusu dereye de “Aziz Mamas” ismi verilmiştir.

İkinci görüş: derinin ismi İsa’nın annesi Meryem’e atfen “Kutsal Anne” gibi “Ayia Mama” dan gelmektedir.

1970’li yıllarda dere yakınlarında, tarlalar arasında, Bizans döneminden kalma tarihi bir yapının kalıntıları bulunur. Burası: kaynağı Ortodoks kilisesi tarafından kutsanmış ünlü “Aya Mama Ayazması” dır.

Eski Bakırköy’un Rumları, yılda bir defa Baruthane komutanlığından izin alarak, faytonlarla buraya gelip yortu yaparlardı. Dileklerinin yerine gelmesi için dua okurlar, pikniklerini yapıp, yanlarında getirdikleri şişelere ayazmanın kutsal suyundan doldurup evlerine dönerlerdi.

Aradan yıllar geçti ve Ataköy evleri yapılınca, ayazmanın taşları da yerlerinden sökülüp atıldı. Uzun yıllar, Aya Mama deresinin yatağına imar izni verilmedi. Ancak 20 yıl kadar önce imar izni çıktı ve bu yasaklı ve tehlikeli bölgede, birbiri ardına yapılar dizilmeye başlandı.

Ardından 1995 yılındaki sel felaketi yaşandı. 2009 yılında yaşanan sel felaketinde onlarca kişi sel sularına kapılarak öldü. Günümüzde de, binlerce yıllık alüvyonlu ve yumuşak dere yatağına yapılan evler her an tehlikeye açıktır. Sonuç olarak: Aya Mama deresinin intikamı mı, yoksa Aziz Mamasın laneti mi nedir, bu durumu açıklamak mümkün olmaz.

İstanbul Bebek

bebek-genel-1
İstanbul Bebek

Semtin tarihi, Bizans öncelerine kadar uzanmaktadır. Günümüzdeki limana, o dönemlerde “Philemporos” deniyordu. Burada bulunan köyün ismi ise “Chelae” dir. Ancak o günlere ait taş-tuğla karışımı binalardan hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.

İstanbul şehrinin fethinden önce, buralarda hisarlar yapılırken, Bizans yerleşimleri ele geçirilmiş ve Türkleştirilmiştir.

İstanbul’un alınmasından sonra ise, Fatih Sultan Mehmet, bu bölgenin savunmasını, has adamlarından “bebek yüzlü” bir yeniçeri olan Mustafa Çelebi’ye vermiştir. Bu kişi, çok yakışıklıymış ve çevresindekiler ona “bebek yüzlü Mustafa” diyorlarmış. Böylece: buradaki Rum balıkçı köyünün ismi “Bebek” olmuştur.

Bebek yüzlü Mustafa çelebi, burada bir de konak yaptırmıştır. Mezarı ise, semt içinde yaşlı bir çınarın dibindedir ancak mezarın yeri net olarak bilinmemektedir.

Semt Sultan III. Ahmet döneminde kalabalıklaşır. Sultanların en gözde has bahçelerinden biri olan Bebek semti, zamanla bozulmuş, terk edilmiş, hırsız ve eşkıya yatağına dönüşmüştür. Ancak Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın çabaları sonucu temizlenmiş ve yaşanır bir yer haline dönüştürülmüştür. Ancak, İbrahim Paşa, sahildeki bazı parselleri gayri Müslümlere satmışmış.

Yine aynı dönemlerde, Bebek: tülbentçi ve nakışçıların barındığı bir yerdir. Ama sonraları, bunlar buradan ayrılıp Üsküdar ve Yenikapı-Langa bölgelerine gitmişlerdir.

19 yüzyılda bir sayfiye yeri olan semt, vapur seferlerinin başlamasıyla sürekli yaşanır bir yer haline gelmiştir. 18 ve 19 yüzyılda, bu sahillerde birçok yalı ve sırtlarda ise köşkler ve konaklar yapılmıştır.

Bebek denince, hani konumuz gezilecek yerler ama bence, buralara yolunuz düşerse, mutlaka ve mutlaka “Badem Ezmesi” yemelisiniz. Bebek yöresinin, çok eski dönemlerden bu yana öne çıkan bu lezzetini, mutlaka tadın. Ama, bunu kilo olarak almak değil, biraz alıp, hemen aldığınız yerde yemek şeklinde tadınız.

misir-elcilik-binasi-1
İstanbul Bebek Mısır Elçilik Binası

 

MISIR ELÇİLİK BİNASI

Buradaki ilk yapı; 1781 yılında inşa edilen, Sultan III. Ahmet’in kadı askeri ve Sultan I. Abdülhamit dönemi Şeyhülislamlarından Dürrizade Mehmet Ataullah Efendinin yalısıdır. Dürrizadeler: Sultan I. Mahmut ve Sultan II. Mahmut arasındaki dönemde, 5 Osmanlı şeyhülislamı yetiştirmiş bir ailedir.

Sonraki yıllarda, yalıda, Lale Devrinde, Sultan III. Ahmet’in Kadı askerlerinden Dürrizade Esseyit Mehmet Arif Efendi oturmuştur. Bu dönemde yalı, Sultan III. Selim tarafından sık ziyaret edilmiştir. Çünkü kız kardeşi Hatice Sultan, Mimar Meelling’e Defterdar Burnundaki Neşetabad Kasrı’nı tamir ettirirken, Dürrizadelerin bu yalısında misafir kalmıştır. O sırada Şeyhülislam olan Dürrizade Esseyit Mehmet Efendi; yalısının büyük bölümünü Hatice Sultan’a tahsis etmiştir.

Arif efendi, 1800’lü yılların başında ölünce, yalı, oğlu Şeyhülislam Abdullah Efendinin olur.

Buradaki ikinci yapı: Sultan II. Mahmut’un Sadrazamlarından Rauf Paşa tarafından ahşap olarak tekrar yapılır.

Daha sonra Tanzimat döneminde, Sultan Abdülaziz’in Sadrazamlarından Ali Paşa yalıyı satın alır ve yenilettirir. Hariciye Nazırı olan Ali Paşa döneminde: yalıda çok önemli toplantılar yapılır ve ünlü konuklar ağırlanır. 1858 yılı Karadağ Konferansı burada toplanır. Girit isyanı sorununun çözüm toplantıları burada yapılar. 1869 yılında İstanbul’a gelen İngiltere Veliahtı, burada verilen bir ziyafete katılır ve Avusturya-Macaristan imparatoru Franz Josehp burada ağırlanır.

Ali Paşa’nın ölümünden sonra ise, mirasçıları buranın masraflarını karşılayamaz. Çünkü yalının aylık masrafları 4.000 altını geçiyordu.

Bunun üzerine, Sultan II. Abdülhamit tarafından satın alınır. Daha sonra: Osmanlı sarayı ile yakın ilişkileri bulunan Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşanın annesi Emine Valide Sultan’a hediye eder. Burada hassas bir husus var, bazı kayıtlara göre, bu yalı Emine hanımın kendisi tarafından satın alınmıştır.

Valide Paşa: Mısır’dan kızları Hatice ve Nimetullah ile İstanbul’a geldiğinde, kendisine hediye edilen bu ahşap yalıda kalır.

Oğlu Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa, Avustralyalı bir kadına aşık olur, evlenirler ve birlikte İstanbul’a gelirler. Ancak Emine Valide Paşa: gelini beğenmez ve oğluna rest çeker. Bunun üzerine, Abbas Hilmi Paşa, Anadolu yakasında Çubuklu’da Hidiv Kasrını yaptırır ve eşiyle orada oturur. Abbas Hilmi Paşanın muhteşem güzel bir yatı vardır. Adı “El-Mahsura” yani “Memleket” demek olan bu yattaki yatak odası, 12 metre uzunluğundadır.

Ayrıca, yine bin tonluk “Safa Bahr” yani “Deniz Sefası” isimli yat da buna eşlik etmektedir. Abbas Hilmi Paşa: Mısır valisi olduktan sonra, annesini ziyaret için bu yatla İstanbul’a gelirdi. Üç bin ton ağırlığında olan bu yatta, sekiz tane Armstrong topu vardı.

Abbas Hilmi Paşa, 30 yıl Hidivlik yaptıktan sonra, 1914 yılında, Osmanlı yanlısı olduğu gerekçesiyle İngilizler tarafından yönetimden uzaklaştırıldı. Hayatının kalan kısmını çoğunlukla Avrupa’da geçirdi ve 1944 yılında Cenevre’de öldü.

Öte yandan: Emine hanım: Sultanın çok saygı duyduğu karizmatik bir kişidir. Bu yüzden: Osmanlı tarafından, ilk kez Sultan tarafından bir kadına “Paşa” ünvanı verilmiş ve Emine hanım: “Emine Valide Paşa” olarak isimlendirilmiştir. Çok güzel, asil, tuttuğunu koparan, zarif ama otoriter bir kadındır. Estetiğe çok düşkündür.

Emine hanım: 1910 yılında: I. Dünya savaşı yıllarında yalıyı yıktırarak, İtalyan Mimar Raimondo D’Aranco’ya yeniden inşa ettirir. (Burada bir ayrıntıdan söz etmemek olmaz, Prof. Afife Batur, yapının iki Avusturyalı mimar, Fabricius ve Antonio Lasciac tarafından tasarlandığını söyler.)

Evet yapı bu sefer, 48 odası bulunan yapı, tam bir saray yavrusu olur. Hatta: “Hidivia Sarayı” olarak isimlendirilir. Emine Valide Paşa ve oğlu Abbas Hilmi Paşa uzun yıllar ve hatta Mısır işgal edilip Hidivlik sistemi bitince bile bu yalıda oturmayı sürdürürler. Emine hanımın dillere destan kayığı ile gezintiye çıkması ayrı bir olaydı.

Kayık o kadar zarifti ki: kayığın mavi kadife örtüsünün ucu, denizi süpürmesi için bir pelerin gibi, bir gelinliğin etekleri gibi sarkıtılır ve kayığın bir kuğu gibi süzülmesini sağlardı. Bu mavi kadife şalın üstünde, gümüşten işlemeli ışıl ışıl parlayan balık resimleri vardı. Sahilden kayığı seyredenler, Emine hanımın kayığını, gümüş renkli balıkların takip ettiğini, gümüş renkli balıkların kayığa eşlik ettiğini sanırlardı.

Emine Valide Paşa: Osmanlı yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulunca: bu yalıyı Türkiye Cumhuriyeti’ne hediye etmeye karar verir. Bu sırada, Osmanlı döneminden kalma “Ağa, Paşa, Bey” gibi unvanlar kaldırıldığında, gerekli yazışmalar sırasında Emine Hanımın Paşa unvanı kullanılmaz. Sadece “Bebekli Emine Hanım” denir.

Ancak kendisine “Bebekli Emine Hanım” denilmesine çok kızan Emine Valide Paşa: bu kararından vazgeçer ve Mısır’ın İstanbul’da bir diplomatik binasının bulunmadığını öğrenince ölünceye kadar burada oturmak koşulu ile yapıyı konsolosluk binası olarak kullanılmak üzere Mısır’a bağışlar.

Burada şunu belirtmek gerekir. Mısır o dönemlerde bir yabancı ülke sayılmıyordu. Çünkü, Osmanlının bir eyaleti gibi değerlendiriliyordu. Kendisi ölünce de, kaldığı korudaki av köşkünün yıkılmasını vasiyet eder.

1931 yılında vefat ettiğinde: vasiyeti yerine getirilir, av köşkü yıktırılır ve yalı-saray’da yeni düzenleme yapılır. Yalı: konsolosluk büroları ve çalışanların rezidansı olarak kullanılmak üzere düzenlenir.

Harem ve Selamlık olarak iki bölümden oluşan yapı, ölçüleriyle Boğaziçi’nin en büyük yalılarından birisidir. 48 odası ve 75 metrelik bir rıhtımı vardır. Dönemin ilk kaloriferli binası olma özelliği taşır. İç mekan ve dış cephesi, Art Nouveai stilindedir. Çatısında dev kuğu figürleri bulunur. Binayı, 110 yıllık sütunlar ayakta tutar. Binanın tavanlarında, art nouveai stilinin en tipik örnekleri olan çiçek, dal ve yaprak figürleri bulunur.

Merdivenler çiçek dallarından oluşan demir motiflerle bezenmiştir. Ayrıca yer yer geometrik motifler de göze çarpar. Bütün avizeler, özel Fransız işçiliğiyle yapılmıştır. Yalının denize bakan cephesi üç, cadde tarafındaki kara cephesi ise iki katlıdır. Birinci kat cumbalarının arasına, loca ve terasların oyuğu yerleştirilmiştir.

Deniz cephesi ve yan cepheler: şerit, feston korniş ve armalarla kuşatılmış taçlardan oluşan, zengin bir süslemeye sahiptir. Çatısının üstünde tam ortada Sultan II. Mahmut Güneşinin içinde “Allahu Teala”nın isimlerinden ikisi yazılıdır. Bunun sebebi yalının yangın ve nazarlardan korunmasıdır.

Binanın formlu çatı ve esas kitle plastiğine bakıldığında: Paris sokaklarında sık görülen konak yapılarını anımsatır. Türk yalı ve sahilhane konum planının bir ögesi olarak, arkasına geniş bir koru sırtlamıştır. İkisi arasına yol girince, geleneksel ve usulüne göre, bir köprücük ile koru ve sahilhane birbirine bağlanmıştır. Bu yol ve üzerinde bulunan daha başka yerlerdeki bu üst geçitler: Cumhuriyet dönemi başlarında sökülmüştür.

Kara tarafından, dört ayrı gözetleme kulesi vardır. Kara yönünden bakıldığında yapının güzelliği pek anlaşılmaz, ancak deniz yönünden bakıldığında muhteşem güzelliği fark edilir.

asiyan-muzesi-00
İstanbul Bebek Tevfik Fikret Müzesi-Aşiyan Müzesi

 

 

TEVFİK FİKRET MÜZESİ-AŞİYAN MÜZESİ

Buranın krokisi bizzat Tevfik Fikret tarafından çizilmiştir. 1906 yılında yaptırılan ve Farsça “Aşiyan” yani “yuva” anlamına gelen yapı: yeşillikler içinde ve muhteşem manzarasıyla ilgi çekmektedir.

Yapının arka bölümü: Boğaziçi Üniversitesine yakındır. Ünlü şair Tevfik Fikret: 1906-1915 yılları arasında burada yaşamıştır. O zamanlar Rober kolej olan üniversiteye, ünlü edebiyatçı buradan aradaki patika yolu kullanarak ve yürüyerek giderdi.

Günümüzde “Aşiyan Müzesi” olarak ziyarete açık bulunan yapıda: devrin yetenekli ressamlarından olan son halife Abdülmecit’in tabloları da görülmektedir.

Aşiyan: Tevfik Fikret’in ölümünden sonra: eski durumunu korumuş olsa da, ihtiyaç gereği eşi tarafından kolej öğrencilerine pansiyon olarak kiralanmış, hatta bir ara satılma durumu olmuştur. Bunun üzerine, o dönemin Milli Eğitim Bakanı, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı, buranın şehir adına; 1945 yılında eşi Nazmiye Hanım’dan satın alınması ve Edebiyat-ı Cedide Müzesine dönüştürülmesine karar vermişler ve burayı satın almışlardır. Tevfik Fikret’in Eyüp’de bulunan mezarı da, şairin vasiyeti üzerine 1961 yılında Aşiyan bahçesine nakledilmiştir.

asiyan-muzesi-edebiyati-cedide-bolumu-1
İstanbul Bebek Tevfik Fikret Müzesi-Aşiyan Müzesi Edebiyat-ı Cedide Bölümü

Edebiyat-ı Cedide Bölümü

Edebiyatı Cedide akımının başlıca temsilcilerinden birisi de Tevfik Fikret’dir. Akının sona ermesinin ardından, Fikret, Edebiyatçı dostlarını Aşiyan’da konuk etmiştir. Yapıda dinlenme odası olarak ayrılan bu bölüm: Fikret’in edebiyatçı dostlarına ayrılmıştır. Odada: Tevfik Fikret’in edebiyatçı dostlarının fotoğrafları, Galatasaray Lisesinde edebiyat öğretmeni Recaizade Mahmut Ekrem’in son halife Abdülmecid Efendi tarafından yapılmış yağlı boya tablosu sergilenmektedir.

asiyan-muzesi-sair-nigar-1
İstanbul Bebek Tevfik Fikret Müzesi-Aşiyan Müzesi Şair Nigar Hanım Müzesi

Şair Nigar Hanım Müzesi

Şair Nigar Hanım: Türk kadın şairler arasında 19 yüzyılın ikinci yarısında en bol ve en özlü eserler vermiş bir kişidir. Aşiyan Müzesinin bodrum katındaki burada: Şair Nigar’ın eşyaları, kütüphanesi ve arşivi bulunmaktadır. Bunlar: 1959 yılında Şairin oğlu Salih Keramet Nigar tarafından müzeye bağışlanmıştır.

asiyan-muzesi-yatak-odasi-1
İstanbul Bebek Tevfik Fikret Müzesi-Aşiyan Müzesi Yatak Odası

Yatak Odası

Burası, Tevfik Fikret’in hayata gözlerini yumduğu yerdir. 19 Ağustos 1915 tarihinde, 48 yaşında şeker hastalığına yenik düşerek ölmüştür. Yatak odasında bulunan en önemli obje: Tevfik Fikret’in yüz maskıdır. Ölüm maskı geleneğinin Türkiye’de ilk örneği: İlk kadın ressamlarından olan Mihri Müşfik tarafından, ünlü şairin ölümünün hemen ardından, şairin yüzünden alınmıştır.

asiyan-korusu-1
İstanbul Bebek Ayşe Sultan Korusu

AYŞE SULTAN KORUSU

Ayşe Sultan korusu: Bebek-Rumelihisarı sahil yolundan Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne doğru uzanan eğimli arazi üzerindedir.

Sultan II. Abdülhamit’in kızı olan Ayşe Osmanoğlu, 1886 yılında doğmuş ve 1924 yılında hilafetin kaldırılmasının ardından Selanik şehrinde Alaatini köşküne sürgüne gönderilmiştir. Ardından ise Paris şehrine yerleşmiştir. Ancak, Başbakan Adnan Menderes, o dönemdeki Paris Büyükelçisine “Ya Sultan Abdülhamit’in ailesini bulursunuz, ya da yarın istifanızı getirin” diyerek, kendisine ulaşmıştır.

Ayşe Sultan, 1952 yılında Türkiye’ye dönmüş ve 1960 yılında İstanbul şehrinde vefat etmiştir.

Ayşe Sultan, kendine ait bu koruluğu, 1942 yılında satmıştır. 1960 yılından sonra, bu koruluk parsellenmiş ve içine villalar ve apartmanlar gibi yapılar yapılarak, burada bir mahalle oluşturulmuştur. Böylece: İstanbul şehrindeki, ilk yok edilen koru olarak önem kazanmıştır. Günümüzde, korudan kalan münferit ağaç kümeleri evlerin arasında görülür. Mahalle sakinleri: buradaki nadide ağaçları korumaktadırlar.

Köşk

Korunun içindeki köşk, 1958 yılında burada bulunan çok büyük çam ağaçlarının kesilmesiyle açılan alana yapılmıştır. 38 odalıdır.

ARİF PAŞA KORUSU

Burası, İstanbul şehrinin en temiz, havadar ve nezih yerlerinden birisi olarak önem kazanır.

Arif Paşa: Sultan Abdülaziz döneminde Hariciye Nazırıdır. 1875 yılında Viyana elçisidir. 1879 yılında ise Sadrazam olmuştur.

Arif Paşanın en büyük özelliği “hastalık hastası” olmasıdır. Buna bağlı olarak: bulunduğu odada soğuktan çok ürktüğü için pencereleri asla açtırmaz, çık sıcak yaz günlerinde bile, kalın paltolar giyerdi. Aynı zamanda çok iyi bir müzik dinleyicisiydi ve aynı şekilde müziğe aşırı düşkün olan Sultan II. Abdülmecit ile birlikte, uzun müzik sohbetlerine katılırdı. Paşa: 1899 yılında ölmüştür.

bebek-camisi-1
İstanbul Bebek Camisi-Hümayün-u Abad Camisi

 

BEBEK CAMİSİ-HÜMAYÜN-U ABAD CAMİSİ

Bebek-Rumeli Hisarı yolunun deniz tarafında, Bebek vapur iskelesinin batısında parkın içindedir. Semtin en tanınmış eseridir.

Caminin bulunduğu yerde: 17 yüzyılda Sultan III. Ahmet döneminde, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından, Bebek köyü bir yazlık yerleşim yeri olarak düzenlenirken, burada o dönemin ünlü “Hümayunabad” kasrı yanında, Sultan III. Ahmet tarafından küçük bir cami yaptırıldı. Bu cami: fevkani bir camidir. Altında mektebi ve minaresinin altında da çeşme vardır. Minareye çeşme haznesinden çıkılır. Çeşmenin üstünde 1138 tarihi yazılıdır. Karşısındaki tek hamam, bu caminin vakfı olan yapılardandır. Caminin yanında “Hümayun-u Abad” adında bir kasır vardır ve buraya halk “Bebek Köşkü” demektedir.

O küçük cami, zamanla harap olduğundan, Evkaf Nazırı Mustafa Hayri Efendi tarafından yıktırılarak, yerine günümüzde görülen cami yapıldı.

Yeni cami: Birinci ulusal mimarlık akımıyla Mimar Kemalettin tarafından 1912 yılında yapılmıştır.

Yapıda: iki adet kitabe levhası ve bir de yapının tarihini veren son cemaat yeri girişinin üstündeki kitabede “Ketebe Hakkı” imzası vardır. Kitabeler: biri son cemaat yeri girişinde, diğeri harim kapısı üstündedir.

Kare mekanın üstünü: tek ve küçük ama şişkince bir kubbeyle örten, 14 yüzyıl Bursa üslubunun sentezidir. Yani klasik ögeler ağır basar. En son klasik Osmanlı eserlerinden biri sayılmaktadır.

Caminin tek minaresi vardır. Taş minare yüksek kaideli ve çokgen gövdeli olup, şerefesinin altı üç sıra mukarnaslıdır. Minarenin girişi; dışında son cemaat yerinin sağ tarafındadır. Yazıları: Hattat İsmail ve Macit Efendiler tarafından yazılmıştır. Kesme küfeki taşından inşa edilmiştir. Alçak duvarlı bir avlu içindedir. Son cemaat yeri üç gözlüdür. Ahşap olan kadınlar mahfiline, ahşap parmaklıklarla sınırlanmış olan müezzin mahfilinin doğu tarafında, yine ahşap olan merdivenle çıkılır.

kayalar-mescidi-3
İstanbul Bebek Kayalar Mescidi

 

KAYALAR MESCİDİ

Bebek’ten Rumelihisarı’na doğru giderken solda kalır. Ancak pastel krem rengiyle pek dikkat çekmez.

Günümüzde: Kayalar Mescidinin haziresinde yatan “Melameti” tarikatı pirlerinden İsmail Maşuki’nin mezar taşı: yoldan geçen araçlardan bile rahatlıkla görülmektedir. Bu basit mezar taşı: İstanbul’un en ünlü efsanelerinden birinin tanığıdır.

Melametilik: 9 yüzyılda Horasan’da doğar ve Bağdaş ve Türklerin yoğun bulunduğu bölgelerde hızla yayılır.

Melametilik tarikatının o dönemlerde kuralları tam olarak bilinmez. Ancak, başlıca kural: gösterişli törenler yapmak ve halkın içinde olmaktır, yani halktan kopuk olmayı kabul etmezler. Allah’a ulaşmak için zikrin değil, fikrin önemli olduğunu savunurlar. Bu yüzden: tekke ve benzeri yapıları yoktur. Melametiler, halktan kopuk durmayı yasaklarlar ve sürekli halkın içinde yaşarlar. Onlar için kazanmak için emek harcamak gerekir ve bu yüzden çalışırlar.

Pir Ali’nin oğlu olan Şeyh İsmail Maşuki: Aksaray şehrinde doğar. Çok genç olduğu için “oğlan” lakabı ile anılır. Bir süre sonra İstanbul’a gelir. Ayasofya ve Fatih Caminde yaptığı konuşmalarla insanları büyüler ve özellikle askerler arasında çok sevilir. Ancak sevenleri kadar sevmeyenleri de vardır.

16 yüzyılda “Allahım Allahım” diye söylenerek zikir yaparken, onu çekemeyenler, bu sözleri yanlış değerlendirerek, Sultan Süleyman’a şikayette bulunurlar. Kanuni: “Çağırın bir de ben duyayım” der ve bunun üzerine, Maşuki: huzura getirilir. Kanuni: “Sen Allah mısın? “ diye sorar. Maşuki: anlatmak istediklerinin yanlış anladığını fark eder ve hemen niyetini ve Melametiliğin felsefesini açıklar.

Bu açıklamalarında, Sultan’a “Hepimiz oyuz, ondan geldik, ona gideceğiz” der. Ancak, bu sözün sonunu getirdiğinde, arkadaşlarıyla birlikte Sultanahmet’te başları vurularak idam edilirler. İdam sırasında Maşuki “Başlarımızı denize atın, nereye sürüklenirse bizi oraya gömün” der. Kesik başlar, karanlık Boğaziçi sularında “Allah Allah” diyerek yol almaya başlayınca, başta Sultan ve diğerleri olmak üzere yaptıkları yanlışlıktan ötürü kahrolurlar.

İsmail Maşuki’nin kesik başı: üç gün sonra Bebek sahillerinde burada bulan bir derviş, cesedin gövdesini de alarak buraya bahçeye gömer. Ardından, buraya 1528 yılında dergah yapılır. Ancak ardından gelen yıllarda tahrip olunca, 1877 yılında dönemin Kadiri Şeyhlerinden Niyazi Efendi: günümüzde görülen yapıyı yaptırır.

Yapı: iki kat sıralı dikdörtgen çevreli pencereleri, düz çatısı ve dışa doğru çıkıntı yapan, silindirik mihrap oyuğuna sahiptir. Yapının zemin katında, bir ayazma bulunduğu söylenir. Çünkü; Osmanlı gelmeden önce, buralarda Bizans balıkçı köyleri vardır.

durmus-dede-tekkesi-1
İstanbul Bebek Durmuş Dede Tekkesi

DURMUŞ DEDE TEKKESİ

17 yüzyılda, Akkirmanlı Durmuş Dede, bu yöreye yerleşir.

Durmuş Dede ile ilgili anlatılan bir efsane vardır. Buna göre: Dede bir gün karşı taraftan Bebek tarafına geçmek istediğinde parası olmadığından sandala binemez ve bir kütük bularak bunun üzerine biner ve buradaki dergahının bulunduğu yere yakın Boğazkesen hisarına ulaşır.

O sıralarda, yaptırdığı Boğazkesen hisarından çevreyi seyreden Fatih Sultan Mehmet: dedeyi görür ve onun hisara girmesine engel olmak isteyerek ‘Dur yerinde” der. Bunun üzerine dede, durur ve tam orada ölür. Böylece “Durmuş Dede” olarak isimlendirilir ve öldüğü yere bir mezar yapılır.

Takip eden dönemlerde: Boğaziçi’nden gelip geçen gemiler: mallarının bir kısmını, bu dedeye bırakırlar ve karşılığında dedenin hayır duasını alarak yollarına devam ederlerdi.

yilanli-yali-1
İstanbul Bebek Yılanlı Yalı

 

YILANLI YALI

Kayalar Mescidinin yanındaki, Aşiyan parkına bitişik olan bu yalı, Bebek ve Boğaziçi yalıları arasında ünlüdür.

Çünkü, bu yalı: İstanbul’da; taş duvar üzerinde, geleneksel mimari üslupla yapılmış birkaç ahşap yalıdan biridir. Yani, klasik Osmanlı sivil mimarisinin önemli örneklerinden biridir. Üst kat konsolları denize doğru çıkar. Bu kısımlar, eli böğründe isimli taşıyıcı elemanlarla taşınmaktadır. Harem ve Selamlıktan meydana gelen yalının haremi: biraz daha küçüktür. Geniş sofaları: Sakal-ı Şerif odası, meşkhanesi, selsebil odası ve arkasındaki hamamı ile kendisine özgü bir görünümü vardır. Bu odalar arasında özellikle Sakal-ı Şerif odasının ayrı bir önemi vardır. Burada: ramazan ayında teravih namazı kılınır, kandil ve bayramlarda ziyaret edilirdi.

Sultan I. Abdülhamit ve Sultan III. Selim dönemlerinde 1700’lü yılların sonlarında yapılarak, muhtelif tadilatlarla günümüze kadar ulaşmıştır. Yalının ilk sahibi Tavukçu Reis lakaplı Reisülküttab Mustafa Efendidir. Ardından Kepçe Nazırı Mustafa Efendi, Raşid Efendi ve Yahya Efendi Dergahı Postnişi Mehmet Nuri Şemsettin Efendinin mülkiyetine geçer. Yılanlı yalının kuzey kısmını, Şemsettin Efendi ilave etmiştir. Şemsettin Efendi: yalının Rumelihisarı’ndaki Zağanos Paşa Kulesine kadar uzanan bahçesinden bir bölümümü Tevfik Fikret’e vermiştir. Günümüzdeki Aşiyan Köşkü bu arazidedir.

Yalının “Yılanlı Yalı” isminin kaynağı: Sultan II. Mahmut kayıkla sahilden geçerken; Hariciye Nazırı Mustafa Efendinin bu yalısını beğendiğinde, Muhasip Said Efendi: yalının sahibini korumak için, yalının içinde yılan olduğunu söyler ve böylece Padişahın yalıya sahip olması önlenir.

Yalının giriş kapısının yanında, kubbeyle örtülü büyük bir taş oda vardır. Raşid Efendi, yaz aylarında tüm zamanını burada geçirirdi. Burası: havuzu ve duvardaki sebil ile birlikte serin bir yerdir ve misafirler burada ağırlanırmış. Odanın çevresi sedirler ve minderlerle kaplanmış, dolaplar onları tamamlamıştı. Yalının günümüze ulaşan Selamlık kısmı: geniş bir set üzerindedir ve restore edilmiştir.

Yalının baş odası, en güneyde ve denize en yakın odadır. Raşid Efendinin çocukları, yalı ile ilgilenmeyip, bakımını aksattılar.

22 Mayıs 1964 tarihinde, yalıda şaibeli bir yangın çıkmış ve harem bölümü tamamen yanmıştır.

Yalı: üç kardeşe miras kalır, ancak üç kardeşinde yalıyı restore edecek parası yoktur. Üç kardeşten biri hissesini satar ve bu hisseyi satın alan kişi: yalıyı tamamen yıkar ve içini beton,  dışını ahşap halde yeniden yaratır. Yeni yapı kaloriferlidir. Ayrıca, iki kardeşe, ana binanın yanındaki küçük binayı ikiye bölerek bırakır. Üç kardeşten ikisi ölmüş, sağ olan kardeş halen yalıda yaşamaktadır. Yalıyı yaptıran kişi ise, borçları nedeniyle yalıyı başkasına satmıştır.

tevfik-ercan-yalisi-1
İstanbul Bebek Tevfik Ercan Yalısı-Özel bir restoran

TEVFİK ERCAN YALISI-ÖZEL BİR RESTORAN

Bebek girişindeki bu yalı, Boğazın en güzel yalılarından birisidir. MAN kamyonlarının sahibi Tevfik Ercan: 1970’li yılların ortalarında: Bebek Güneş Park Gazinosuna (günümüzde Poseidon Lokantası) komşu, deniz kıyısında geniş bir rıhtımı olan Narlıyan Apartmanını satın alarak restore ettirdi ve burası Tevfik Ercan Yalısı olarak anılmaya başlandı.

Tevfik Ercan, 2004 yılında ölünce, 25 yıl yaşadığı yalı satışa çıkarıldı. Yalıyı satın alanlar: yapılan restorasyon sonucunda yalıyı restoran olarak kullanmaktadırlar.

BEBEK OTELİ

Bu otel, Boğaz içinin Rumeli yakasının üçüncü yalı otelidir.

Bebek koyunda, Bebek-Rumelihisarı yolu üstündedir.

Yapı: 1965 yılında yapılmıştır. 47 oda ve 95 yatak yanında, bar ve terasta bir kafe vardır. Otelin barı: 1985 yılında Newsweek Dergisi tarafından “Avrupa’nın en iyi barı” seçildi.

FİKRET YÜZATLI YALI KÖŞKÜ

Bu iki katlı yalı köşkü Bebek otelinin sahilindedir. 1968 yılında İsmet İnönü’nün yaverlerinden Fikret Yüzatlı tarafından yaptırılmıştır. Fikret Bey: Kurtuluş savaşı sırasında çeşitli cephelerde savaşmış ve dört kere gazi olmuştur. Ayrıca, İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşunda İzmir’e en önde girmiş ve kışlada asılı Yunan bayrağının indirerek, yerine Türk bayrağı çekmiş ve cesaretiyle tüm silah arkadaşlarının takdirini kazanmıştır. Kurtuluş savaşında, yüz tane süvariye komuta etmesi nedeniyle, kendisine İsmet İnönü tarafından “Yüzatlı” soyadı verilmiştir.

Duvarlar betonarme olmasına rağmen, ahşap saçağı, beyaz boyası ve şale stiliyle bir muhabbet kuşu gibidir. Holden, basamaklarla akvaryum gibi deniz üzeri salona inilir.

hekimbasi-yalisi-1
İstanbul Bebek Hekimpaşa Yalısı

HEKİMPAŞA YALISI

Bu yalı: Bebek vapur iskelesinin civarında, üç birimden oluşan saray yavrusu, pembe bir yalıdır. Burası: büyük yalı, ortanca yalı ve küçük yalı diye anılır.

Yalı: 1805 yılında Sultan III. Selim döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet tarafından satın alınır.

Hekimbaşı Behçet Efendi, Abdülhalik Molla ve oğlu Hayrullah Efendiye intikal eder. Hekimbaşılık: Abdülhak Mollanın sarayda bir numaralı hekim olmasından ileri gelir. Hekimbaşı: Sultan II. Mahmut döneminde açılan Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane’nin ilk mezunlarındandır. Sultan Abdülmecid’in hekimbaşılığına getirilmiştir. Aynı zamanda bir botanik bilginidir, otlar ve çiçeklerden yaptığı ilaçlarla tanınırdı. Üç sultana doktorluk yapan Hekimbaşının, bahçesine diktiği ve kendi aşıladığı bir gül “Hekimbaşı gülü” olarak bilinir.

Büyük şair Abdülhak Hamit: bir fırtınalı gün olan 5 Şubat 1852 tarihinde, burada dünyaya gelmiştir.

Mareşal Moltke: bu yalının set set bahçelerinden ve içindeki güllerden övgü ile söz eder. Kendisi: Boğaziçi’nin ilk topoğrafik haritasını yapmış ve hatıratında bu kıyılardaki uzun gezintilerinin anlatmıştır.

Sultan II. Mahmut, 1832 yılı yazında Hekimbaşı Behçet Efendinin yalısını ziyaret etmiştir. 1831 yılında, İngiltere, Rusya ve Fransa elçileriyle birlikte, burada Yunan hududu meselesi görüşüldü. Hekimbaşı, Bebek yalısında bir eczane yaptırmış ve eczanenin kapısına “Ne ararsan bulunur bunda devadan gayri” yazılı bir levha astırmıştır. 19 yüzyılda, Abdülhak Molla: gerek yalıyı ve gerekse meşhur çiçek ve meyve bahçelerini daima imar ettirdi.

Yalının mirasçıları: 20 yüzyıl başlarında kuzeydeki selamlık bölümünü yıktırır ve bahçe haline getirirler. Yalının ön cephesi çürümüş olduğundan 1978 yılında yenilenmiştir. 1980’li yıllarda ise, denize doğru kayma gösteren yalının önüne, boydan boya, dokuz ayağın üzerine oturtulmuş bir rıhtım yapılmıştır. Hekimbaşı Yalısının günümüze gelen, aşı boyalı harem kısmı, yan yana üç ayrı bölümden oluşur. Bu bölümlerden biri üç, biri iki ve diğeri tek katlıdır. Bu yalı, televizyonda yayımlanan “Bin bir gece” isimli diziye ev sahipliği yapmış, 2010 yılında ise restore edilmiştir.

İŞİRAH VADİSİ VE LAZERİSTLER

İskele karşısında, Etilere çıkan İnşirah vadisi; İstanbul’un önemli parçalarındandır.

İki yanı koruluk olan yolun daha doğrusu yokuşun solundaki tepede: Zincirlikuyu’dan başlayarak uzun caddede: siteler ve apartmanlar inşa edilmesine rağmen, yola ismini veren ve orijinal durumunu yitiren Nisbetiye köşkü görülür.

Yolun sonunda ise: Rum kilisesi önünde, İstanbul’un en muhteşem çınar ağaçlarından biri görülür. Sultan II. Abdülhamit: Bebek sırtlarındaki bu derin vadinin güney yamacını kaplayan geniş araziyi: 1908 yılında Fransız misyonerlerinden lazeristlere tahsis eder. Lazeristler buraya çeşitli binalar yaparlar. Özellikle buradaki okul önem kazanır, okulda her dinden zengin ailelerin çocukları okur ve 7-8 dil öğrenirdi.

Ancak misyonerler ölünce, uzun zaman bu yapılarla kimse ilgilenmez. 1956 yılında ciddi bir yangın yaşanır.

20 dönüm arazi içindeki Lazerist kilisesine ait manastır: 1980 yılında yeniden kullanıma hazır hale getirilir ve Saint Benoit Lisesi Vakfı misafirhanesi olur.

Yokuşun solundaki çıkmaz sokak ve uzun merdivenler, manastırın bulunduğu yüksek avluya ulaşır. Soldaki büyük taş yapı, saat kulesidir.

Vakfa ait manastıra devlet tarafından el konulmuş ve özel şahsa kiralanmış, 1987 yılından bu yana otel olarak işletilmektedir. Ancak vakıf tarafından hukuksal girişimlerde bulunulduğu öğrenilmiştir.

SACRE COEUR FRANSIZ KİLİSESİ

Bu Katolik kilisesi yeni Yıldız Koleji binasının hemen yanındadır. Buranın tüm yapılarıyla birlikte 1856 yılında inşa edildiği söylenmektedir. Geniş bir arazide: okul ve yetimhane ile birlikte bir kompleks olarak yapılmıştır. Okul uzun zaman önce kapanmıştır.

katolik-yetimhanesi-1
İstanbul Bebek Fransız Katolik Yetimhanesi

FRANSIZ KATOLİK YETİMHANESİ

Şehrin en etkileyici ahşap binalarından biri olan bu yapı: hemen kilisenin bitişiğindedir.

Günümüzde de işlevini sürdürmekte olan yapı: ahşaplık ve büyüklüğü ile ilgi çeker. 1856 yılında inşa edilmiştir. İlk zamanlarda, burada Süryani çocukları iki yıl eğitim aldıktan sonra Fransa’ya gönderilir ve Fransa’da rahip ve rahibe olarak yetiştirilirdi. Ardından ailelerine de Fransa’da oturma izni verilirdi. Çünkü, Fransızlar “kendi ülkelerinde din adamı olmak isteyen genç bulamadıkları için, dış ülkelerden çocuk toplamayı” tercih ediyorlardı. Daha sonraki dönemde, burası Karaköy’deki St Benout Lisesi tarafından yazlık okul olarak kullanılmıştır. Azınlık vakfı olmasına rağmen, tepedeki diğer yetimhaneye devlet el koymuş, ardından da bir şirkete kiralamıştır. Kiralayan şirket, tepedeki yetimhaneyi, lüks rezidanslara dönüştürmüştür. Vakıf yetkilileri ise, hukuksal girişimlerde bulunmuşlardır.

kavafyan-konagi-1
İstanbul Bebek Kavafyan Konağı

 

KAVAFYAN KONAĞI

Katolik yetimhanesinin hemen yanındadır. İstanbul şehrinin en eski ahşap konuklarından biridir. Sultan I. Mahmut döneminde, 1751 yılında yapılmıştır. Bu tarih: bu eski konağın altındaki kuyu taşının üstünde yazılıdır.

Ancak günümüze kadar hiç yangın geçirmemiş ve ilk günkü orijinalliğini korumaktadır. Türk ev mimarisinin korunmuş ve bozulmamış en önemli bir örneğidir. Yapılış tarihine göre, İstanbul’da ayakta duran en eski evdir.

Konak: önceleri bir Rum evi olmasına rağmen, sonraları Ermeni bir aileye geçmiş ve Kavafyan konağı olarak anılmıştır. Çünkü yapının salonunda hala portresi duran Balkapanlılar tarafından yaptırıldığı düşünülmektedir. Ancak bazı tarihçilere göre, konak bir Ermeni tarafından yaptırılmıştır.

Üç katlı ve gösterişli bir yapıdır. Ahşap cephesi kırmızı aşı boyalıdır. Her iyi yönden pencereli ve aydınlık sekili eyvanları, yüklükleri ve nişleri vardır. Setler halinde yükselen bahçesiyle de Osmanlı bahçe mimarisinin küçük bir örneğidir. Bu setleri birbirine bağlamak için istinat duvarlarına dayandırılmış dik merdivenler kullanılmıştır.

Konağın setli bahçeleri, bakımsızlıktan yoğun bitki örtüsüyle kaplanmış ve oldukça harap bir durumdadır. Kavafyan konağının en önemli iç mimari özelliklerinden birisi de dönemin en erken örneği olan “manzara betimlemeli duvar resimleri” dir. Duvar nakışları, barok süslemeler, tavanlarda bulunan manzara şeritleri, pencere başlıkları ilgi çeker.

1980 yılında; Anıtlar Yüksek Kurulu kararıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü mülkiyetine geçen konakta, 1998 yılına kadar, Kavafyan ailesinin beşinci kuşak torunları ne gariptir ki kiracı olarak yaşamıştır. Bu arada, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından konağın bahçesi, özel bir okul sahibine kiralanmıştır. Kira şartı olarak: konağın yıkılmadan, dış görünüşü eskisine benzeyen bir yapıya dönüştürülmesiymiş.

Günümüzde konak boştur. Kaderine terk edilmiş durumdadır. Yapı: haremlik, selamlık, hamam, mutfak, arabalık, ahır, avlu, taşlık, magralı sebil, çeşmeler ve su kuyusundan oluşan bir bütün iken, günümüzde geriye sadece harem dairesi kalmıştır ve orası da tamamen harap durumdadır.

ayios-0
İstanbul Bebek Ayios Haralambos Rum Ortodoks Kilisesi

 

AYİOS HARALAMBOS RUM ORTODOKS KİLİSESİ

Ana caddeden 100 metre kadar içeride İmşirah Sokaktadır. Bebek’ten Etiler’e çıkarken, Tevfik Fikret İlköğretim okulunun karşısındadır. Bir zamanlar, bu kilisenin yanında Rum ilkokulu bulunuyordu.

Aziz Haralambos: önemli bir din adamıdır. Roma imparatoru Septimus Severus döneminde (193-210) Manisa şehrinde Hıristiyanların ruhani lideri olarak görev yapıyordu. Roma imparatorluğu henüz Hıristiyanlığı kabul etmediği için, dönemin valisi Lukianus tarafından verdiği vaazlar nedeniyle tutuklanmış ve işkenceye uğramıştır. Çırılçıplak soyulduktan sonra, derisi yüzülen Haralambos’un ağzına bir de hayvan gemi takılmış, halkın içinde gezdirilmiş ve sonra da başı kesilerek öldürülmüştür. (Bunlar elbette rivayet)

Yapı: 1830 yılında zengin Rum aileleri tarafından yaptırılmıştır. Dar bir avluyla çevrelenmiş ve dikdörtgen bir planı vardır. 1962 yılında beton çan kulesi eklenmiştir. Duvarları yığma taş, çatısı kiremit döşelidir. Kuzey avlu bölümünde bulunan mezarların tarihleri 1883-1907 yılları arasına kadar gider. Kilisenin ilk yapılışından 61 yıl sonra bile buraya defin yapıldığı anlaşılır. Cemaatinin olmadığını öğrendim.

bogazici-universitesi-1
İstanbul Bebek Boğaziçi Üniversitesi-Robert Koleji

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ-ROBERT KOLEJİ

Eski adıyla Robert Kolej olan yapı, günümüzde Boğaziçi Üniversitesidir. Arazi: Bebek ve Rumeli Hisarı arasındaki tepelerde uzanır. Arazi: devlet adamı Ahmet Vefik Paşa’dan satın alınmıştır. Kendisi: Molier’den yaptığı uyarlamalarla tanınır.

Üniversitenin alt giriş kapısı ve tarihi bekçi binası, görülür. Buradan içeri girip, muhteşem korunun içinden tepeye çıkarsanız, kampüsün tadını çıkarabilirsiniz.

Gelelim tarihi geçmişe: Robert Koleji, Amerika dışında açılan ilk Amerikan kollejidir. Amerikalı misyoner Cyrus Hamlin tarafından 1863 yılında kurulmuştur. Hamlin, Kırım Savaşı sırasında Florence Nightingale ile birlikte çalışmış bir misyonerdir ve Türkiye’yi çok sevdiği için burada bir Amerikan eğitim kurumu açmıştır. Erkek öğrencilerin eğitim gördüğü bu okul, ismini finansal destekçisi Christopher R. Robert’dan almıştır. Okul 1971 yılında Milli Eğitim Bakanlığına devredilmiş ve ardından Boğaziçi Üniversitesi olarak açılmıştır. Kolej ise, Arnavutköy’de bulunan Robert Kız Kolejiyle birleştirilmiş ve eğitime karma olarak devam edilmiştir.

asiyan-parki-1
İstanbul Bebek Kayalar Mezarlığı ve Aşiyan Parkı

KAYALAR MEZARLIĞI VE AŞİYAN PARKI

Robert Kolejden çıkan ve Beşiktaş-Sarıyer ilçelerinin hududunu oluşturan yokuşun, her iki tarafı da Kayalar ve Rumeli Hisarı mezarlıkları idi.

19 yüzyılda Bebek’den buraya kadar olan yokuşlu sahilde: Osmanlı mezarları görülüyordu. Bu mezarların birçoğunun mermer mezar taşları üstündeki isimler “altınla” yazılmıştı. Buraya dev kayalar olduğundan, Kayalar Mevki deniyordu. Buradaki mezarlar Osmanlılar için kutsaldı. Çünkü; bu yöreye geldiklerinde, ilk şehit düşenler bu mezarlıkta gömülüydü. Bu yüzden, Hisar’a yakın olan tekkeye “Şehitler Tekkesi” denilmektedir.

1950 yılından sonra, zamanın hükumeti tarafından, çeşitli nedenlerle, Kayalar Mezarlığı istimlak edilip “Gazino” haline getirildi. Uzun yıllar, Aşiyan Gazinosu olarak isimlendirilen bu mekanda: sazlı sözlü programlar yapıldı. 1985 yılında ise, burası Belediye tarafından park yapıldı. Parka: hemen yan taraftaki mezarlıkta yatan Orhan Velinin heykeli dikildi.

RUMELİ-AŞİYAN MEZARLIĞI

Bu bölge, fetihten hemen sonra “Nafi Baba Tepesi” olarak bilinir. Tepenin çevresi, 1452 yılında Rumeli Hisarı inşaatı sırasında, Bizanslıların saldırıları sonucu öldürülenlerin mezarlığı olarak kurulmuştur. Bu yüzden, buraya aynı zamanda “Şehitlik” veya “Şehitlik Tepesi” de denilmiştir. Ancak: yine de bir çelişki vardır. Rumeli Hisarı inşaatında ölenlerin burada mı yoksa Kayalar Mezarlığında mı gömülü oldukları tam olarak bilinmemektedir.

Buradaki mezarlık, ilk yapıldığında deniz kenarına kadar uzanıyordu. Ancak yol yapım çalışmaları sırasında, birçok mezar kaldırıldı. Bunlar arasında, ünlü şair Mehmet Nesip Efendinin kabri de bulunmaktadır. Günümüzde: Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi önemli kişilerin mezarlarının bulunduğu mekandır.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

İstanbul Laleli

laleli.genel.0
İstanbul Laleli

Fatih ilçesi sınırları içinde, Beyazıt ve Aksaray arasında, tarihi İstanbul’un ana aksı olan Ordu caddesi çevresinde uzanır.

Semt, Laleli ismini, camide bulunan zarif bir çeşmeden almıştır.

Ama bazı yazarlara göre: Laleli ismi, Sultan III. Mustafa’nın hocası “Laleli Baba” dan gelir. Sultan III. Mustafa: sohbetleri seven bir sultandır. Bilgeliğine güvenilen ve ağzı laf yapan kişileri, bu sohbet toplantılarına davet eder. Günün birinde: göğsünde lale takıp dolaştığı için “Laleli Baba” olarak tanınan bir dervişi de davet eder.

Sultan, çevresinde toplananlara, hayattaki en önemli şeyin ne olduğunu sorar. Birçok kişi: din işlerinin önemini ve Osmanlının yüceliğini söyler. Ancak bu alışılagelmiş cevaplar, Sultanı tatmin etmez. Aynı sorunun cevabını Laleli Baba’dan duymak ister. Baba düşünmeden cevap verir “hayatta en önemli şey, rahat bir şekilde def-i hacet yapabilmektir” der.

Sultan bu cevaptan hoşlanmaz, sohbet meclisi dağılırken “Hayatta bu kadar önemli şey varken, hacete gitmekte neyin nesi” der. Laleli Babanın sonraki sohbetlere çağrılmamasını emreder. Bir süre sonra: Sultan, hacete çıkamaz, Osmanlı tıbbının geliştirdiği hiçbir ilaç çare yaratmaz.

Sultan: çatladı çatlayacak derken, çare, tanıdık birinden gelir. Laleli Baba, bir şart karşılığında, Sultanın derdine çare bulabileceğini söyler. Şart “Sultanın tahttan vazgeçmesi ve saltanatı kendisine bırakmasıdır”

Laleli Baba: kendisine paşalık, vezirlik, sadrazamlık önerilmesine rağmen, şartından vazgeçmez. Sultan ise, bu sırada çatlamak üzeredir ve sorunun çözümünün ardından dervişin icabına bakabileceğini düşünerek, teklifi kabul eder. Laleli Baba: okuyup üfler, ardından reçeteyi yazar ve Sultan bu reçeteyi uygulayınca kendini en uygun yere atar, rahatlar, rahat bir nefes aldıktan sonra Laleli Babayı çağırtır.

Ancak, Laleli Baba Sultan’a: “Padişahım ben bir def-i hacet için değişilen tahtı neyleyim” der. Sultan, mutlaka bir istekte bulunmasını söyleyince, Laleli Baba “Sultanım adıma bir cami yap, içinde de büyük bir hela olsun, gelip geçenler hem ibadetlerini hem de hacetlerini keyifle yapsınlar” der.

Padişah bu isteği derhal yerine getirir ve Laleli cami yaptırılır. Laleli cami: İstanbul’da içinde hela yapılan ilk camidir. Laleli Babanın türbesi, caminin bir köşesinde durmaktadır.

Caminin isminin “Laleli” olmasına ait bir söylenti daha vardır. Caminin tamamlanmasından kısa süre önce: Sultan III. Mustafa hastalanır ve hastalığına çare bulunmaz. Tedaviden ümit kesildiği anda, boynunda demirden yapılmış ve laleye benzeyen bir kolye taşıyan garip kılıklı biri çıkagelir.

Aslında, kolyedeki lale simgesi, çiçek değildir ve bu, suçluların boynuna takılan bir halkadır. Derviş: inşaat tamamlandığında, camiye isminin verilmesini şart koşarak Padişahı tedavi eder ve iyileşen Sultan, camiye “Laleli” ismini verir.

laleli baba türbesi.1
İstanbul Laleli

Laleli Baba’dan bu kadar söz ettik. Kendisinin türbesi, caminin hemen yakınındadır.

Gelelim sonucu yani Sultan III. Mustafa’nın söylediklerine: Sultan III. Mustafa, bu camiden önce, Üsküdar’da Salacak sırtlarında Ayazma Sarayının bulunduğu yerde, annesi Mihrişah Emine Sultan için 1761 yılında bir cami yaptırmış ve halk, yapıldığı yerden ötürü oraya “Ayazma camisi” ismini vermiştir. Çünkü caminin yaptırıldığı yerde Ortodokslar tarafından kutsal kabul edilen su yani ayazma vardır. Sultan, burayı kendisi için yaptırır ama Laleli Baba yüzünden, buraya da “Laleli” cami denir. Bu duruma üzülen Sultan III. Mustafa “İki hayrat yaptırdım, birini suya öbürünü de veliye kaptırdım” diyerek hayıflanır.

laleli.genel.1
İstanbul Laleli

 

Günümüzde Laleli

Günümüzde burada birçok tekstil firması bulunmaktadır. Bunlar, 1980’li yıllarda başlayan bavul ticaretinin merkezidir. Ancak bavul ticareti yapanlara “Nataşa” gözü ile bakılmaya başlandığında, semtin bu özelliği nitelik değiştirmiştir. Öte yandan son yıllarda Türkiye’nin dış ticaretinde önemli bir yer tutan bavul ticaretine gerekli ilginin gösterilmemesi ve gerekli düzenlemelerin yapılmaması da bölgedeki ticari ilerlemeleri geriletmiştir. Yine de, hala Ordu caddesi üzerinde ellerinde çuvallar veya büyük poşetlerle alışveriş yapmış kadınları, el arabasıyla yüklerini taşıyan yabancı esnafları görmek mümkündür. Ayrıca, İstanbul Üniversitesinin bulunması da semte genç dinamizm katmıştır.

laleli camii.5
İstanbul Laleli Külliyesi

LALELİ KÜLLİYESİ

Laleli külliyesi, Padişahlar tarafından yaptırılmış son külliyedir. Sultan III. Mustafa tarafından hayatta iken yaptırılmıştır. Cami, imaret, çarşı, dükkanlar, çeşmeler, medrese, han, sebil, türbe ve mumhaneden oluşmaktadır ve 1760-1764 yılları arasında yapılmıştır. Daha sonra külliyeye bir de muvakkithane ilave edilmiştir. Külliyenin inşaatına hassa baş mimarı Kara Ahmet Ağa tarafından başlanmış ve Mehmet Tahir Ağa tarafından tamamlanmıştır.

1782 yılındaki yangında külliyenin bazı dükkanları yanmıştır. Harap olan cami 1783 yılında onarılmıştır. Külliye yapılarından medrese günümüze ulaşmamıştır.

1911 yılındaki yangın: medreseyi, cami ve diğer pek çok yapıyı tahrip eder, hamam tamamen yıkılır. Ordu caddesinin genişletilmesi çalışmaları sırasında da caminin set duvarı yıkılmış ve geriye çekilmiştir. Daha sonra bu duvar da yıkılarak caminin bodrum ve ön cephesine bir sıra tonozlu dükkanlar inşa edilerek günümüzdeki duruma getirilmiştir.

laleli camii.1
İstanbul Laleli  Camii-Capitolium Manastırı

 

Laleli camii-Capitolium manastırı

Beyazıt’dan Aksaray’a giderken Laleli camisinin bulunduğu yerde: Bizans zamanında İmparator Konstantinus zamanında yaptırılmış, pagan tanrılarına adanmış bir pagan tapınağı olan Capitolium vardı. (Yalnız bu bilgi kanıtlanmış bir bilgi değildir.)

Bu pagan tapınağı üstüne planlanan caminin yapımına: Sultan III. Mustafa adına, 1759 yılında mimar Tahir Ağa tarafından başlanmıştır. Temelden çıkan toprak, Yenikapı sahilinin doldurulmasında kullanılmıştır.

9 Eylül 1760 tarihindeki temel atma töreninde, Sultan Mustafa, yüksek görevlilere samur kürk ve para dağıtır. Cami: 5 Mart 1764 tarihinde, Padişahın da katıldığı bir merasimle açılır.

Şehirdeki barok camilerden en güzelidir. Cami: bir platform gibi yükseltilmiş zemin yani teras üzerindedir. Ana kütleye: dıştan bir rampayla çıkılır. Böylece: tüm yapı, mimar Tahir Ağanın: camiyi neredeyse havada asılı tutabileceğini kanıtladığı bir güç gösterisi gibidir.

Caminin altındaki boşlukta: labirente benzer galerilerde kıvrılan geçitler ve tonozlu dükkanlar vardır. Bunların tam ortasında ise, havuzlu büyük bir salon bulunur. 1766 yılındaki deprem sonrasında külliye ve caminin güçlendirilmesi için, cami altındaki çarşı toprakla doldurularak kapatılmıştır.

Caminin önündeki caddenin düzenlenmesi sırasında 1956-1957 yılları arasında ortaya çıkarılan bu kat; halen dükkan ve kafeler bulunan bir çarşı olarak kullanılmaktadır.

Avlu yer seviyesinden yüksektir. Avluya: caddeden iki kapıyla girilir, basamaklarla çıkılır.

Cami tek kubbelidir. Ana kubbe 8 sütuna oturur. Çevresi 6 yarım kubbeden oluşur. Ana kubbenin çapı 12.5 metre ve dış yüksekliği 24.5 metredir. Kubbe kasnağındaki pencere sayısı 24 tanedir ve caminin tüm pencerelerinin sayısı ise 105 tanedir.

Alt bölüm tuğla ve üst bölüm tamamen taştan yapılmıştır. Bu görüntü yani iki kısım: tam olarak birbirine uymaz. Yapının eni dardır, genelde yükseklik vurgulanmıştır. İç mekan dikdörtgen şeklinde sekizgen planlıdır. Taşıyıcı sütunların hepsi duvarlara gömülüdür.

Duvar döşemelerinde: sarı, kırmızı ve mavi renk ağırlıklı, akik, yeşim taşı, gök cevher taşı gibi yarı değerli taşları da içeren mermerler kullanılmıştır. Böylece ortama hoş ama biraz fazla süslü bir hava verilmiştir. Mihrap çıkıntı yapan apsistedir, iki yanda birer sütunla sınırlandırılmıştır ve mermerdir.

Mihrap nişi: koyu yeşil renkli taşla kaplanmıştır ve ortasında zincirden sarkan, altın yaldızla yapılmış bir kandil motifi vardır. Mermer minber: renkli taşlarla süslenmiştir. Minberde kapı ve geçiş açıklıkları yuvarlak kemerlidir. Geçiş açıklıkları üzerinde, her iki yönde Sultan III. Mustafa’nın birer tuğrası işlidir.

Renkli taşların kullanıldığı korkuluk ve yan cepheler ise düzdür. Vaaz kürsüsü: ahşap sedef kakmalı ve oymadır. Korkulukları düz olan kürsünün sırt kısmı, bitkisel kompozisyonludur. Caminin caddeye bakan yerdeki kapısı: 1950’li yıllardaki yol yapım çalışmalarında geriye çekilmiştir.

Minareler

Son cemaat yerinin dış köşelerinde bulunan iki inceltilmiş iki minare tek şerefelidir. Doğudaki minare, hünkar mahfili içinden yükseltilmiştir. 19’ncu yüzyılda yenilenmiş olan taş külahları boğumlu ve yivlidir. Batıdaki minarenin kaidesinde 1779 tarihli iki tane güneş saati vardır.

Şadırvan

Revaklı avlunun ortasındaki şadırvan, sekiz devasa paye ile desteklenmiştir. Geniş saçaklı bir kubbeyle örtülmüştür.

laleli.sebil.1
İstanbul Laleli Sebil

Sebil

Ordu caddesi üstünde, dış avlu kapısı yanındadır. Dışa taşkın ve beş cepheli olarak yapılmıştır. Dilimli cephelere sahip olan sebil, yüksek gövdelidir ve geniş saçaklı bir kubbeyle örtülmüştür. Cephelerdeki madeni şebekeler: 6 tane su verme açıklığına sahiptir. Bronzdan yapılmış sebil ilgi çekecek güzelliktedir.

İmaret-Aşhane

Caminin dış avlusunun köşesindedir. Burada: fırın, kiler, mutfak ve görevlilerin barındığı mekanlar vardır. İç avlusu, doğu ve batı yönünde revaklıdır. Kapısının iki yanı, birer köşeli sütunla sınırlanmıştır. Fırının bitişiğindeki mekan, mutfak olarak düzenlenmiştir. Kuzeyde bulunan küçük oda ise kilerdir. Bu yönde, revak içinde bulunan bir merdivenle, üst katta bulunan ve görevliler için ayrılmış olan barınma yerlerine ulaşılır.

Çarşı

Fevkani olarak inşa edilen revaklı avlulu caminin altında çarşı vardır. Hünkar rampası ile Ordu caddesi yönündeki kapıya doğru biraz genişleyen çarşı: dış avluya iki kapıyla bağlanır. Çarşı kapıları yuvarlak kemerli ve dövme demir kanatlıdır. Batı yönündeki kapı, içinde 6 dükkanın bulunduğu kırık kollu bir koridorla çarşıya bağlanır.

Çarşıda: duvar ve payeler arasında, ahşap bölmeli dükkanlar vardır. 1957-1958 yıllarında, Ordu caddesinin genişletilmesi sırasında, kot düşürülünce, bu yöndeki avlu duvarı üzerinde, bir sıra tonozlu dükkan yapılmıştır. Arkadaki avlunun altında da çok sayıda dükkan inşa edilerek eski çarşıya bağlanmıştır. Caminin doğu yönündeki avlu duvarında bulunan dükkanlar, külliye ile birlikte yapılmıştır. Kuzeydeki dükkanların bazıları zamanla ortadan kalkmış ve yerlerine binalar yapılmıştır.

Mumhane

Caminin kuzeyinde, dış avlu duvarına bitişik bir yapıdır. Yapı: önündeki açık avlu ile, arkadaki aynalı tonoz örtülü, kapalı bir mekandan oluşmaktadır.

laleli.türbe.000
İstanbul Laleli Türbe

 

Türbe

Sekizgen türbenin yüzü ana caddeye bakar. Bronz şebekeleri çok zariftir. Türbenin içi: 16’ncı yüzyıl çinileriyle süslenmiştir. Dış duvarlarındaki kuş evleri dikkat çeker.

Türbede: 8 ahşap sanduka vardır. Bunlar: III. Mustafa, III. Selim ve diğerleri (III. Mustafa’nın çocukları Şehzade Mehmet, Hibetullah Sultan, Mihrişah Sultan, Şerife Havva Sultan, Fatma Sultan ve Beyhan Sultan) dir.

Türbenin sağ yanında bitişik bir türbe daha vardır. Kare planlı olan bu türbede III. Mustafa’nın kadınlarından Aynülhayat Kadın ve III. Selim’in baş kadını Lefüzar Kadın yatmaktadır.

Hazirede yaklaşık 30 civarında kabir tespit edilmiştir. Özellikle: avlu duvarı önünde bulunan ve Adilşah Kadın (ölüm tarihi: 1803) a ait türbe dikkat çeker. Bu türbe: madeni şebeke ile bir kafes gibi düzenlenmiştir.

taşhan.1
İstanbul Laleli Çukur çeşma hanı-Büyük taş han-Sipahiler Hanı

Çukur çeşme hanı-Büyük taş han-Sipahiler hanı

Laleli külliyesine ait bu han: caminin hemen doğusunda, Fethi Bey caddesi sapağındadır.

Buraya: eskiden “Çukur çeşme hanı” ve “Katırcılar Hanı” denirmiş. Günümüzde ise “Büyük Taş Han” deniyor. Yapımı: 1760 yılına tarihlenir. Hanın avlusuna: çok uzun ve tonozlu bir geçitten geçilerek ulaşılıyor. Bu revaklı avlunun çevresinde: 4 kenarda, tuhaf şekilli odalar vardır. Burada: adeta mimar Tahir Ağa’nın inancı ve huysuz dehası hissedilmektedir.

3 avlulu olarak düzenlenen han, 2 katlıdır. Cephede yuvarlak kemerli kapı açıklığı ile önce ince uzun bir koridora, daha sonra büyük avluya ulaşılır. Bu büyük avlu 27 x 14 metre ölçülerindedir. Eskiden ahır olarak kullanılan bodrum katı mevcuttur. 1980’li yılların sonuna kadar kereste deposu olarak kullanılmıştır. 2010 yılında özenli bir restorasyon yapılır ve yapı, günümüzde lokanta kafe ve dükkanlardan oluşan bir kompleks şeklinde kullanılmaktadır.

LALELİ MEDRESESİ

Medresenin temeli 1760 yılında atılmıştır. 9 odası ve 1 dersliği bulunuyordu. 1894 yılındaki depremde harap olan medrese yapısı, 1911 yılındaki yangında tamamen yanar ve geriye dört duvar kalır. Ancak medrese içindeki kitaplar yangından kurtarılmıştır. Halen Süleymaniye kütüphanesinde bulunan Laleli kütüphanesi bölümünde 3777 yazma eser mevcuttur.

teyyare.1
İstanbul Laleli Harikzedegah Evleri-Teyyare Apartmanları

 

HARİKZEDEGAH EVLERİ-TEYYARE APARTMANLARI

Laleli camisinin karşısında, doğuda, köşe başındadır. Bu yapıların yerinde, eskiden külliyenin medresesi bulunuyordu. Bu yapılar: 1918 yılında, Cibali, Fatih ve Altımermer bölgelerini kavuran büyük yangından kurtulanların yerleşmesi için 1922 yılında, I. Ulusal Mimarlık akımının ünlü mimarı Kemalettin Bey tarafından yapılmıştır.

Türkiye’nin ilk betonarme ve çok katlı toplu konutlarıdır. 124 daire ve 24 dükkandan oluşmaktadır. O dönemde, toplu konutlar olarak yapılsa da, yapılan her mimari eserde, estetiğin nasıl göz önünde bulundurulduğu hissedilir. Avluları ortak olarak kullanılan bu dev bloklar, günümüzde otel olarak işletilmektedir.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.