Diyarbakır

Diyarbakır

Diyarbakır, tarihi ipek yolu üzerinde bulunması nedeniyle, tarihin her döneminde önemini korumuş, özellikle yaz aylarında, sıcakların aşırı yükseldiği bir yer olarak önem kazanmaktadır. Ayrıca, kalabalık ve özellikle çocukların yarattığı kalabalık ve bu kalabalık ortamda, siz, bir gezgin olarak, şehir dışından gelen bir gezgin olarak, derhal hissedilirsiniz ve bu durum size fark ettirilir.

ULAŞIM

Şehre, kara yolu ile ulaşmak mümkündür. Diyarbakır otogarı, şehir merkezindedir. Şehrin, bazı yerlere olan uzaklığı şöyledir. Diyarbakır-Ankara arasındaki uzaklık: 940 km. Diyarbakır-İstanbul arasındaki uzaklık: 1381 km. Diyarbakır-Adana arasındaki uzaklık: 536 km. Diyarbakır-Gaziantep arasındaki uzaklık: 329 km. Diyarbakır-Elazığ arasındaki uzaklık: 162 km. Diyarbakır-Siirt arasındaki uzaklık: 216 km. Diyarbakır-Ş.Urfa arasındaki uzaklık: 184 km. dir.

Buraya uçak ile gitmek isterseniz: hava alanı, şehir merkezine 6 km. uzaklıktadır. Hava alanı, askeri ve sivil amaçlar için kullanılmaktadır. Her uçuştan önce, Belediye otobüsü seferleri ve mevcut taksi duraklarındaki taksiler ile, hava alanı ile şehir merkezi arasında, ulaşım sağlanmaktadır. İstanbul-Diyarbakır arasındaki hava yolu uçuşu, yaklaşık 1 saat 20 dakika sürmektedir.

Demir yolu düşünürseniz, yine buraya ulaşmak mümkündür. Diyarbakır Tren İstasyonu şehir merkezindedir. Bölgesel trenlerin birçoğu, şehir merkezinde durmaktadır. Ancak, İstanbul-Diyarbakır arasındaki demir yolu yolculuğu, yaklaşık 32 saat sürmektedir.

Diyarbakır

TARİHİ

Yöreden, tarihi süreç içinde, pek çok uygarlık ve kavim geçmiştir. Ama, özellikle, MÖ.3000’li yıllarda, bölgede egemenlik kuran “Asurlular” karşımıza çıkmaktadırlar. Bunlar döneminde, yazılı metinlerde geçen, yörenin ismi “Amidi” dir.

Yunanca ve Latince kaynaklarda ise, şehrin ismi “Amido” ve “Amida” olarak da geçmektedir. Hatta: Arap saldırıları sırasında, yöreye yerleşen “Bekr” adında bir aşiret nedeniyle, yörenin isminin “Bekr diyarı” olduğu da söylenir.

Daha sonra bu isim “Diyar-ı Bekr” olarak söylenmiş ve 1937 yılında, Ulu Büyük Önder Atatürk tarafından “Diyarbakır” olarak düzeltilmiştir. Şehrin bu yeni ismi, 10 Aralık 1937 tarihli Bakanlar kurulu kararında tescil edilmiştir.

Daha sonraki dönemlerde: yörede egemenlik kuranlar ise: Urartular, Persler, Romalılar, Partlar, Araplar, Emeviler, Abbasiler, Mervaniler, Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, İlhanlılar, Osmanlılar. Tüm bu uygarlıklar: bölgede, özellikle İç kaleyi, yönetim merkezi olarak kullanmışlardır.

Bu nedenle, son olarak, Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman tarafından, iç kale, 16 burç ve 2 yeni kapı ile genişletilmiştir. Diyarbakır’ın, Osmanlı hakimiyetine girişi: 1515 yılında, Yavuz Sultan Selim dönemine rastlamaktadır.

Bu dönemde, ilk kent valisi Bıyıklı Mehmet Paşa’dır. Şehir: bu dönemde, doğu-batı ve güney-kuzey yönünde geçen 2 cadde tarafından, Doğuda: Yenikapı, Batıda: Urfakapı, Güneyde: Mardinkapı ve Kuzeyde: Harputkapı omak üzere, 4 bölüme ayrılır.

Yani, 4 mahalleden oluşmaktadır. Yenikapı-Urfakapı bölgelerinde, daha çok Müslümanlar ve güney bölümde ise; Rumlar, Ermeniler, Keldaniler ve Yahudi Süryanilerden oluşan gayrimüslimler otururlar. Yıkıntıları üzerine Ulu Cami yapılan, Mar Toma kilisesi ise, kuzey bölümdedir. 1900’lü yıllara gelindiğinde, resmi kayıtlarda: bölgede 24 cami ve 21 mescit bulunduğu yazılıdır. Bunlar arasında, Ulu cami dışında, Akkoyunlular döneminden daha geriye giden yapılar, günümüze ulaşmamıştır. Akkoyunlular döneminde yapılan “Nebi cami”, Osmanlı mimari özellikleri göstermektedir. Büyük ihtimalle, bu durumun: 1531 yılında, Osmanlılar döneminde geçirdiği onarımın sonucu olduğu kesindir.

Diyarbakır tarihinde, diğer öne çıkan olaylar şunlardır

13 Şubat 1925 tarihinde, Bingöl-Genç-Piran köyünde başlayan “Şeyh Sait isyanı” esnasında, 7 Mart 1925 tarihinde, isyancılar tarafından Diyarbakır kuşatılır. Gece yarısına doğru, isyancılar, şehri baştan başa çevreleyen surların 4 kapısından saldırıya geçseler de, başarılı olamazlar ve hezimete uğrayarak geri çekilirler ve 8 Mart günü, kaçmaya başlarlar.

11 Mart günü yeniden yaptıkları saldırı da da başarılı olamazlar. 15 Nisan tarihinde yakalanan isyancılar, Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesinde yargılanırlar ve idama mahkum edilirler, cezaları 29 Haziran tarihinde, yine Diyarbakır’da infaz edilir.

5 Nisan günü, Diyarbakır için ayrı bir anlam taşımaktadır. Diyarbakırlılar, Atatürk’e olan bağlılık ve sevgileri nedeniyle, 2 Nisan 1926 tarihinde, Diyarbakır Belediye Meclisi tarafından, Atatürk’e çekilen bir telgraf ile, hemşerilik teklif edilmiş ve Atatürk tarafından, yapılan bu teklif gereği, Diyarbakır şehrinin fahri hemşeriliği kabul edilmiştir. 5 Nisan 1926 tarihli bu kabul telgrafının, şehre ulaştığı tarih, yani “5 NİSAN” günü, Diyarbakır için özel bir gün olarak her yıl kutlanmaktadır.

GENEL

Ülkemizin Güneydoğu Anadolu bölgesinde, tarihi çok eskilere giden bir şehir olarak önem kazanmaktadır. Çevresi genellikle Güneydoğu Toros dağları ile çevrilmiş olup, ortası hafif çukurumsu yapıdadır. Şehir merkezinin denizden yüksekliği 550 metredir.

Şehirde, sert kara iklimi egemendir. Buna bağlı olarak yazları çok sıcak ve kışları, bölgenin diğer yörelerine nazaran daha az soğuk geçer. Çünkü, Güneydoğu Toroslar, kuzeyden gelen soğuk rüzgarları kesmektedir. Bölgenin iklimsel özelliklerinin en büyük etkini ise, son yıllarda bölgede yapılan barajların oluşturduğu “nisbi nem” oranındaki artıştır. Özellikle: Aralık-Ocak aylarında, bölgedeki nisbi nem oranı, yüzde 80’lere kadar ulaşmaktadır.

Bölgenin bitki örtüsü pek canlı değildir. Genellikle otsu bitkilerin hakim olduğu bozkır bölgesinde, bunlar, ilkbaharda kısa bir süre yeşerir ve sonra yağışların kesilmesiyle kururlar. Çevredeki dağlarda ise, meşe ormanları bulunur. Ancak, yine de, bu ormanlar, il topraklarının en fazla, yüzde 11’lik kısmını kaplamaktadır.

Şehrin en önemli akarsuyu: Dicle nehridir. Nehir: şehrin doğu kesiminden, şehre paralel akar. Şehrin, güneyinde, 8 km. yaklaşır ve sonra doğuya yönelerek yeniden uzaklaşır.

Evet, bu şehrin en büyük özelliklerinden birisi de, nüfus artış oranının Türkiye standartlarının çok üzerinde olmasıdır. Zaten, bu şehri ziyaret ettiğinizde, cadde ve sokaklardaki çocukların yoğunluğunu rahatlıkla görebileceksiniz.

Diyarbakır Dicle Üniversitesi

DİCLE ÜNİVERSİTESİ

Üniversite, 1978 yılında açılmış olup, Dicle nehrinin doğusundadır. Yüz ölçümü değerlendirildiğinde, ülkemizin en büyük alana sahip üniversitesidir.
Günümüzde, Üniversite bünyesinde: 13 Fakülte, 11 Meslek Yüksek okulu, 1 Konservatuar, 3 Enstitü ve 1 Eğitim ve Araştırma Hastanesi bulunmaktadır.
Son olarak: 1998-1999 öğretim yılında, Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu kurulmuştur. Üniversitenin merkez kampüsü Diyarbakır il merkezinde iken, Ergani-Çermik-Çüngüş-Bismil-Silvan-Kulp ilçelerinde, Meslek Yüksek Okulları bulunmaktadır.

EL CEZERİ

1136 yılında, Cizre şehrinde doğmuş, bir dönem Diyarbakır’da yaşamış ve 1233 yılında, yine Cizre şehrinde ölmüştür.

Kendisi, İslam döneminin altın çağında: sibernetik üzerine, yani günümüzün robotik bilimi üzerine, önemli çalışmalar yapmış, Müslüman bir bilim adamıdır. Çalışmalarını: 6 bölümden oluşan “Kitab-ül Hiyel” yani “Mekanik Hareketlerde Mühendislikten Yararlanma” isimli kitabında yayınlamıştır.

Bu kitabında: 50 civarında cihazın çizimi ve kullanım esasları görülmektedir. Ancak, kitabın orijinal baskısı günümüze kadar ulaşmamış, orijinalinin benzeri 15 kopyasından 10 tanesi, Avrupa’nın çeşitli müzelerinde, 1 tanesi Topkapı Müzesi ve 1 tanesi ise Süleymaniye Kütüphanesindedir.

DİCLE NEHRİ

Maden çayı ve Birkleyn çayı: Dicle ilçesinde birleşerek, Dicle nehrini oluştururlar. Nehir, güneye inildikçe, yöredeki diğer ırmaklar tarafından beslenerek, iyice güçlenir ve Türkiye ile Suriye arasında, 40 km. lik bir sınır çizerek, Basra’nın 64 km. kuzeyinde, Fırat nehri ile birleşir ve “Şattülarap” ismini alarak, Basra körfezine dökülür.
Yöredeki bir inanışa göre: Dicle nehri, Zap, Fırat ve Aras nehirleriyle birlikte, cennetin 4 nehrinden biri olarak kabul edilir ve “Allah’a giden yol” olarak bilinir. Bu özelliği nedeniyle, yöre insanı: özel günlerde ve bayramlar öncesinde: on gözlü köprü üzerine çıkarak, dilek ve isteklerinin yazılı bulunduğu kağıt parçalarını, Dicle nehrine bırakırlar. Bu dileklerinin: Allah’a ulaşacağına ve kabul göreceğine inanırlar.
Nehir hakkında diğer anlatılan bir rivayet ise şöyledir: Allah, Danyal Peygambere, “elindeki asası ile, suyun çıktığı mağaranın ağzından itibaren bir çizgi çizmesini ve suyun bu çizgiyi takip edeceğini, ancak fakirlerin, dul kadınların, yetimlerin ve vakıf mallarına zarar vermemesini” söyler. Evet, Dicle nehri, bu yüzden, çok kıvrımlıdır.

Nehir hakkında, bir diğer efsane ise şöyledir: “Yunan mitolojisine göre: Nympha: kaplana dönüşmüş olan, Dionysos’tan kaçarken bir ırmak yanına gelir. Bu ırmağı geçebilmek için, Dionysos’un kollarına sığınmak zorunda kalır ve bu sırada, ondan hamile kalır. Doğan çocuğa “Medler” in atası olarak kabul edilen “Medos” ismi verilir.
Dionysos ve Nympha’nın birlikte geçtikleri bu ırmağa “tigris” yani “kaplan” ismi verilir.

DİYARBAKIR KARPUZU

Dünyaca meşhur Diyarbakır karpuzu: Dicle nehri kıyısındaki, çakıllı ve kumlu arazilerde: karpuz kuyusu denilen yerlerde yetiştirilir. Bu kuyular: Nisan-Mayıs ayları arasındaki dönemde: Dicle nehrinin sularının çekilmesiyle, nehir yatağında oluşmaktadırlar. Büyük karpuz yetiştirmek için açılan her kuyu: 2 metre boyunda ve 60 cm. genişliğindedir. Derinlik ise, taban kısmında, suya ulaşacak kadar yani, genellikle 40-60 cm. arasında gitmektedir.

Bu kuyular: ahır gübresi ve güvercin gübresiyle desteklenir ve böylece karpuzun iriliği ve lezzetli olması sağlanır. Yani, organik gübreleme, Diyarbakır karpuzunun en önemli özelliğidir. Yapılan bu gübreleme sonucu: ağırlıkları 60-70 kg. kadar varabilen karpuzlar yetiştirilmektedir. Gübre demişken: Diyarbakır yöresinde bol miktarda güvercin görebilirsiniz ki, bunların sebebi: özellikle karpuz yetiştiriciliğinde, lezzet vermesi açısından, güvercin gübresinin bolca kullanılıyor olmasıdır.

Evet, Diyarbakır karpuzu denilince ilk akla gelenler: iriliği ve lezzetidir. Ancak günümüzde, ticari zihniyet nedeniyle, Diyarbakır karpuzu nesli dejenere olmuş ve eski lezzet ve iriliği kaybolmuştur.

Sonuç olarak: Diyarbakır karpuzunun yararları: böbrek taşlarını düşürücü ve idrar söktürücü özellikleri bulunmaktadır. Ayrıca: hazmı kolaylaştırıcı etkisi vardır.

KARPUZ FESTİVALİ

Festivalin temelinde: tarihi süreç içinde yaşaman bir olay bulunmaktadır. Şöyle ki: İran ordusu tarafından kuşatılan şehir, bir yıllık kuşatmanın ardından, 10 Eylül 1515 tarihinde, Osmanlı ordusu tarafından kurtarılır. Halk, Osmanlı ordusunun şehre girmesini büyük bir sevinç ve törenlerle kutlar. Bu anlamlı gün: her yıl, Eylül ayında düzenlenen ve günlerce süren şenliklerle anılmıştır.

Şenlikler: 19’ncu yüzyılın sonlarına kadar devam etmiş ve şehir merkezindeki “Ali Pınarı” bölgesinde yapılmıştır. Bu şenliklerde kurulan panayır yerinde: bir çok tören düzenlenmiş ve bunlar, I. Dünya Savaşına kadar sürdürülmüştür. Ancak, I. Dünya savaşı sırasında ülkeyi saran sıkıntılar nedeniyle, bu şenlikler unutulmuştur.
1966 yılından itibaren ise, her yıl 23 Eylül tarihinde, bu şenlikler “Karpuz Festivali” adı altında, yeniden düzenlenmeye başlamıştır.

GÜVERCİN VE GÜVERCİN YETİŞTİRİCİLİĞİ

Şehirdeki güvercin yetiştiriciliğinin, yaklaşık 500 yıllık geçmişi bulunduğu söyleniyor. Çünkü, surların üzerindeki Nur burcunda, güvercin kabartması görülmektedir.
Burada güvercinlere “boran” ismi veriliyor. Güvercinler: beslenme ve insan ilişkilerinde önem kazanırken, güvercin gübresi de yörenin meşhur karpuz yetiştiriciliğinde kullanılmaktadır. Yöredeki halk destanlarında ise, güvercin kılığına girmiş perilerden söz edilir. Hatta, destanların bir çok yerinde, bu peri dönüşümünü takiben, çok güzel kızlara dönüşürler.
Evet, bu şehirde, güvercin ve güvercin yetiştiriciliği hobi olarak halkın büyük bir bölümünde ilgi çekmektedir. Bağlar semtinde, Dörtyol civarında, taka atan güvercinlerin şovlarını izlemek mümkündür.

NE YENİR-NE İÇİLİR

Özellikle yaz döneminde ise, bu yörede, devasa boyutlardaki “karpuz” mutlaka tatmalısınız. Bunun dışında “cartlak kebabı” olarak da bilinen “ciğer kebabı” düşünülebilir.
Ayrıca: içli köfte, çiğ köfte, kaburga, keşkek tatmalısınız. Bunların dışında: özellikle “patlıcan meftunesi” yemelisiniz. Bu yemek türü: kemikli kuzu etinden yapılır. Üstüne ise, halka halka doğranmış patlıcan ve domates konulur. Sumak ve sarımsak eklenerek, yenilecek hale getirilir.
Tatlı olarak ise: kadayıf, sütlü nuriye tercih edilebilir.
Ama, Diyarbakır denilince, özellikle gitmenizi önereceğim yer “Selim Usta” ve tatmanızı önereceğim lezzet Kaburgadır. Yanında: meyan kökü içmeyi sakın ihmal etmeyin. Bu bir anlamda, kolalı içeceklerin ham maddesi olması nedeniyle, yabancı olmadığınız bir lezzet ama yemekten sonra hazmı sağlaması açısından çok yararlıdır.
Son bir not: Dağkapıdaki ciğerciye ve Hasanpaşa hanındaki kahvaltıcıya uğramadan, bu şehirden sakın ayrılmayın.
Bu arada, tatlıdan söz etmek istiyorum. Diyarbakır yöresinde, burma kadayıf ünlüdür. Burma kadayıfın ilk imalatı, Diyarbakırlı Ako Usta tarafından 18’nci yüzyılda yapılmıştır. Dünyaca ünlü bu tatlı türü, kadayıfın içine ceviz veya fıstık doldurulup sarıldıktan sonra, bakır tepsiye dizilerek yapılır.

NE SATIN ALINIR

Şehirde, geleneksel el sanatları içinde öne çıkanlar şunlardır: kuyumculuk, ipekçilik ve bakırcılık. Ama tüm bunların yanında, şehirden, gerek kendiniz ve gerekse yakınlarınız için, hediyelik bir şeyler satın almak isterseniz, “hasır” düşünebilirsiniz.
Bunun dışında: hasır bilezik, kiniş gerdanlık, gümüş işlemeli nalın satın alabilirsiniz.
Evet, bunların dışında, Diyarbakır şehrindeki alışveriş merkezleri ve adresleri şunlardır:
Mega Center AVM: Bağlar semtinde, Şanlıurfa Yolu üzerindedir.
Diyar Galeria AVM: Yenişehir Mahallesi, Orduevi arkasındadır.
Babil AVM: Selahattin Eyyübi Mahallesi. Bayındır caddesi üzerindedir.
City AVM: Kayapınar bölgesinde, Diclekent Bulvarı üzerindedir.

GEZİLECEK YERLER

Diyarbakır Arkeoloji Müzesi

 

ARKEOLOJİ MÜZESİ

Şehir merkezinde, Cami-i Kebir mahallesinde, Tarancı sokaktadır. Pazartesi hariç, her gün açık olup, saat: 08.30-12.00 ve 13.00-17.00 arasında ziyaret edilebilmektedir.
Şehirdeki ilk arkeoloji müzesi, 1934 yılında, Ulu caminin bitişiğinde bulunan Zinciriye Medresesinde açılmıştır. 1985 yılında ise, Elazığ caddesi üzerinde bulunan, yeni binasına taşınmış ve 1988 yılında ziyarete açılmıştır. 5000 m. Karelik bir alan üzerinde kuruludur.

Bu alanda: müze dışında, konferans salonu, depo ve laboratuvarlar ve fotoğraf atölyesi bulunmaktadır.
Müzede: yörede egemenlik kuran, Asur, Urartu, Helenistik, Roma, Bizans, Artuklu, Selçuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı dönemlerine ait objeler sergilenmektedir. Ayrıca: Amid sikkeleri ve Etnografik eserler de sergilenmektedir. Sonuç olarak, günümüzde müze envanterinde: 16 bin civarında obje bulunmaktadır.

Diyarbakır Ziya Gökalp Müze Evi

 

ZİYA GÖKALP MÜZE EVİ

Şehir merkezinde, Ziya Gökalp bulvarındadır.
Bu müzenin bulunduğu ev, mimari yapısı ile önem kazanmaktadır. Çünkü, şehrin en tipik sivil mimari yapısıdır. Yapı: 1808 yılında, 2 katlı olarak, siyah-bazalt taşından yapılmış ve 1824 yılında, Gökalp ailesine intikal etmiştir. Haremlik ve Selamlık olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır.

Mekanlar, ortadaki avlunun çevresine yerleştirilmiştir. Süs ögesi olarak, beyaz renkli bezemeler dikkati çekmektedir. Bunun yanında, bazı kapıların üstlerinde Arapça kitabeler görülür.
Ziya Gökalp; 1876 yılında, bu evde doğmuştur. Ev: 1956 yılında, müze olarak düzenlenerek ziyarete açılmıştır. Genellikle, Diyarbakır evlerinde görülen, havuz geleneği burada da uygulanmıştır.
Burayı ziyaret ederseniz: ünlü düşünüre ait kişisel eşyalar ve yöreye ait Etnografik bir kısım obje görebilirsiniz. Ayrıca, evin ortasındaki avlu bölümünde, Ziya Gökalp’in bir heykeli de görülüyor.

CAHİT SITKI TARANCI MÜZE EVİ

Şehir merkezinde, Camii Kebir Mahallesindedir.
Ünlü yazar, Cahit Sıtkı Tarancı, 1733 yılında inşa edilen bu evde: 1910 yılında doğmuştur. İlkokulu Diyarbakır ve Liseyi İstanbul’da okuyan ünlü şair: daha sonra İstanbul-Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirir ve Paris’e gider. II. Dünya Savaşı çıkınca yeniden Türkiye’ye döner ve çeşitli kurum ve kuruluşlarda çalışır. Evet, bu ünlü şairimizin tüm şiirleri, ölüm ve ölüm korkusu üzerine yoğunlaşmıştır. En popüler şiiri ise “35 yaş “ şiiridir.
Şehirde, ünlü şairin doğduğu ev: 1973 yılında, Kültür Bakanlığı tarafından satın alınarak, müze haline getirilmiştir. Yapının tamamı, 14 oda, avluya açılan bir mutfak, kiler ve tuvaletten oluşmaktadır.
Ahşap bir kapıdan ve dar bir koridordan geçilerek girilen müze evde: ünlü yazarın kitapları, el yazıları, kullandığı kişisel eşyaları, fotoğrafları ve kütüphanesi bulunmaktadır.

Diyarbakır Kalesi ve Surları

DİYARBAKIR KALESİ VE SURLARI

Diyarbakır kalesi: şehir merkezinde bulunmaktadır. Karacadağ bölgesinden, Dicle nehrine kadar uzanan, geniş yaylaların doğu kısmında, zeminden 100 metre yüksekliğe kurulmuştur. Genel olarak “kalkan balığı” biçimini andırmaktadır.

Kale yapısı: yontma bazalt taştan yapılmıştır. Kalenin bulunduğu yerdeki ilk yapının: MÖ.3000 yıllarında, Hurriler tarafından yapıldığı düşünülmektedir. Günümüze ulaşan surların ise, Roma döneminde, İmparator II. Konstantinus zamanında, MS. 349 yılları civarında yapıldığı veya yenilendiği bilinmektedir. Çünkü, yazılı belgeler, aynı tarihte, şehrin surlarla çevrili kalesinin onarıldığı görülmektedir. 365-367 yılları arasında ise, kalenin surlarının batı bölümü yıkılmış ve buraya: Urfa ve Mardin kapılarına kadar uzanan bölüm, yeniden ilave edilmiştir.

Kale: iç ve dış kale olmak üzere 2 kısma ayrılır.

İÇ KALE

İç kale bölümü: Fis kayası bölgesinde: surların kuzeydoğu köşesinde kurulmuştur. Buraya, Artuklu Kemeri denilen ve 10 metre genişliğinde, sivri kemerli bir yerden girilir. Bu kemer: üzerindeki kitabeye göre, 1206-1207 yılları arasında yapılmıştır. Kemerin iki yanında: aslan ve boğa mücadelesini gösteren bir kabartma görülmektedir ki, bu kabartma Ulu caminin doğu girişindeki kabartmanın benzeridir.

Evet, iç kale bölgesindeki ilk yerleşim: MÖ.3000 yıllarında, Hurriler tarafından yaratılmıştır. Ancak: yazılı kaynaklara göre, iç kale bölümünün, 1525-1526 yılları arasında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, ikinci bir sur yapılarak genişletildiği bilinmektedir. Çünkü: şehirde egemenlik kuran bütün uluslar, iç kaleyi bir yönetim merkezi olarak kullanmışlardır.

İç kale bölümünde, Virantepe höyüğünde: 1961-1962 yılları arasında resmi arkeolojik kazılar yapılmıştır. Bu kazılarda, yörenin ilk yerleşiminin, MÖ.6000 yıllarında burada kurulduğu yani kentin ilk kuruluş noktası olduğu anlaşılmıştır. Bu kazılarda, ayrıca: burada, 13’ncü yüzyılda Artukoğulları döneminde bir saray yapıldığı anlaşılmıştır. Sarayın: Artuklu hükümdarı Melik Salih Nasreddin Mahmud dönemine yani; 1200-1222 yılları arasındaki döneme ait olduğu sanılmaktadır.

Bu saray kalıntısı içinde, en önemli bölüm ise, dört tarafı eyvanlarla çevrili olan, süslü havuzdur. Havuzda: zengin renkli taş mozaik ve çini süslemeleri görülmektedir. Ayrıca: fiskıye yapılmıştır.

Bu havuz yapısı: Artuklular döneminde sıkça kullanılmış olup, gerek suyun sesinden ve gerekse serinliğinden yararlanılması düşünülmüştür. Bu “selsebil” sistemi, günümüzde de, birçok yapıda görülmekte olup, özellikle Gazi köşkünde dikkat çekmektedir. Yine, aynı bölümde, renkli taş ve cam küplerden oluşan mozaik süslemeleri görülmektedir.

Doğu bölümünde ise, saraya çıkışı sağlayan merdivenler ortaya çıkarılmış ve saray girişinin, Artuklu kemerinin, yani hemen iç kale girişindeki kemerin yanında olduğu belirlenmiştir. Bu sarayda, yukarıda sözünü ettiğim, El Cezeri isimli Müslüman bilginin yaptığı robotik uygulamaların kullanıldığı tahmin edilmektedir.

Ayrıca, yine bölgede bulunan bir kervansaray, tarihi süreç içinde, uzun süre “cezaevi” olarak da kullanılmış ve birçok idama sahne olmuştur. (Son günlerde, televizyonlarda izleyenler hatırlayabilirler, bu bölgede, yüzyıl öncesinden, yani cezaevi döneminden kalma insan kemikler bulunmaktadır)

Evet, günümüzde: iç kale bölgesinde görülebilen yapılan şunlardır: Artuklu sarayı kalıntıları, 2 kilise, Viran kale, sarnıç, kale camii (Hz Süleyman-Nasıriye camii), Arkeoloji Müzesi, Taş Eserler Müzesi, Müze kafeteryası, Sanat Galerisi, Cezaevi binası, Kongre merkezi. Bu yapıların bir kısmı: 2005 yılına kadar, Jandarma Askeri Birliği karargah tesisleri olarak kullanılmıştır.

KALE CAMİSİ-HZ. SÜLEYMAN-NASIRİYE CAMİSİ

İç kalede, sur duvarına bitişik olarak yapılmıştır.
Cami, üzerinde bulunan kitabeye göre: 1156-1169 yılları arasında, Ebul Kasım isimli bir şahıs tarafından yaptırılmıştır. Bu konuda da bir söylenti bulunmaktadır. Söylenenlere göre: Ebul Kasım’ın rüyasına giren Hz. Süleyman “Üzerimiz ne kazana kadar açık kalacak?” diye sormuş ve bunun üzerine cami yaptırılmıştır.

Ama, aynı zamanda, caminin Mervani Hükümdarı Nasruddevle tarafından yaptırıldığı da söylenmektedir ki bu nedenle ismi “Nasıriye Camisi” olarak da anılmaktadır.

Caminin hemen yanında, bitişiğinde: Halid Bin Velid’in oğlu Hz. Süleyman’ın, Osmanlı döneminde yaptırılan mezarı bulunmaktadır.

Ayrıca, Diyarbakır şehrinin, Müslümanlar tarafından fethi sırasında şehit düşen 27 sahabenin burada defnedildiği görülmektedir. Yani: cami yapısı, 27 sahabenin mezarı üzerine inşa edilmiştir. Cami altındaki türbe bölümüne, bir merdiven ile iniliyormuş.

Ama, bu merdiven zamanla kapanmıştır. Onların anısına, caminin avlusuna, Hz. Süleyman için bir sanduka yaptırılmış ve daha sonra bunun çevresi de, bir çok mezar tarafından sarılmıştır.

Caminin bitişiğindeki türbe ve sahabelerin mezarlarının varlığı nedeniyle, cami, özellikle Perşembe akşamları ve Cuma günlerinde yoğun ziyaretçi akımına uğramaktadır. Bunun nedeni hakkında, yörede anlatılan aşağıdaki söylenti, bir fikir verebilmektedir.

27 Sahabe Efsanesi

Söylenenlere göre: şehit sahabelerin türbedarı olarak “Şeyh Muhyiddin Efendi” görevlendirilmiştir. Bu şahıs, her Perşembe akşamı, şehitlerin cenazelerinin bulunduğu mahzene iner ve onların bozulmamış bedenlerinde bulunan yaralarından akan kanları, pamukla siler ve temizlermiş. Ancak: şehitlerin üzerinde, şehrin valisi Murtaza Paşa tarafından yenilenen bir örtü bulunmaktadır ve türbedar, örtüyü kaldırmadan şehitlerin yaralarını temizlemektedir.

Günlerden bir gün: türbedarın, pamuk alacak parası kalmamış ve çarşıya gittiğinde nasıl pamuk alacağını düşünürken, karşısına çıkan bir zat, kendisine para verir. Türbedar: bu para ile pamuk alır, şehitlerin kanını silmek için, yeniden mahzene indiğinde ise, şehitlerin üzerindeki örtüyü, merak edip kaldırır ve örtünün altında, çarşıda kendisine para veren zatı görür ve korkudan dili tutulur.
Şehirde, bu olay duyulunca: şehitlerin yaralarından kan akmak olur. Bunun üzerine, mahzene açılan kapı, duvarla örülerek kapatılır.
Evet, günümüzde, bu mahzene inen herhangi bir kapı bulunmamakta ve eski kapının nerede olduğu bilinmemektedir.

Peki, bu sahabeler hangi nedenle burada bulunmuşlardır? Mekke’nin fethedilmesinin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra: Hz. Ömer tarafından görevlendirilen, Halid Bin Velid komutasındaki Arap ordusu, Kuzey Mezopotamya bölgesine doğru ilerlerler ve bu sırada Diyarbakır’a varırlar. Diyarbakır surlarının muhteşemliği karşısında, günler-aylar birbirini kovalar ve şehir ele geçirilemez. Bu sırada, ramazan ayında, oruç tutmaya başlarlar. Başlarındaki komutan Halid Bin Velid, her gece askerleri tarafından sahur için bırakılan “ekmek” parçasının birkaç gün üst üste bırakılmadığını görünce, bunun nedenini sorar ve araştırıldığında, bırakılan ekmeğin, bir köpek tarafından alınarak, Diyarbakır şehir surlarındaki bir kovuktan, şehir içine sokulduğu görülür.

Bunun üzerine, köpeğin girip-çıktığı bu kovuk genişletilir ve buradan şehre giren Hz. Süleyman ve 27 arkadaşı sahabe, kapıları açmalarının ardından, şehit olurlar. İlaveten 13 sahabe ise, surların farklı bölgelerinde, yine aynı kuşatma sırasında şehit olmuşlardır. Yaralanan Sultan Sasa’nın da bir süre sonra şehit olmasıyla, bölgede 41 sahabenin gömüldüğü söylenmektedir.

Bu sahabeler’den, 30 tanesinin mezarı bilinmektedir. Ancak, kuşatmanın ardından bir kısım sahabe, şehirde yerleşmiş ve bunların toplamının 541 olduğu bildiriliyor. Hatta, şehirde şecerelerin tutulduğu ve sahabe torunu olduklarını söyleyenlerin bile bulunduğu söyleniyor. Evet, tarihi özellikleri yanında dini özellikleri de ön plana çıkan bu şehirde: 6 peygamber kabri ve 3 peygamber mekanı bulunduğu belirtiliyor. Hatta, sahabe kabirlerinin sayısı bakımından: Mekke ve Medine’den sonra, dünya üzerinde üçüncü şehir olduğu da söyleniyor.

SAİNT GEORGİ-KARA PAPAZ KİLİSESİ-MAR GEVERGİS NASTURİ KİLİSESİ

İç kalenin kuzeydoğu köşesinde, Cezaevinin bitişiğindedir.
Yapının, ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Ancak, 2’nci yüzyılda, Nasturi Hıristiyanları tarafından kullanıldığı bilinmektedir.
Yapı: kesme siyah bazalt taştan yapılmıştır. Bu renk nedeniyle, halk arasında: “Kara Papaz Kilisesi” olarak da bilinmektedir.
Kilise yapısı: Artuklular döneminde, işlev değiştirerek, Virantepe höyüğü üzerinde kalıntıları bulunan, Artuklu Sarayının hamamı olarak kullanılmıştır. Hatta: o dönemde; Sarayda yaşayan Cizreli bilgin El Ceziri’nin burada, yani, hamamda bazı mekanik sistemler icat ettiği ve bu sistemlerin Artuklu hükümdarları tarafından kullanıldığı söylenmektedir.
Yapı: 2005 yılında restore edilmiş olup, günümüzde sergi salonu olarak kullanılmaktadır.

Diyarbakır Kalesi Dış kale ve surlar

DIŞ KALE VE SURLAR 

Dış kale bölümünde: türbe, kilise, han, hamam, medrese ve cami gibi yapılar bulunmaktadır. Ancak, günümüzde, özellikle kalenin surları dikkat ve ilgi çekmektedir. Çünkü: bu surlar, dünyanın en eski ve en sağlam surlarıdır. Hatta: dünya üzerinde, Çin seddinden sonra, dünyanın en uzun, en sağlam ve en geniş surları olarak kabul edilmektedirler. Evet, bu surlar: 5600 yıl boyunca, her türlü saldırı ve istilaya karşı şehri korumuştur. 1932 yılında ise, Dağkapı tarafındaki surların bir kısmı: dönemin valisi tarafından, şehrin hava akışını engellediği gerekçesiyle yıktırılmıştır.

Surların uzunluğu: 5700 metredir. Yükseklikleri: 10-12 metre arasındadır. Kalınlıkları ise: yer yer 3-5 metre arasında değişmektedir. Surlar: doğu-batı yönünde 1700 metre ve kuzey-güney yönünde 1300 metrelik bir alanı kuşatırlar. Yalnız, burada bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum.

Eldeki verilere göre: günümüzdeki dış surların dışında, 4’ncü yüzyılda, ikinci bir sur şeridi daha bulunuyordu. Bu ikinci dış sur serisi: 1232 yılında, şehri ele geçiren Eyyübi Hükümdarı Melik Kamil tarafından yıktırılmış ve bunların taşları, mevcut surların onarımında kullanılmıştır. Günümüzde, yok olan bu surların kalıntılarının bir kısmı: Dağkapı, Mardinkapı ve Hastaneler caddesi civarında görülebilmektedir.

Diyarbakır Kalesi Burçlar
Burçlar

Surlar üzerinde: 82 tane burç bulunmaktadır. Burçların içinde: sarnıçlar, mahzenler, yatma yerleri ve depolar bulunmaktadır. Burçlar üzerindeki kabartmalar ve kitabeler ilgi çekmektedir.
Surlar üzerinde, kuleleri birbirine bağlayan geniş bir yol bulunmaktadır. Bu yol: 70 cm kalınlığında bir mazgal duvarı ile korunmaktadır.

Bu burçlar içinde, en öne çıkanlar şunlardır:

Dağ Kapı (Harput Kapı) Burcu: Şehir surlarının en önemli burcudur ve bu nedenle, şehirde egemenlik kurmuş bütün medeniyetler, bu burç üzerine, armalar ve kitabeler gibi kendi kültürel işaretlerini koymuşlardır. Ama, genel olarak burcun birçok yerinde: üzüm ve yaprak şekilli bitkisel ve hayvansal motifli rölyefler görülür. Özellikle: Abbasilere ait güvercin ağırlıklı hayvan ve bitki motifleri önem kazanmaktadır.

Burada: Kral Süleyman mührü kabartması ilgi çekmektedir. Kapıda bulunan, işlemeli demir kapı: kapının nöbetçileri tarafından, akşam gün batımında kapanır ve gün doğumunda açılırmış. Günümüzde, bu burcun alt bölümü sergi salonu ve Turizm Danışma Bürosu olarak kullanılmaktadır.

Yedi Kardeş Burcu: 1208 yılında, Artuklular döneminde yapılmıştır. Evli Beden burcu ile aynı dönemde yapıldığı düşünülen burç için: usta-çırak efsanesinden söz edilmektedir.
Burcun üzerinde: Selçukluların simgesi olan “çift başlı kartal” ve 2 kanatlı aslan kabartması ilgi çekmektedir. Kartal figürü, iki aslan figürü arasındadır. Aslan figürleri: bulunduğu yerin koruyuculuğunu simgeler. Ortadaki kartal figürü ise, tarihte gelmiş geçmiş Türk İslam devletlerinin ve Selçukluların simgesi olarak kullanılmıştır.
Bunların altında ise, bir kuşak gibi burcu çevreleyen, burcun kitabesi bulunmaktadır. Kitabeye, burcu yaptıranlar için dualar işlenmiştir. Bunların dışında: burca baktığınızda, zeminden burcun en üst bölümüne kadar olan yüzeyin her karesinde, bir estetik anlayışın egemen olduğunu görebilirsiniz.
Usta-Çırak Efsanesi: Bir zamanlar, bölgenin hükümdarı, şehir surlarının batısında, iki burç inşa edilmesini emreder. Bunun üzerine görevlendirilen usta: Yedi Kardeş Burcunu yapmaya başlar.

Çırağı ise: Evli Beden Burcunu yapmaya başlar. Her iki burç bittikten sonra: hükümdar, Evli Beden Burcu’nun, diğer Yedi Kardeş Burcundan daha güzel olduğuna karar verir. Ancak, bu durumu içine sindiremeyen usta: kendisini Yedi Kardeş Burcundan aşağıya atar ve ölür. Ustasının intiharına içerleyen, Evli Beden Burcunu yapan çırak da, kendini surlardan aşağıya atar ve ölür. Bu olaydan sonra: Evli Beden ve Yedi Kardeş Burçlarının bulunduğu bölgeye “Ben u Sen” ismi verilir.

Evli Beden Burcu (Ulu Beden Burcu): 1208 yılında, Artuklular döneminde yapılmıştır. Mimarı: Cafer oğlu İbrahim’dir. Burçta, toplam 6 tane, aslan figürü bulunmaktadır. Bu figürlerde, kanatlı aslanların başlarında taç görülmekte, kuyrukları ise ejderha şeklinde görülmektedir. Mezopotamya mitolojisinde görülen kanatlı aslan (sfenks) kabartması, dönemin en güzel eseri olarak önem kazanmaktadır. Bu burçta: tüm burçlara nazaran, taş işçiliğinin daha güzel ve ince olduğu görülmektedir.

Keçi Burcu (Kız Burcu): Mardin kapısının doğu bölümündeki bu burç, surlar üzerindeki en eski ve en büyük burç olarak önem kazanmaktadır. Güneş Tapınağı üzerine kurulmuş olan bu burcun, kesin yapım tarihi bilinmemektedir. Ancak, üzerinde bulunan kitabeye göre, Mervaniler döneminde onarıldığı yazılıdır. Bu burç üzerinden: çevrenin muhteşem güzel panoramik manzarası izlenebilmektedir. Bunun dışında, burç üzerinde: ön kemer taşı üzerinde bulunan “kuş” figürü ilgi çekmektedir. Günümüzde, burç içinde, geçmişte bir dönem “zindan” olarak kullanılan bir bölüm görülüyor. Ayrıca: 2004 yılında yapılan restorasyon neticesinde: burç içindeki bölümler, halen sergi alanı ve resepsiyon salonu olarak kullanılmaktadır.

Nur Burcu: 1089 yılında, Melikşah döneminde, Selçuklular tarafından yapılmıştır. Mimarı: Selamioğlu Urfalı Muhammed’dir. Burcun: Kafi yazı ile yazılmış kitabesi ve zengin hayvan figürleri ilgi çekmektedir. Kitabe içinde, özellikle: uzun boynuzlu keçi motifli rölyefe dikkatinizi çekmek istiyorum. Ayrıca, yine dört nala koşan at rölyefi ilgi çekmektedir.

Kitabenin sağ tarafında ise: güvercin motifli rölyefin altındaki, bağdaş kurmuş vaziyette oturan, kısa saçlı, eli ile ayaklarını tutan çıplak kadın motifi görülür. Bunun, dönemin özelliğine binaen, bolluk ve bereket tanrısını simgelediği düşünülmektedir. Ama, aynı zamanda, bu motifler, o dönemde, yani İslami dönemde, yasak olmasına rağmen, sanatın ne kadar gelişmiş olduğunun en büyük göstergesidir.

Diyarbakır Kalesi Kapılar
Kapılar

Dış kalenin, surlar üzerinde bulunan ve her yöne açılan 4 kapı: Dağkapı (Harput kapısı), Urfakapı (Rum kapısı), Mardinkapı (Telli kapısı) ve Yeni kapı (Su kapısı-Dicle kapısı) olarak isimlendirilmektedir.
İç kalenin kapıları: Fetih kapısı, Saray kapısı, Küpeli kapısı, Oğrun kapısıdır. Fetihkapı ve Oğrunkapı: dışarıya, Saraykapı ve Küpelikapı ise, içeriye açılmaktadır. Fetih ve Oğrun kapılar, günümüzde kullanılmamaktadır.

Dağkapı: Şehrin, Harput yani günümüz Elazığ şehri istikametine açılan kapıdır. 1932 yılında, yukarıda da söz ettiğim gibi, şehrin hava alması için, Dağ kapısı burcu ile Tek Beden burcu arasındaki, 2 burç ve 200 metrelik sur alanı yıktırılmıştır.

Mardinkapı: Eski kentin güneyindedir. Telkapısı ve Tepekapısı ismiyle de bilinmektedir. Kapı onarılmış olup, günümüzde de kullanılmaktadır.

Urfakapı: Şehrin batı bölümündedir. Rumkapı ve Halepkapı olarak da bilinmektedir. Buranın, günümüzde üç girişi olmasına rağmen, eskiden iki girişi bulunuyormuş.
Bir girişi:Selçuklular tarafından onarılan ve Melik Ahmet Caddesine açılan kapıdır. Bu demir kanatlı kapı üzerinde: hayvan başlı çiviler ve çift başlı kartal sembolü bulunmaktadır.
Diğer giriş kapısı: Bizans döneminde yapılan, Meryem Ana Kilisesine doğru uzanan, yalnızca rahip ve rahibeler tarafından kullanılan, taş kemerli kapıdır.
Üçüncü kapı ise, sonradan açılmıştır.

Yenikapı: Şehrin doğu bölümündeki kapısıdır. Basık kemerli ve tek girişlidir. Şehri, Dicle nehrine bağlar. Bu nedenle: Sukapısı ve Dicle kapısı olarak da bilinir.

Diyarbakır Ulu Cami
Diyarbakır Ulu Cami

ULU CAMİ

Gazi caddesinde, Hasan Paşa hanının karşısında., Mardin ve Harput kapısını birleştiren eksenin batısındadır.

Caminin en büyük özelliği: Anadolu’nun ilk camisi ve İslam aleminin, 5’nci Harem-i Şerif-i yani Mukaddes Mabet olarak kabul edilmesidir.

Burada: ilk olarak, bir pagan yani putlara tapanlara ait bir tapınak bulunuyormuş. Daha sonra ise, Mar Toma isimli kilise olarak kullanılmaya başlanmıştır. 639 yılında ise, Müslüman Araplar, şehri ele geçirince, burası, Cami-i Kebir ismiyle, camiye dönüştürülmüştür.

Evet, Ulu cami olarak günümüze kadar gelen bu yapı: bütün dönemlerde, önemini korumuştur. Günümüzde de, şehrin en önemli dini yapısı ve turistik ziyaret yerlerinden birisidir. Ancak, yangınlar ve diğer çeşitli tahribat ve yıkımlar sonucu, birçok kez onarımdan geçirilmiştir. Özellikle, en kapsamlı onarım, 1091 yılında Selçuklular döneminde yapılmıştır. Son olarak ise, 1975-1977 yılları arasında, kapsamlı bir onarımdan söz edilir. Elbette, günümüzdeki yapı, tüm bu onarımlar sonucu, orijinalliğinden yer yer uzaklaşmıştır. Cami günümüzdeki şekline: 1185 yılında ulaşmıştır.

Yapının mimari özelliklerinden söz etmek gerekirse: caminin dört cephesi, İslam’ın 4 ana mezhebine ayrılmıştır. Hanefi ve Şafiler, 2 ayrı mekanda ibadetlerini sürdürmektedirler. Hanefiler Bölümü: Bu bölüm, kiliseden, camiye dönüştürülen esas bölümdür. Yapının genel mimari özellikleri ise: Suriye-Şam şehrinde bulunan Emeviye Camisinin özelliklerini taşımaktadır. Özellikle, kemer kapıdaki ince taş kabartmaların güzelliği dikkat çekmektedir. Ortadaki büyük avlunun cephesinde, değişik dönemlere ait, farklı mimari bezemeler, süslemeler, kabartmalar, yazıtlar görülmektedir. Ancak, bunların hepsi, farklı dönemlere ait olmasına rağmen, büyük bir uyum içindedirler.

Caminin avlusunda: demir parmaklıklar içinde, güneş saati görülmektedir. Bu saat, büyük olasılıkla, sibernetiğin babası olarak kabul edilen, Müslüman bilgin “El Cezeri” tarafından yapılmıştır. Bir kısım farklı kaynağa göre ise, Romalılar döneminden kalmadır.

HASAN PAŞA HANI

Şehir merkezinde, Ulu caminin doğusundadır.
Yapı: 1573 yılında, Osmanlı dönemi valilerinden Hasan Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Yapı: avlulu ve 2 katlıdır. Avlunun ortasında ise, sütunlu ve üstü kubbeli bir şadırvan görülmektedir.

ZİNCİRİYE MEDRESESİ

Ulu cami ile arasında kemerli bağlantı bulunmaktadır. Yani, ulucami külliyesini tamamlayan bir yapıdır.
1198 yılında, Eyyübi hükümdarı Melik Salih Necmeddin zamanında yapıldığı tahmin edilmektedir. Kitabesine göre: mimarı İsa Ebu Dirhem’dir.
Medrese ile, Ulu cami arasında, kemerli bağlantılar görülmektedir. Yani, bir anlamda, Ulu Cami külliyesini tamamlayan bir yapıdır. Tek katlı ve iki eyvanlıdır. Medrese yapısı: 1934 yılında onarılmış, 1985 yılına kadar, bir dönem Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise, kurs yeri olarak kullanılmaktadır. Evliya Çelebi, yazıtlarında bu medrese hakkında “alimler arasında paye sahibidir” demektedir.

Diyarbakır Mesudiye Medresesi

MESUDİYE MEDRESESİ

Ulu caminin kuzey bölümünde, Ulu camiye bitişiktir.
1198-1223 yılları arasında Artuklular döneminde yapılmıştır. Adını, yapıyı yapan Mesut adlı ustadan almaktadır. Burada, kitabesinde yazdığına göre: yapıldığı dönemde: 4 Sünni mezhebe ait fıkıh dersleri veriliyormuş. Yani, dönemin en önemli üniversitelerinden biri gibi çalışıyormuş.
Yapının mimari yapısı incelendiğinde, en önemli özelliğinin: mihrabın her iki yanına yerleştirilmiş, dönebilen bazalt sütunlar olduğu görülmektedir. Bu sütunlar: yer hareketleri yani deprem sonucu, yapının her hangi bir yerinde olabilecek çökme veya kaymayı tespit edebilmek için konulmuştur. Yani, tam bir “statik harikası “dır da denilebilir.

Diyarbakır Nebi (Peygamber) Camii

NEBİ (PEYGAMBER) CAMİİ

Şehir merkezinde, İnönü Mahallesinde, Gazi Caddesindedir.
15’nci yüzyılda, Akkoyunlular döneminde yapılmıştır. Yazılı kaynaklara göre, 1927 yılında caminin üst ahşap kirişleri çürüyerek çökmüştür. Günümüzdeki caminin ise, 15’nci yüzyıl sonları ile 16’ncı yüzyıl başlarında; Osmanlı döneminde yapıldığı düşünülüyor.
Caminin özelliği: minaresindeki kitabelerde “Muhammed” diye bahsedilmektedir ve bu nedenle, camiye “Nebi” veya “Peygamber” camii denilmektedir.
Caminin, 1530 yılında bir Hacı Hüseyin isimli bir kasap tarafından yaptırılan minaresi, 1960 yılında onarılarak restore edilmiştir.

Diyarbakır Behram Paşa Camisi

BEHRAM PAŞA CAMİSİ

Şehrin güneybatı bölümünde, Süleyman Nazif mahallesindedir.
Diyarbakır valisi Behram Paşa tarafından, 1565-1572 yılları arasında yaptırılmıştır. Yapının mimarının, ünlü Mimar Sinan olduğu söylenir. Yapı: kesme taştan yapılmış ve tek kubbelidir. Osmanlı döneminin, burada yapılan en görkemli camilerinden biridir.
Yapı, görünüm olarak, İstanbul’da karşımıza çıkan, Sadrazam camilerine benzemektedir. Özellikle, minberi, çok süslüdür ve tam bir sanat harikasıdır. Caminin, önündeki şadırvanı ile sütunlu bir saray girişini anımsatmaktadır.
Caminin minaresine: 1828 yılında yıldırım düşer ve 1930 yılında onarılır.

Diyarbakır Şeyh Mutahhar-Dört Ayaklı Minare Camii

ŞEYH MUTAHHAR-DÖRT AYAKLI MİNARE CAMİİ

Şehir merkezinde, Özdemir mahallesinde, Balıkçılarbaşı semtindedir.
Cami: 1500 yılında, Akkoyunlu hükümdarı Kasım tarafından yaptırılmıştır.
Yapı: siyah-beyaz kesme taşlardan yapılmıştır. Şeyh Mutahhar’ın mezarının burada olduğu bahisle, bu isim verilmiştir.
Caminin minaresi: kuzeydoğu yönünde, günümüzde, yol ortasında bulunmaktadır. Ancak, minare, camiden daha çok ilgi çekmekte olup, Anadolu’da tek olması nedeniyle önem kazanmaktadır.
Çünkü, minare: dört ayrı sütun üzerinde yükselen, kare planlıdır. Dört ayak ile, İslam’daki 4 mezhep temsil edilmektedir. Üzerinde yükselen minare de, İslam dinini temsil etmektedir.
Şunu hatırlatmak istiyorum ki: minarenin sütunları altından, 7 kez geçerseniz, her dileğinizin yerine geleceğine inanılır.

SAFA (PARLI) CAMİİ

Şehir merkezinin kuzeybatı bölümünde, Melek Ahmet Caddesinde, caddeye 150 metre uzaklıktadır.
Akkoyunlular döneminde, 15’nci yüzyılda 1532 yılında, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan tarafından yapılmıştır. Kapısı üzerinde bulunan yazıta göre, 1513 yılında ise onarım gördüğü bilinmektedir.
Caminin: çinileri ve zengin taş süslemeleri ilgi çekmektedir. Siyah bazalt taş kullanılarak yapılmıştır. Özellikle, taş işlemeciliği, ziyaretçilerin ilgisini çeker. Bu taş işlemeleri: minaresinde, kaideden başlar ve külahına kadar devam eder. Yapının boyutları: yaklaşık; 22 x 20 metredir.
Caminin minaresi: kuzeydoğu köşesindedir. Minarenin kaidesi, siyah bazalt taşlarla ve kaideden sonraki bölüm ise, sarıya çalan beyaz taşlarla döşenmiştir. Minarenin yapımı sırasında: harcına, çevrede yetişen kokulu bitkilerden, 70 yük katıldığı ve bu nedenle, camiye “Miskli” yani “kokulu” cami denildiği söylenmektedir. Hatta, bu nedenle yani kokunun kaybolmaması için, o dönemlerde, minarenin bir kılıf içinde muhafaza edildiği ve yalnızca Cuma günleri, kılıfı açılarak, etrafa koku yaymasının sağlandığı söylenmektedir.
Caminin batısında: büyük hekim “Muslihiddin-i Lari” nin mezarı bulunmaktadır.

FATİHPAŞA KURŞUNLU CAMİSİ

Şehrin kuzeydoğu bölümünde: Fatihpaşa Mahallesindedir. İç kalenin güney kapısından gidilir.
Yapı: 1516-1520 yılları arasında, şehrin ilk Osmanlı valisi Diyarbakırlı Mehmet Paşa tarafından: Ermene Surp Theodora kilisesinin camiye çevrilmesi suretiyle yapılmıştır.
Yani, bölgedeki ilk Osmanlı eseridir. Aynı zamanda, şehirdeki en boyutlu ve güzel yapılardan birisidir. Yalnız caminin en büyük özelliği: kurşundan yapılmış merkezi kubbenin çevresinde, küçük kubbelerin bulunmasıdır. Kubbelerin üstü, kurşundan kaplı olduğu için, halk arasında, kurşunlu cami olarak bilinir.
Yapının duvarları, muhteşem güzel çinilerle kaplıdır. Cami, Cumhuriyet döneminde onarılmıştır. Caminin yapılmasını sağlayan ve şehrin Osmanlı dönemindeki ilk valisi olan Bıyıklı Mehmet Paşa’nın mezarı: caminin hemen doğusundaki hazirededir.
Caminin minaresi: kuzeybatı bölümde ve camiye bitişik, silindirik bir yapıdadır ve sarımsı taşlarla örülüdür.

Diyarbakır Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi
Diyarbakır Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi

 

MERYEM ANA SÜRYANİ KADİM KİLİSESİ

Şehir merkezinde, Ali Paşa mahallesindedir.
İlk olarak, burada, güneş tapınağı olarak kullanılan bir mabedin bulunduğu tahmin edilmektedir.
Günümüzdeki yapının yapım tarihi ve yaptıranı hakkında ise, ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.
Ancak, kapısı ve mihrap üzerinde bulunan bir kısım kalıntılar, yapının Geç Roma döneminde yani 3’ncü yüzyılda yapıldığını göstermektedir. Ancak yine de takip eden dönemlerde, birçok değişiklik geçirmiştir. Yapıda, bazı azizlerin türbeleri bulunmaktadır. Yapının Roma biçimi kapısı ilgi çekmektedir.

Kilise: 1034 yılında, Patrik IV. Diyonosiyos tarafından, patriklik merkezinin Diyarbakır şehrine taşınması nedeniyle, 11’nci yüzyıldan, 19’ncu yüzyılın sonlarına kadar, Süryani Patrikhanesi olarak görev yapmıştır. 1933 yılında ise, Mardin Süryani Kadim Metropolitliğine bağlanmış ve halen buranın üyesidir.

Günümüzdeki görünümüne ise, 18’nci yüzyılda ulaşmıştır ve günümüzde faaldir yani ibadete açıktır. İçinde, bazı azizlerin resimleri bulunmaktadır. Ayrıca: ceviz ağacından yapılmış kapılar, el işi gümüş kandiller dikkat çekmektedir. Süryani kilise kültürü gereği, patrik mezarlarının kilise içine yerleştirilmesi geleneğine, burada da uyulmuştur. Çeşitli dönemlerde burada görev yapmış ve görev başında iken ölen pek çok patrik ve rahibin mezarı, kilise içinde bulunmaktadır.

Diyarbakır Surp Giragos Ermeni Ortodoks Kilisesi

SURP GİRAGOS ERMENİ ORTODOKS KİLİSESİ

Şehir merkezinde, Özdemir mahallesinde, Göçmen sokaktadır. Eklenti yapılarıyla, günümüzde de görkemli görünümünü korumaktadır.
Kilisenin yapım tarihi bilinmemektedir. Ancak, yazılı kaynaklarda, kilise hakkındaki ilk bilgiler, 1517 yılında geçmektedir. Bu yüzden, 16’ncı yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir. Yapıda: 1827 ve 1880 yıllarında, iki büyük yangın çıkmıştır. 1880 yılındaki büyük yangın sonucu, yapıya, yeni ilave bölümler eklenmiştir. Bu eklemeler sonucu, yapı, aynı anda, 3000 kişinin ibadet edebileceği bir Ermeni kilisesi haline gelerek, dünyada tek olmuştur.

Yapı: Ermenilerin bölgeyi terk etmeleri sonrasında: I. Dünya savaşı sırasında, Alman subayların karargahı, daha sonra, 1960 yılına kadar askeri depo, Sümerbank bez deposu ve benzeri amaçlarla kullanılmıştır. Daha sonra ise, Diyarbakır Ermeni Cemaati tarafından onarılarak, günümüzde tekrar dini yapı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

DELİLER-HÜSREV PAŞA HANI

Şehir merkezinde, Mardin kapı mevkiindedir. Şehirde, günümüze kadar ayakta kalarak gelmeyi başarabilmiş en büyük handır.
Yapı: 1521-1527 yılında, Diyarbakır Valisi Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmıştır. Hicaz ve İpek yolu üzerinde, Suriye-İran ve Hindistan’a gidecek olan ticaret kervanları için yaptırılmıştır.
Yapının, hemen arkasında cami ve medrese bulunmaktadır, yani bir anlamda “kompleks” olarak yapılmıştır. Siyah bazalt, beyaz kalker, moloz taş ve tuğla kullanılmıştır. Geniş avlusunda, bir şadırvan bulunmaktadır. Odalar ve ahırlar, avlunun çevresinde sıralanmaktadır. İkinci katta ise, yine küçük kapılı han odaları bulunmaktadır.
Buraya “Deliler Hanı” denilmesinin nedeni: Hicaz’a gidecek hacı adaylarını götürecek rehberlerin (bunlara deliler denilmektedir) burada kalmalarındandır.
Yapı, günümüzde, butik otel olarak kullanılmaktadır.

SÜLÜKLÜ HAN-KAZANCILAR HANI

Şehir merkezinde, Gazi caddesi üzerinde, Kazancılar sokağındadır.
Yapı: 1683 yılında, Mahmut Çelebi ve kız kardeşi Atike Hatun tarafından yaptırılmıştır. 3 katlı ve her katında 18 odalıdır. Zemin kat: ahır olarak kullanılmıştır. Ancak, günümüze, yapının yalnızca tek katı sağlam olarak gelebilmiştir.
Hanın en büyük özelliği: avlusunda bulunan kuyunun içinden çıkarılan ve tedavi amaçlı kullanılan sülüklerdir.
Ayrıca, hanın altında gizli bir geçidin bulunduğu ve bu geçidin iç kaledeki cezaevine çıktığı ve o dönemde, 3 idam mahkumun, bu geçidi kullanarak, kaçmayı başardığı ve bu olaydan sonra geçidin kapatıldığı söylenmektedir. Günümüzde, han yapısı: otantik bir kafeterya olarak kullanılmaktadır.

Diyarbakır Aşefçiler Çarşısı

AŞEFÇİLER ÇARŞISI

Şehir merkezinde, Melek Ahmet Paşa caddesi ve Peynirciler pazarı arasındaki, Maliki Ejder Camisinin bulunduğu sokakta kurulmaktadır.
Özellikle, sabahın erken saatlerinde, Dicle vadisindeki bağ ve bahçelerdeki çeşitli otları, sebzeleri ve meyveleri getiren kadınlar, organik ürünlerini bu çarşıda satıyorlar. Diyarbakırlılar, bu şifalı otlara ilgi gösteriyorlar, siz de şehri ziyaretinizde, burayı mutlaka görmelisiniz.

SİPAHİ PAZARI

Şehir merkezinde: Balıkçılarbaşı ve Ulu cami arasındaki bölümdedir.
Çarşıda: yöresel elbiseler, baharat, el yapımı bakır eşyalar, antika eşyalar, geleneksel düğünlerde kullanılan kına ve aksesuarlar, tütün, puşi gibi eşyalar satılmaktadır.
Çarşının yapım tarihi hakkında net bilgiler bulunmamaktadır.

PEYNİRCİLER ÇARŞISI

Şehir merkezinde, Balıkçılarbaşı ve Mardinkapısı arasında, Deva hamamının bitişiğindedir.
Bu çarşıda, farklı lezzetlerde birçok peynir satılmaktadır ki, özellikle, yöreye özgü “örgü peynir” bu çarşıda satılmaktadır. Bu yüzden, özellikle Diyarbakırlılar ve çevreden şehri ziyarete gelenler tarafından mutlaka uğranılan bir yer olmuştur.

KUYUMCULAR ÇARŞISI

Şehir merkezinde, Gazi caddesi üzerinde, Ulu caminin tam karşısındadır.
Çarşıda: her türlü el işi ziynet eşyası satılmaktadır. Ticaret hacmi bakımından, şehrin en önemli merkezlerinin başında gelmektedir.

DEMİRCİLER ÇARŞISI

Şehir merkezinde, Gazi caddesi üzerindedir.
Bu çarşıda: geleneksel tarım aletleri ve demir işçiliğinin en güzel örnekleri yapılıp satılmaktadır. Şehirde, balkon ve pencerelerde göreceğiniz süslü demir korkuluklar, bu çarşıda yapılmaktadır.

Diyarbakır Şehir Yakınlarında Gezilecek Yerler

ŞEHİR YAKINLARINDA GEZİLECEK YERLER

Diyarbakır Ongözlü-Silvan Köprü

ONGÖZLÜ-SİLVAN KÖPRÜ

Şehir merkezinin güneyinde, Mardin kapıdan çıkıldığında, 3 km uzaklıkta; eski Silvan yolu üzerinde; Kırklar dağı eteğinde; Dicle nehri üzerindedir.
Bir söylentiye göre: köprü: 515 yılında yapılmıştır ve 742 yılında ise, Emevi Halifesi Hişam tarafından onarılmıştır. Ancak, köprünün güneybatı bölümünde bulunan kitabeye göre: köprü, 1065-1067 yılları arasında: Mervaniler tarafından yaptırılmıştır. Mimarı ise: Ubeydoğlu Yusuf’tur.

Köprünün 10 gözlü olarak yapılmış olması, isminin de on gözlü köprü olmasına neden olmuştur. Yapıda, kesme-bazalt taşı kullanılmıştır. Köprünün uzunluğu: 172 metredir. Batı kısmından başlayarak, ilk 5 gözü: yaklaşık 10 metre iken, beşinci gözden itibaren genişlik 4 metre azalarak, 6 metreye düşer. Evet, günümüzde, bu köprü tarihi özellikleri nedeniyle kullanılmamaktadır.

Ulaşım, köprünün hemen ilerisinde, yeni yaptırılan “Mervani” köprüsünden sürdürülmektedir. Köprü hakkında son bir not: Dicle ırmağı, Diyarbakırlılar için kutsal sayılmakta ve “Allah’a giden yol” olduğuna inanılmaktadır. Bu inanış sonucu: Diyarbakırlı genç kızlar ve kadınlar: her yıl Kurban Bayramı akşamı, Dicle köprüsü yani bu köprü üzerinde toplanırlar ve daha önce hazırladıkları, dileklerinin yazılı bulunduğu kağıtları, dualar ederek, nehre atarlar. Böylece, dileklerinin gerçekleşeceğine inanırlar.

Diyarbakır Hevsel Bahçeleri

HEVSEL BAHÇELERİ

Şehir merkezinin güneybatısındaki bu bölümde: Dicle nehrinin debisinin azalmasıyla, delta oluşmakta ve buralar zamanla çok verimli bostan ve bahçelere dönüşmektedir. Hevsel bahçelerinin hemen üzerinde, bir düzlem halinde görülen bir tepecik var. Buranın adı: Kırklar dağıdır. Yani, ismi dağ olsa da, yüksekliği pek fazla olmadığından, pek dağa benzemez.
Evet, sık ağaçlıklı alan: Hevsel Bahçeleri olarak isimlendirilmiştir. Uzun yıllar süresince, şehrin sebze ve meyve ihtiyacı, buradan karşılanmıştır. Özellikle: güvercin gübresiyle yetiştirilen, ünlü Diyarbakır karpuzu, burada yetiştirilmektedir. Bunun yanında, Diyarbakırlılar, uzun yıllar boyunca, sıcak yaz günlerinde, burada, kamıştan ve tahtadan yapılan kulübelerde yaşamışlardır.

Hevsel Bahçeleri hakkında, Evliya Çelebiye atfedilen bir söylenti bulunmaktadır. Şöyle ki: şehre yaklaşan Evliya Çelebi: büyük patlıcan tarlalarını görünce, patlıcan tüketimi sonucu, şehirde asık suratlı ve mide rahatsızlığı çeken birçok insanla karşılaşacağını düşünür. Ancak, şehre girdiğinde, şehirde yaşayan insanların, sağlıklı ve gürbüz olduklarını görür ve şaşırır. Bunun nedenini araştırdığında ise, Hevsel Bahçelerindeki karpuz bostanlarını görür ve karpuzun, patlıcanın yarattığı zararlı etkileri giderdiğine karar verir.

Son bir not: Hevsel bahçelerinde, 180 kuş türünün bulunduğu söyleniyor, yani kuş gözlemi sevenler, Hevsel bahçelerinde birçok kuş türünü izleyebilirler.

Diyarbakır Gazi Köşkü-Seman Köşkü

GAZİ KÖŞKÜ-SEMAN KÖŞKÜ

Şehir merkezinin 5 km. güneyinde, eski Mardin karayolu üzerindedir.
Yapı: 15’nci yüzyılda, Akkoyunlu mimari özellikleri dikkate alınarak yapılmıştır. Ulu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk: Ordu Komutanlığı sırasında, burada konakladığı için, yapıya “Gazi Köşkü” ismi verilmiştir.

Yapı: 2 katlı ve dikdörtgen planlıdır ve yapımında: bazalt taşı ve beyaz kireç taşı kullanılmıştır. Alt kat bölümü: çay odası olarak isimlendirilir ve bu odada: selsebilli eyvan ve mutfak bulunmaktadır Selsebilli eyvan yani havuz düzeninin, İç kale içinde kalıntıları bulunan Artuklu sarayında da kullanıldığı görülmekte olup, burada da aynı düzen bir yapı bulunması ilginçtir.

Selsebilli eyvanın üst kısmı: beşik tonoz, yuvarlık kemerli ve zemin mermerdir. Buradan akan su: dikdörtgen bir havuza ve oradan da, kapalı bir kanalla avludaki büyük havuza dökülür.
Yapının ikinci katında: bir oda ve teras bulunur. Günümüzde, yapı: Atatürk’ün özel eşyalarının sergilendiği bir müze olarak kullanılmaktadır. Ayrıca: burada, çevre düzenlemesi yapılmış olup, özellikle yazın sıcak günlerinde, Diyarbakırlılar için, serinlemek ve eğlenmek için güzel bir merkez olarak kullanılmaktadır.
Son bir not: Diyarbakır’a yolunuz düşerse, buraya uğrayıp, kömür ateşinde hazırlanan ve semaver ile servis edilen çay tatmayı sakın ihmal etmeyin. Muhteşem güzel bir yer.

ERDEBİL KÖŞKÜ

Şehir merkezinin 5 km. uzağında, eski Mardin karayolu üzerindedir. On gözlü köprünün batısında, yüksek bir tepe üzerinde bulunmaktadır.
Yapının ilk olarak: 512 yılında, Akkoyunlular döneminde yapıldığı bilinmektedir. Böylece, çevrede yapılan diğer köşk tipi yapılara örnek teşkil etmiştir. 3 katlıdır. Dikdörtgen bir plana sahiptir ve kesme bazalt ve kalker taşı kullanılarak yapılmıştır. Zemin katında: eyvan, 1 oda ve mutfak bulunmaktadır. İkinci katta: 1 oda ve teras bulunmaktadır.
Yapının çevresi: yeşilliklerle doludur. Özellikle, en son restorasyon sonucu, köşk bahçesinde oluşturulan restoran, gerek Diyarbakırlılar ve gerekse yabancı ziyaretçiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilmektedir.

Diyarbakır Devegeçidi

DEVEGEÇİDİ

Devegeçidi denilen yer: Diyarbakır şehir merkezine, 30 km. uzaklıkta ve büyükçe bir askeri birliğin bulunduğu yer olarak önem kazanmaktadır. Bu bölgede, ayrıca bir köprü ve baraj var.
Devegeçidi barajı: Devegeçidi çayı üzerine, sulama amacıyla, 2010 yılında yapılmıştır.
Devegeçidi köprüsü ise: Diyarbakır şehir merkezine, 20 km. uzaklıkta, Ergani kara yolunda, Devegeçidi çayı üzerindedir.
7 gözlü ve sivri kemerlidir. Kesme bazalt taştan yapılmıştır. Güney kısmında, 3 kitabesi bulunmaktadır. Bu kitabelere göre: köprü, 1218 yılında, Artuklular döneminde Melik Salih Nasıreddin Mahmud zamanında yapılmıştır. Köprü: 1972 yılında onarım görmüştür.

Şanlıurfa

Şanlıurfa

Evet, Şanlıurfa; buraya vardığınızda, gerçekten hayallerinizin ötesinde, modern bir şehir ile karşılaşacaksınız. Ben birçok kereler gittiğim bu şehirde, gerçekten güzel zamanlar geçirdim.

İlk kez; 1977 yılında gittim. Son olarak ise: Mayıs 2023 tarihinde gittim.

Şehir, bu süreçte muhteşem gelişme gösterdi. Öncelikle: Balıklı göl, kale, İbrahim Peygamberin doğduğu ve Eyüp Peygamberin çile mağaraları, Göbeklitepe olmak üzere, Buyurun, muhteşem bir gezi.

Şanlıurfa

ULAŞIM

Şanlıurfa’nın belli-başlı merkezlere uzaklığı: Şanlıurfa-Adana arası uzaklık; 345 km. Şanlıurfa-Mersin arası uzaklık: 414 km. Şanlıurfa-İskenderun arası uzaklık: 450 km. Şanlıurfa-Ankara arası uzaklık:822 km. Şanlıurfa-Atatürk Barajı arası uzaklık: 65 km. Şanlıurfa-Bursa arası uzaklık: 1180 km.

Şanlıurfa-Diyarbakır arası uzaklık: 181 km. Şanlıurfa-Harran arası uzaklık: 47 km. Şanlıurfa-Gaziantep arası uzaklık: 138 km. Şanlıurfa-İstanbul arası uzaklık: 1274 km. Şanlıurfa-Hasankeyf arası uzaklık: 350 km. Şanlıurfa-Nemrut Dağı arası uzaklık: 190 km. Şanlıurfa-İzmir arası uzaklık: 1245 km. Şanlıurfa-Karacadağ Kayak Merkezi arası uzaklık: 190 km. Şanlıurfa-Mardin arası uzaklık: 185 km.

Şanlıurfa’ya havayolu ile de ulaşmak mümkün. İldeki havaalanı, 1988 yılında hizmete girmiştir. Şehir merkezine, 30 km. uzaklıktadır. Özellikle son yıllarda havayolu ulaşımı yaygınlaşınca, her gün Ankara ve İstanbul’dan Şanlıurfa havaalanına birer uçak gelmektedir.

Şanlıurfa

TARİHİ

Şehrin tarihi, çok eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Kazılarda: MÖ. 7250-5500 yıllarına ve sonrasına ait çok sayıda değerli eser ele geçirilmiştir.

Daha sonraki tarihi süreçte: şehirde; Sümer, Akad, Hitit, Babil, Kalde, Hurri, Mitani, Aram, Asur, Med ve Pers hakimiyetleri görülür. Şehir: Ur, Kalde Ur’u, Harran Ur’u, Orhei, Orhay, Vurhai, Edessa, Diyar Mudar, Ruha, Reha ve Urfa adlarını almıştır. Edessa ismi, “Suları bol” anlamına gelmekte olup, Makedonlar tarafından verilmiştir. En son: Şanlıurfa olmuştur.

Makedonya kralı Büyük İskender; doğu seferi sırasında, Urfa’ya hakim olur. Daha sonra: MÖ.132 yılında Asraane krallığı şehre egemen olur. MS.250 yılına kadar süren “Osroane” krallığı dönemi; Hıristiyanlık açısından büyük önem taşır.

O dönem Osroane kralı Abgar Ukomo: dünyada Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul eden ilk krallardan biridir. Hz. İsa ile mektuplaşmış ve Hz. İsa’yı, Hıristiyanlık dinini yaymak üzere, Urfa’ya davet etmiştir.

Bu davet üzerine: Hz. İsa; yüzünü sildiği mendile çıkan resmini ve Urfa’yı kutsadığına dair bir mektubu, kral Abgar’a gönderir. Bu yüzden: Urfa, Hıristiyanlar tarafından, günümüzde bile “Kutsal Şehir” olarak kabul edilmektedir.

Hıristiyanlık aleminde, kutsal sayılan bu mendilin: uzun süre, Urfa’yı düşmanlarından koruduğuna inanılır.

Şanlıurfa

MS.994 yılında, Bizans imparatorunun doğudaki komutanı İoannes Kurkuas; Urfa üzerine yürür ve Hz. İsa’nın, bu mucizevi resmi de bulunan mendilini almayı başarır ve bu mendili büyük bir törenle: İstanbul’a götürür.

Evet, Hıristiyanlığı ilk yıllarında kabul eden Urfa, Müslümanlığı da, ilk yıllarında kabul eder. (MS.639) Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın 1071 yılında, şehri kuşatması öncesinde, birçok siyasi ve dini hareketlerin olduğu şehirde, bağımsız bir haçlı kontluğu kurulur.

1144 yılında, İmadeddin Zengi, 1182 yılında ise Selahattin Eyyübi, şehre hakim olurlar.

1240 ve 1250 yıllarındaki iki Moğol yağmasından sonra, 1260 yılında, Hülagü Han, şehri yakıp-yıkar. 1404 yılında, Akkoyunlular, 1514 yılında Safeviler şehre egemen olurlar. 1517 yılında Osmanlı imparatorluğu topraklarına katılır.

24 Mart 1919 tarihinde İngiliz, 30 Ekim 1919 tarihinde Fransızlar tarafından, şehir, işgal edilir. Fransızlara karşı başlatılan direniş ve savaş, 11 Nisan 1920 tarihinde şehir halkının zaferiyle, Fransızların kaçmasıyla sonuçlanır.

Urfa Milletvekili Osman Doğan ve 17 arkadaşının, Kurtuluş Savaşında gösterdiği kahramanlıktan dolayı, Urfa ilinin adının “Şanlıurfa” olarak değiştirilmesine ilişkin kanun teklifi, TBMM tarafından, 12.06.1984 tarihinde kabul edilerek kanunlaşmıştır.

NE SATIN ALINIR

Şanlıurfa’da: kürkçülük yaygın el sanatı olup; kuzu derisinden yapılan kürkler ve yelekler, Kürkçü Pazarında imal edilerek satılmaktadır. İlginizi çekerse, bir yelek alabilirsiniz. Ayrıca: kuyumculukta, yaygın el sanatlarındandır.

Yüzük, bilezik, gerdanlık ve küpe gibi, altın ve gümüş takılar imal edilmektedir. Bu sanatla ilgili ürünler: Yıldız Meydanı civarındaki ve Pamukçu Pazarındaki kuyumcu dükkanlarında bulunabilir.

Son olarak: “Çulha” denilen dokuma tezgahlarında dokunan “Yamşah” ve “Puşu” denilen baş örtüleri, Urfa’da en yaygın ürünlerdir. Bu ürünler: “Gümrük Han”ı yakınlarındaki “Bedesten”de satılmaktadır.

Buraya yolunuz düşerse, bakırcılar çarşısını da mutlaka görmelisiniz, burada ellerindeki tokmaklarla çalışan ustaları görebilirsiniz. Güzel bir kulplu tepsi fiyatı 45-65 TL. arasında değişmektedir.

Ancak: çarşı içlerine girerseniz, bunları daha uygun fiyata bulabilirsiniz. Çarşının cadde üzerindeki dükkanlarında fiyatlar pahalı oluyor. Ayrıca: yine buradan ünlü ishot biberi, biber salçası, nar ekşisi ve çay satın alabilirsiniz.

Şanlıurfa Çiğ Köfte

NE YENİR

Urfa denilince: akla genellikle, baharatı bol yani acı lezzet arz eden yemekler geliyor. Bunların başında ise: çiğ köfte geliyor. Köftelik bulgur, dövülmüş yağsız kara et, isot, soğan, maydanoz ve salça ile hazırlanan karışımın, uzun süre yoğrulmasıyla ortaya çıkan, gerçek bir lezzet.

Bunun dışında: kıyma ve ceviz içi ile yapılan ağzı yumuk, dövülmüş yağsız kara et ve köftelik bulgur ile yapılan aya köftesi, yine köftelik bulgur ile yapılan içli köfte, mercimekli köfte sayılabilir.

Kebapları da unutmamak gerek. Urfa kebabı, patlıcan kebabı var.
Tatlılardan ise: şıllık tatlısı, peynirli künefe.
Tüm bunları beğenmeyenler için: muhteşem lahmacunlar tercih sebebi olabilir.

Şanlıurfa

GENEL ÖZELLİKLERİ

Mezopotamya’nın en eski yerleşim merkezlerinden biri olan Şanlıurfa, su kaynaklarına yakın olması ve ticaret yolları üzerinde bulunmasından dolayı, tarih boyunca stratejik bir öneme sahip olmuştur. Kentin, 11 bin yıllık tarihi bir geçmişi vardır. Merkeze bağlı: Örencik Köyü sınırları içinde yer alan: Göbekli Tepe de yapılan kazılarda ele geçen buluntular, bu tarihi geçmişi kanıtlamaktadır.

Binlerce yıllık tarihe ev sahipliği yapılan kentte, her dönem olduğu gibi, günümüzde de kültürel ve sanatsal etkinliklerin en yoğun yaşandığı kentlerin başında gelir. Şöyle ki, kentte 1 sanat galerisi olup, 1999 yılı içinde 45 sergi açılmış ve bu sergiler 68 bin sanatsever tarafından gezilmiştir.

Yine 2000 yılı içinde, 18 kültürel ve sanatsal amaçlı kurs açılmıştır. Tüm bunlar, ilin kültürel zenginliğini arttırmaktadır. Bu bağlamda: günübirlik gelenler hariç, 2001 yılı içinde, İl’e; 223 bin yerli, ve 42 bin yabancı turist gelmiştir. Bu sayı: günübirlik gelenlerle birlikte, 400 bin civarındadır.

Şanlıurfa; bugün de, mimari dokusunun zenginliğiyle, Anadolu’nun önde gelen illeri arasında yer almakta ve bu özelliğinden dolayı “Müze Şehir” adıyla da tanınmaktadır. İl merkezinde, Kültür Bakanlığınca tescil edilmiş; 180 tarihi ev, 32 cami ve mescit, 5 kilise, 7 medrese, 9 han, 8 hamam, 8 kapalı çarşı,6 köprü, 13 çeşme, 2 sebil, 1 su kemeri, 2 anıt, şehir surları ve iç kale bulunmaktadır.

KARAKOYUNLU DERESİ

Urfa’nın kuzey batısından doğan, şehir içinden geçerek Harran Ovasında, Cüllap Irmağıyla birleşen Karakoyunlu deresi, günümüzde kurumuş bir durumda. Bugün burası bir semt olarak anılmakta ve lüks yapılar ile dikkati çekmektedir.

Şanlıurfa

HARRAN ÜNİVERSİTESİ

Evet, Şanlıurfa’da; Harran Üniversitesi kurulmuş. Üniversitenin ilk birimi: 1976 yılında, Şanlıurfa Meslek Yüksek Okulu olarak açılmış. Son olarak: 2007 tarihinde, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu kuruluş.

Harran Üniversitesi ismi ise, 1992 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanmış. Tesisleri: Şanlıurfa-Mardin kara yolunun 18’nci km. de. Bir kısım tesis ise merkezde.

Üniversiteye bağlı: Eğitim Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İlahiyat Fakültesi, Mühendislik Fakültesi, Tıp Fakültesi, Veteriner ve Ziraat Fakülteleri ve bir kısım Yüksek Okul bulunuyor. Yani: toplam 9 fakültesi, 3 yüksek okul, 10 meslek yüksek okulu, 3 enstitü, 10 araştırma ve uygulama merkezi bulunuyor.

Şanlıurfa

PEYGAMBERLER ŞEHRİ: URFA

Efsanelere göre: Adem ile Havva’nın yeryüzüne ayak bastıkları ilk topraklar: Harran ovasıdır. İlk çift, burada sürülmüş, İbrahim Peygamber burada doğmuş, putları kırmış ve ateşe atılmıştır. Eyyüb Peygamber, hastalığına burada sabır göstermiş ve vefat edince, bu topraklara gömülmüştür.

Hz. İsa’nın kutsal mendili, burada muhafaza edilmiştir. Hz. Davut, burada yaşamış, Hz. Şuayp, Şanlıurfa yakınlarındaki Şuayp Şehrini kurmuştur.

Hz. Musa ise, Soğmatar Şehrinde yaşamıştır. Bunlardan dolayı; Şanlıurfa’ya Peygamberler Şehri de denir.

URFA’DA YAŞADIĞINA İNANILAN PEYGAMBERLER

HZ. İBRAHİM

MÖ.20’nci yüzyılda yaşamış dini şahsiyettir. Musevilik ve Hıristiyanlığa göre, din büyüğü, İslam’a göre peygamberdir. İshak ve İsmail’in babasıdır. Bu nedenle: Yahudiler ve Arapların atası olduğuna inanılır. Kur-anda birçok ayette ismi geçer.

Allah, kendisine samimiyetinden dolayı “Halil” yani “dost” sıfatını vermiştir. Günümüzde, Halil İbrahim söylemi buradan gelmektedir. Özellikle, bu yörede, insanlar dualarında “Evine Halil İbrahim bereketi düşe” diyerek dua ederler.

Böylece: o yüce peygamberin: cömertliği, misafirperverliği, sofrasının adı ve bereketi her an anılmaktadır. İslam’da, İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’i kurban etmesinin istenmesi konusundaki imtihanı, önemli bir yer tutar ve her yıl Kurban Bayramında, bu olay yad edilir.

Evet, biz şimdi, İbrahim Peygamber’in Urfa yöresindeki hayat hikayesine gelelim. Yörenin hakimi, Urfa Kralı Nemrut Bin Ke-an, bir gün rüyasında: “ hükümdarlığının elinden gittiğini “görür.

Bunun üzerine kahinlere başvurur. Kahinler: “ Bu yıl bir çocuk doğacak, senin putperest dinini ortadan kaldıracak ve krallığına son verecek” şeklinde, kehanette bulunurlar.

Bunun üzerine, kral Nemrut; o yıl doğan ve doğacak olan tüm çocukların öldürülmesini emreder. Hz. İbrahim’e hamile olan annesi Nuna Hatun, hamileliğini herkes den gizleyerek, Hz. İbrahim’i bir mağarada dünyaya getirir ve doğumun ardından her gün gizlice gelerek onu emzirir.

Allah’ın emriyle bir ceylanın, her gün mağaraya gelip mucizevi bir şekilde Hz. İbrahim’i emzirdiği, 15 ay kaldığı mağarada 15 yaşındaki bir genç görünümünü aldığı rivayet edilir.

Hz. İbrahim, bu mağarada, 15 yaşına kadar, gizlilik içinde yaşar. 15 yaşından sonra, mağaradan çıkarak, baba evine gelir. Zaman içinde büyür ve kral Nemrut ile halkının taptığı putlarla mücadele etmeye başlar. Gerçek tanrının putlar değil, bütün kainatı yaratan “Allah” olduğunu anlatmaya çalışır.

Bunun üzerine, kral Nemrut, Hz, İbrahim’i yakalatır, Urfa kalesinin bulunduğu tepeden, aşağıda yakılan büyük bir ateşe attırır. O anda Allah tarafından ateşe “ Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” emri verilir. Ateş: su, odunlar ise balık olur. Hz. İbrahim; sağ-salim olarak bir gül bahçesinin içine düşer.

Onun düştüğü yerde: oluşan Halil-ür Rahman ve Aynzeliha gölleri içindeki balıklar, günümüzde dünyanın her yöresinden gelen insanlar tarafından ziyaret edilmektedir.

Ayrıca: Hz. İbrahim’in doğduğu mağara, bu göllerin yakınındaki “Mevlid-i Halil Camii” içinde olup, ziyarete açıktır.

HZ. EYYÜB

Allah, Urfa’da yaşayan Eyüb Peygamberin, kendisine bağlılığını göstermesi için; önce mallarını ve çocuklarını elinden alır. Daha sonra ise, kendisine ağır bir hastalık verir. Hasta yattığı mağarada, bütün vücudunu kurtlar kaplar.

Eyüb Peygamber; bütün bunlara rağmen Allah’a isyan etmez. Allah’a ibadetten geri kalmaz, sabır ve şükür gösterir. Allah; onun bu sabrına karşılık olarak, sağlığını ve mallarını geri verir. Hz. Eyüb; bu nedenle, “Sabır” örneği olarak kabul edilir.

Hz. Eyüb’ün; hastalık çektiği mağara ve kutsal suyu ile yıkanarak şifa bulduğu kuyu; günümüzde Urfa’nın Eyüb Peygamber semtinde, ziyarete açıktır.

Hz. Eyüb’ün mezarı ise: Urfa’nın Viranşehir ilçesine 20 km. uzaklıktaki Eyüb Nebi köyündedir. Bu köy: bir peygamberler köyü gibidir. Eyüb Peygamberin Türbesi, hanımı Hz. Rahme’nin Türbesi ve Elyasa Peygamberin vefat ettiği yer buradadır.

HZ. ELYASA

Elyasa Peygamber; Eyüb Peygamberi ziyaret etmek ister. Uzun yıllar arar, sonunda bulunduğu yere yaklaştığını fark etmez. Karşısına; şeytan çıkar.

Eyüb Peygamberin, daha çok uzaklarda olduğunu söyler. Elyasa Peygamber yaşlanmıştır. Dua eder, Allah ruhunu alır. Halbuki, Eyüb Peygambere ulaşmasına yalnızca 1 km. kalmıştır. Ona ulaşamadan vefat eder.

HZ.ŞUAYB

Şuayb Peygamberin, Urfa’nın 85 km. doğusundaki tarihi Şuayp Şehrinde yaşadığı rivayet edilmektedir. Bu tarihi kent kalıntıları arasındaki bir mağara ev; o’nun makamı olarak ziyaret edilmektedir.

HZ.NUH

Tufandan sonra, Hz. Nuh’un gemisinin, Urfa ile Ceylanpınar arasındaki Cudi Dağına indiğine inanılmaktadır. Bu dağ: deniz dalgalarını andıran, çok değişik bir yüzey şekline sahiptir. Yöre halkı, bu konuda çok kesin inanıştadır.

Bu yer: Soğmatar ve Şuayb şehri ile aynı mevkidedir. Ancak; başka bir Cudi dağı’nda, Urfa’nın güneyinde, Nemrut’un tahtına 20-25 km. uzaklıktadır.

HZ.MUSA

Günümüzde, Yağmurlu Köyü olarak bilinen, tarihi Soğatar kenti içinde, Hz. Musa’nın kuyusu ve Asasının izi diye ziyaret edilen, iki makamı var.

HZ.LUT

Hz. İbrahim’in kardeşi, Harran’ın oğludur. Lut, Hz. İbrahim ile birlikte göç etmiş ve peygamberlik ile görevlendirileceği “Sodom şehrine” gitmiştir.

Urfa’da, doğmuş ve ilk çocukluğu, Hz. İbrahim ile birlikte, burada geçmiştir. Onunla beraber, Harran’da yaşamıştır.

HZ.YAKUP

Urfa’nın güney batısında: Deyr Yakup-Nemrut’un tahtı denilen yapıda, misafir kalmıştır. Bu yer, şehre 10 km. uzaklıktadır.

ŞANLIURFA’DA EFSANELER

URFA ADI VE NEMRUT EFSANESİ

Urfa’da, yüzyıllar önce; Nemrut isminde bir hükümdar yaşarmış. Nemrut; çok zalim ve Allah’a isyan eden biriymiş. Allah; Nemrut’un zayıf bir kul olduğunu göstermek için, en aciz mahluklardan sivrisinekleri kendisine göndereceğini bildirir.

Nemrut; harp etmek için ordusuyla karşı çıksa da, sivrisinekler asker ve hayvanların; göz, kulak ve burunlarına girerek, hepsini püskürtür. Nemrut: kendisini odasına zor atar ve kapıyı, bacayı ve bütün delikleri kapatarak saklanır.

Topal bir sivrisineğin, Allah’a “Yarabbi, ben gazaya yetişemedim, topallığım mani oldu” diyerek yalvarması üzerine, Allah da, ona “ Seni de Nemrut’un helakine memur ettim, git onu bul ve helak et “ diye emir buyurur.

Bu topal sivrisinek, Nemrut’u bulur ve odasının anahtar deliğinden girerek saldırır. Nemrut’un, burnundan girer, beynini kemirmeye başlar. Nemrut; başının ağrısından kurtulmak için, türlü çarelere başvurur. Ama, kurtulamaz.

Bunun üzerine; keçeden yaptırdığı tokmaklarla, başına vurdurmaya başlar. Bu tokmaklar; ızdırabını gideremeyince, tahta tokmaklarla vurmalarını emreder.

Nemrut’un kafasına tokmakla vuruldukça, Nemrut “Vurha, Vuhra” diyerek can verir. Nemrut’un bu bağırmalarından dolayı, memleketin adına “Urfa” denildiği söylenir.

HALİL-ÜR RAHMAN VE AYNZELİHA GÖLÜ EFSANESİ

Nemrut, zulmü ile çevresine korku ve dehşet saçan bir hükümdardır. Bir gece gördüğü rüyayı yorumlatır. Doğacak çocuklardan birinin, kendisini öldüreceğini öğrenir. Hemen o yıl doğacak bütün çocukların öldürülmesini emreder.

Nemrut’un askerleri emri uygulamaya başlarlar. İbrahim Peygamberin annesi Sara, kaçarak bir mağaraya gizlenir. Çocuğunu bu mağarada doğurur ve çocuğunu burada bırakıp evine döner. Çocuğu, bir dişi ceylan emzirir.

Aradan zaman geçer, askerler İbrahim’i mağarada bulurlar. Nemrut’un huzuruna getirirler. Hiç çocuğu olmayan Nemrut, ondan hoşlanır ve İbrahim’i yanına alarak büyütür.

Nemrut’un zulmü, haksızlığı ve putlara tapışını, halkın da putlara tapmaya zorlanışını gören İbrahim, insanların kendi elleriyle yaptıkları bu putların tanrı olamayacağını söyler. Halka, bu düşüncesini aktarır. Halk, korkudan ağzını açamaz.

Bir tören günü: herkesin törene gittiği bir anda, İbrahim sarayın putlar bölümüne girer ve bir balta ile bütün putları kırar, baltayı da en büyük putun üzerine bırakır. Törenden dönenler, endişeyle Nemrut’a haber verirler.

Görevliler; Hz. İbrahim’e kızdıklarından bunu onun yapabileceğini öne sürerler. Hz. İbrahim yargılanır, kendisine sorular sorulur ve cevabı “ görüyorsunuz ya işte, balta büyük putun ellerinde, her halde o bu işi yapmıştır “ der.

Öfkelenen Nemrut; “bir taş parçası baltayı eline alıp, bu işi nasıl yapar” diye haykırınca, Hz. İbrahim, “ işte benim anlatmak istediğim de budur. Siz kendi ellerinizle yaptığınız bu taş parçalarından medet umuyor, sizi kötülüklerden korumasını bekliyorsunuz.

Tanrı diye ona tapıyor, adak adıyor, başınız daralınca ona koşuyorsunuz. Bu gerçekten tanrı ise, neden böyle bir işi yapamaz “ deyince, şaşkınlık geçiren Nemrut, İbrahim’in ateşe atılarak cezalandırılmasını emreder.

Her taraftan toplanan odanlar, bugünkü “Halil-ül Rahman Göl” ünün bulunduğu yere yığılır. Ateş yakılır ve bugünkü kalenin bulunduğu tepenin üzerinden, İbrahim peygamber mancınıklar ile, ateşe fırlatılır.

Nemrut’un kızı, Zeliha yalvarmasına rağmen, babasının yüreğini yumuşatamaz. İbrahim peygamber, ateşe düştüğünde, burası bir göl ve gül bahçesine dönüşür. Yakılan odunlar ise balık olur.

Bu göle, daha sonra “Halil-ür Rahman Göl” ü adı verilir. Hz. İbrahim’in ardından kendisini ateşe atan Nemrut’un kızı Zeliha’nın, düştüğü yerde ise , bugünkü “Aynzeliha Göl”ü oluşur.

Halkın inanışına göre: bu göller ve içindeki balıklar, kutsal sayılmaktadır. Bu balıklara dokunanların başına bela geleceğine inanılır.

ABGAR VE KUTSAL MENDİL EFSANESİ

Abgar efsanesine göre: V.Abgar Ukkama, ilk Hıristiyan kraldır. Hz. İsa’nın tebliğinden hemen sonra, Hıristiyanlığı kabul etmiş ve kendi halkına da benimsetmiştir. Bu konu ile ilgili olarak efsane şöyledir:

‘ Edessa kralı, V.Abgar Ukkama, o sıralar cüzam hastalığına yakalanır ve bundan dolayı çok ızdırap çekmektedir. Kral, Hz. İsa’nın hastaları iyileştirdiğini duymuştur.

Ancak, çok hasta olduğundan, bizzat Kudüs’e gidemez. Ona inandığını ve yeni dinini öğrenmek istediğini belirten bir mektup yazarak, Hannan isimli elçisiyle birlikte gönderir. Bu elçi: aynı zamanda becerikli bir ressamdır.

Hannan ; Hz. İsa’ya getirdiği mektubu sunduktan sonra, yüzünün resmini yapmayı dener. Ancak, başarılı olamaz. Bunu sezen Hz. İsa, yüzünü yıkar ve kendisine uzatılan mendile yüzünü silip, mendili Hannan’a verir.

Hz. İsa’nın yüzünün aynısı, mendile çıkar. Hannan, bir mektupla birlikte, mendili de alarak, Edessa’ya döner.

Hz. İsa, Edessa kralı V.Abgar Ukkama’ya gönderdiği mektupta, şunları yazmıştır: “ Ne mutlu sana Abgar ve Edessa adındaki kentine. Ne mutlu, beni görmeden bana inanmış olan sana. Çünkü; sana devamlı sağlık bahşedilecektir.

Senin yanına gelmem hususunda bana yazdıklarına gelince, bilesin ki, görevlendirilmiş olduğum her şeyi burada tamamlamak ve bu işi bitirdikten sonra beni göndermiş olana, Baba’ya dönmem gereklidir.

Sana ızdıraplarını iyileştirmek, sana ve seninle beraber olanlara ebedi yaşam ve barış bahşetmek, ayrıca senin kentine dünyanın sonuna kadar düşmanlar tarafından boyun eğdirmemeyi sağlamak üzere, havarilerinden birisini, Thomas da denilen Adday’ı göndereceğim. Amin. Efendimiz İsa’nın mektubu.”

Edessa kralı V.Abgar; Hz.İsa’nın yüzü görünen kutsal mendili (Hagion Mandylion) yüzüne sürerek sağlığına kavuşmuş ve daha sonra bu mendili bir tahtaya gerdirerek, kentin giriş kapısında, bir niş içine koydurmuştur.

Bu kutsal mendil, yüzyıllarca Hıristiyan sanatında, Ortaçağ’ın Bizans-İslam ilişkilerinde, önemli ve büyük rol oynamıştır. Ayrıca, bu mektubun nüshaları çoğaltılarak, muska şeklinde, Urfa’ya gelen ziyaretçilere verilmiştir.

Kutsal sayılan mendil, uzun süre saklanır. İslam dini yöreye egemen olunca, kutsal mendil, Müslümanların eline geçer.

Bizanslılarla yapılan bir savaşta, Müslümanların bir kısmı esir düşer. Bizanslılar, esirlerin geri verilmesi için kutsal mendilin kendilerine teslim edilmesini şart koşarlar. Sonunda, kutsal mendil verilir ve esirler de geri alınır.

Mendilin düşürüldüğü kuyu, Hıristiyanlarca kutsal sayılır. Mendilin düşürüldüğü günün her yıldönümünde, geceden oraya gidilir, adaklar adanır, törenler yapılır. Kuyu başına yalınayak gitme gerektiğine inanılır. Bu yıldönümü, inanışa göre Paskalya Yortusunun 20’nci günüdür.

Efsaneye göre, günümüzde İbrahim Peygamber’i ateşe fırlatan mancınıklar olarak bilinen sütunlar, aslında bu kuyu ve mendilin anısına dikilmiş anıtlardır. Birinin altında bitmeyen altın, diğerinin altında ise bitmeyen su hazinesi yerleştirilmiştir. Biri yıkılırsa Urfa suya, diğeri yıkılırsa altına boğulacaktır.

ÇİĞ KÖFTE EFSANESİ

Çiğ köftenin geçmişi, Hz. İbrahim devrine kadar uzanır. Efsaneye göre: Nemrut, Hz. İbrahim’i ateşe atmak için, şehirdeki tüm yakacakları toplar ve ateş yakmayı yasaklar. Halk ne yapacağını düşünür. Bu arada: Urfa’da, bir avcı bir ceylan vurur.

Hanımı, kocasının vurduğu ceylan etini pişirmeden, yalnızca döverek ve bu etin içine ilaveten bulgur ve isot biberi katarak, bir yiyecek hazırlar. Kocası bu yiyeceği beğenir ve zaman içinde çiğ köfte olarak gelişerek günümüze kadar ulaşan bir yemek kültürü oluşur.

Bir zaruretten doğan bu yemek, binlerce yıl öncesinden günümüze kadar geliştirilerek yaşatılmaktadır.

NEMRUD’UN TAHTI VE KAZANE KÖYÜ EFSANESİ

Urfa kalesinin güneyindeki dağların arasında, yüksekçe bir tepe var. Burası: kral Nemrut’un yaylağı ve taht merkeziymiş. Tepenin üstü geniş ve düz kayalık. Buraya: Nemrut’un Tahtı deniliyor.

Kayalığın doğusunda, kayalara oyulmuş odalar, Nemrut’un yaz sıcağından korunmak için yaptırdığı dinlenme yeridir.

Tepeye 1 saat uzaklıkta, Harran ovasındaki Kazane Köyünde pişen yemekler, elden ele geçirilerek, buraya taşınırmış. Köyün adı da mutfaklarındaki kazanların bolluğundan, günümüze kadar “Kazane” olarak gelmiş.

TIFINDIR TEPESİ EFSANESİ

Urfa, 639 yılında, İyad Ganem komutasındaki İslam Ordusu tarafından, Bizanslıların elinden, savaşsız olarak alınır. Efsaneye göre: “ İslam ordusu kente girer, aylardan Ramazan olduğundan herkes oruçludur. Ordu, adı geçen tepenin üzerinde konaklar ve iftarını açar.

O tarihten sonra bu tepeye, iftar tepesi anlamına gelen Arapça “Tell Futur” adı verilir. Bu isim, günümüze “Tılfındır” olarak gelmiştir.

ŞANLI URFA’DA DOĞAL HAYAT

Şanlıurfa Kelaynak Kuşları

KELAYNAKLAR

Dünya’da, yalnızca Şanlıurfa’nın Birecik ilçesinde ve kuzey Afrika’da bulunan Kelaynak kuşlarının, 1956 yıllarına kadar, sayıları binlerle ifade ediliyordu. Ancak: yasak avlanma, tarım ilaçlarının düzensiz ve aşırı kullanımı, bu kuşların neslinin tükenme tehlikesini gündeme getirdi.

25-30 yıl yaşayabilen bu kuşlar, Şubat ayı ortalarında Birecik’e gelip, kayalıklara yerleşir, üremelerini yapıp, Temmuz ortalarında yavrularıyla birlikte, Birecik’ten ayrılırlar.

Kelaynaklar, 1977 yılında, Orman İstasyonunda koruma altına alınmışlardır. Kelaynak kuşlarına yörede “Keçelaynak” denilmektedir.

Yörede, bolluk ve bereketin sembolü olarak görülen ve kutsal sayılan kuşlar adına, 1984 yılında bu yana “Kelaynak Festivali” yapılmaktadır.

Şanlıurfa Ceylanlar

CEYLANLAR

Anavatanı: Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dır. Türkiye’de, yalnızca Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesi ve çevresinde bulunmaktadırlar. 1940-1960’lı yıllar arasında, Ceylanpınar’da ve Suruç-Cizre arasındaki topraklarda, 500-1000 başlık sürüler halinde dolaştıkları görülmüştür.

Zamanlı zamansız avlanma, yavrularının toplanması, tuzaklar, yırtıcı kuş ve köpeklerle yapılan avlanma sonucu, neslinin tükenme tehlikesi söz konusudur. 1970’li yıllarda koruma altına alınmışlardır. Ceylanpınar Tarım İşletmesi bünyesinde, 26 hektarlık alan çitle çevrilerek, koruma sahası oluşturulmuştur.

Şanlıurfa Kuşçuluk

KUŞÇULUK

Şanlıurfa’da halk uğraşları arasında: kuşçuluk başta gelir. Kuşçuluk; zevk için yapılmakla birlikte, kendine özgü özellikleri olan bir meslek olarak da görülmekte ve halk dilinde kuş besleyip uçuranlara “Kuşçu” denilmektedir.

Evlerde beslenen kuşların sayısı, yaklaşık 25 bin civarındadır. Şanlıurfa’da kuşçuların buluştuğu “Kuşçu Kahvehaneleri” vardır. Şanlıurfa halkının, kuşa verdiği değer mimariyi de etkilemiştir.

Bu evlerin avluya bakan pencerelerinin üst kısmında, “Kuş Takaları” denilen kuş evleri bulunur. Şanlıurfa’daki kuş türleri arasında: ev kuşları (angut) , kafes kuşları, evlere alışmış yabani kuşlar (güvercin), halis kuşlar ve yapışan kuşları (taklacı) sayılabilir.

Şanlıurfa’da gökyüzünde, sık sık bu kuşları görebilirsiniz ki hatta: bir ses duyarsanız şaşırmayın, kuşların birinin ayağında minik çıngırak bağlanmaktadır.

Şanlıurfa Keklik

KEKLİK

Keklik, Şanlıurfa’da en sevilen kuşlardan biridir. Tektek dağları olmak üzere, Urfa’nın çeşitli dağlarında çayır ve süpürge otları arasında, çıplak kayalıklarda ve taşlıklarda yaşar. Tektek dağlarında yaşayan Akkeklik çok değerlidir.

Tuzak kurulmak yoluyla canlı olarak yakalanan keklikler “Çardaklı Kahve” denilen kuşçu kahvesinde, özel kafesinde sergilenerek meraklılarına satılır.

Şanlıurfa Atlar

ATLAR

Ortadoğu’da, en makbul at ırkı; Arap atıdır. Türkiye’de 3000 baş saf kan Arap atı olduğu bilinmektedir. Bunun, üçte biri, yani 1000 kadarı, Şanlıurfa’dadır. Bunlardan; 400 kadarı, damızlık kısraktır.

Genel olarak; Şanlıurfa’daki at sayısı: 20,000 civarındadır. Sahip olsun olmasın, Urfalılar atı uğur sayarlar. Bu işi bilenler; “Eğer at beslemeye gücün yetmiyorsa, komşunun duvarından bir delik aç, hiç olmasa evine atın soluğu girsin” derler. O ev ve çevresindeki yedi evin, bundan nasiplendiğine inanılır.

Türkiye’de, resmi at yarışları yapılan 6 ilden biri Şanlıurfa’dır. 750 dönümlük arazi üzerine kurulu Şanlıurfa Hipodromu, her türlü gelişmeye uygun bir konumdadır.

 

GEZİLECEK YERLER

Şanlıurfa Müzesi

ŞANLIURFA MÜZESİ

Şehitlik semtindedir. Bu müzede: 20048 adet arkeolojik eser, 2645 adet etnoğrafik eser, 48203 adet sikke, 1283 adet mühür tableti, 9 adet el yazması kitap, 1 adet arşiv vesikası olmak üzere, toplam: 72199 adet eser bulunmaktadır.

Müzenin giriş katında: ilk salonda Asur, Babil ve Hitit çağlarına ait, taş eserler sergileniyor. Bu eserler arasında: Harran’da bulunan ve Babil kralı Nabonid dönemine tarihlenen ve üzerinde Nemrud’un ay, güneş ve yıldız tanrılarına dua edişini gösteren steli, mutlaka görmeniz gerek.

Müzenin ikinci ve üçüncü salonlarında: Neolitik Çağa ait; çakmak taşından kesici ve delici aletler, taş idoller, kaplar, pişmiş topraktan yapılmış boyalı ve boyasız seramikler, mühürler, pithosar, kolyeler, mühür baskılı küp parçaları, silindir ve damga mühürleri, figürinli kap parçaları, hayvan figürleri, madeni eşyalar, takılar, idoller gibi eserler sergileniyor.

Müzenin üst katında: yöreye ait giysiler, gümüş ve bronz takılardan örnekler, süslemeli ahşap kapı ve pencere sanatları, hat eserleri, el yazması Kuran-ı Kerimler ve cam eşyalar sergileniyor.

Müze bahçesinde ise; Roma ve Bizans dönemlerine ait mozaikler ve çeşitli dönemlere ait taş eserler sergileniyor. Bu sergilenen eserler ilginizi çekerse, müzeyi ziyaret edebilirsiniz.

Şanlıurfa Devlet Resim ve Heykel Müzesi

DEVLET RESİM VE HEYKEL MÜZESİ

Bünyesinde, Devlet Güzel Sanatlar Galerisinin de yer aldığı Şanlıurfa Devlet Resim Heykel Müzesinde: periyodik sergiler açılıyor. Bu sergilerdeki koleksiyonlarda; çeşitli plastik eserler sergileniyor.

Burası, daha ziyade, geleneksel Urfa ev planını ve yerleşimini görmek açısından orijinal. Geleneksel bir Urfa ev planını görmek isterseniz, burayı ziyaret edebilirsiniz.

ÇAMLIK PARKI

Şanlıurfa kent merkezinde bulunan Çamlık Parkında, 1979 yılında Müze Müdürü Osman Öçmen tarafından yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, alanın Roma dönemi Nekropolü olduğu tespit edilmiştir.

Yapılan kazı çalışmaları sonucunda, 7 adet kaya mezarı bulunmuş, bunlardan birinde bulunan döşeme mozaiğinin ise, Osrhoene krallarından Mano oğlu Abgar Ukomo ailesine ait olduğu anlaşılmıştır.

Sanat değeri oldukça yüksek olan, çok renkli ve kitabeli bu mozayikte: ortada sırtında peleriniyle, VIII. Abgar ve çevresinde bir kadın, üç erkek olmak üzere, ailesinden dört kişi tasvir edilmiştir.

 

HALEPLİ BAHÇE

Kent içinde bulunmaktadır. Toplam 12 hektarlık bir alanda: fuar, lunapark ve diğer açık hava alanları kullanımı, ŞURKAV (Şanlıurfa İli Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı) tarafından projelendirilmiştir.

Günümüzde burada büyük bir proje yürütülmektedir. Bu proje gereğince: Balıklı Göl’ün kapısındaki bu park alanında: Edessa Arkeoloji Müzesi Haleplibahçe Mozaik Müzesi, Hamam kalıntıları, Yeme-içme birimleri, Otopark alanı ve yeşil alan olarak düzenlenmektedir.

Söylenenlere göre: Haleplibahçede: “Amazon kraliçelerinin av ve savaş sahnelerinin” tasvir edildiği mozaiklerin bulunduğu Haleplibahçe Mozaik Müzesi ile Edessa Arkeoloji Müzesi ve Arkeopar’ın yer alacağı 57 bin metre kare üzerinde toplam 36 bin metrekare kapalı alan, Türkiye’nin en büyük müze komplekslerinden biri olacaktır.

Buradaki savaşçı amazon kraliçeler mozaiği ise, mozaik tekniği, sanatı ve Fırat nehrinin orijinal taşlarından yapılması gibi özellikleriyle uzmanlar tarafından dünyanın en kıymetli mozaikleri olarak kabul ediliyor.

Müzede, yurt dışına kaçırıldıktan sonra bulunduğu ABD’deki Dallas Müzesinden getirilen “Ozanların babası Orpheus” un müziğiyle vahşi hayvanları uysallaştırdığını betimleyen mozaik te sergilenmeyi bekliyor.

Şanlıurfa Kalesi

URFA KALESİ

Uzaktan baktığınızda, gayet heybetli bir görünümü var. Ayrıca: iki uzun sütun parçasını görecek ve bunların ne olduğunu merak edeceksiniz. Evet, kaleye gidelim.

Günümüzde, kentin ortasında kalan: Halil-ür Rahman ve Aynzeliha göllerinin güneyindeki, tepe üzerinde kuruludur. Doğu, batı ve güney yanları, kayadan oyma derin savunma hendeği ile çevrilidir. Kuzey tarafı ise, sarp kayalıktır. Hz. İbrahim, Nemrut tarafından, bu tepeden ateşe atılmıştır.

İç kale: Kale’nin Roma imparatorluğu zamanında, MÖ.4-5’nci yüzyıllarda Şanlıurfa’da hüküm süren, Abgarlar döneminde yapıldığı tahmin ediliyor. Damlacık dağının güney eteğinde, yüksek bir düzlük üzerinde ve yuvarlak planlı olarak yapılmış.

Düzgün kesilmiş kalker taşından yapılmış olan kalenin: doğu, batı ve güney tarafları, kayadan oyma derin hendeklerle çevrili. Kuzey tarafı ise, sarp kayalık. Kalenin içine: batıya açılan kapıdan giriliyor. Dağın içinden, kayaya oyulmuş basamaklı kaleye çıkan yol, son yıllarda bulunmuş ve temizlenerek ziyarete açılmış.

Kale içinde, bugün yalnızca iki sütun ayakta kalmış. Kale üzerindeki korint başlıklı bu iki sütundan: doğuda olanının kente bakan kuzey cephesindeki Süryanice olan kitabede: “ Ben Eftuhayım, güneşin oğluyum.

Bu sütunlar ve üzerindeki heykeli, kral Mano’nun kızı Shalmet için yaptırdım.” Yazılıdır. Kral Mano, MS.240-242 yıllarında hüküm sürmüştür. Kitabede belirtilen heykel, bugün yerinde bulunmamaktadır.

Kale’de, Roma devrinden başlamak üzere, Bizans ve İslami devirlere ait, temel halinde çok sayıda yapı kalıntısı bulunmaktadır. Ancak, burada ayrıntılı arkeolojik kazı çalışmaları yapılmamıştır. Kalede: bir kıl çadırda, günübirlik tesis oluşturulmuş.

Dış Kale (Surlar): Kale’nin dış surları, dikdörtgen şeklinde olup, çevresi 4 km. kadardır. Surların, MS.812 yılında Hıristiyanların Arap akınlarına karşı kenti korumak amacıyla yaptırdıkları bilinmektedir.

Şanlıurfa Surlarında; Harran Kapısı, Bey Kapısı’na ait Mahmutoğlu Kulesi, yer yer bazı duvar ve burç kalıntıları, günümüze kadar ulaşabilmiştir. Ancak, büyük ölçüde yıkıntı halindedir.

Şanlıurfa Balıklı göl

BALIKLI GÖL

Şanlıurfa denilince balıklı göl, Balıklı göl denilince Şanlıurfa akla gelir. Diğer adı: Halil-ül Rahman Gölü.

Dünyada eşi benzeri bulunmayan kocaman bir akvaryum. Anlamı çok büyük.

Üç dininde atası sayılan, Hz. İbrahim’in ateşe düştüğü yer. Bu iki gölle ilgili hikayeyi öğrenmek için, üstte yazılı olan efsaneler bölümünü okuyabilirsiniz.

Şanlıurfa Balıklı göl

İç turizmin gözde mekanı, dış turizmin yeni gözdesi bir yer. Balıklı göl denilince Şanlıurfa, Şanlıurfa denilince balıklı göl akla geliyor. Ancak: burada, yine de kötü manzaralara rastlanıyor. Şöyle ki: çimlere oturup piknik yapmak burada çok doğal olmuş. Olmamalı, burası turistik bir mekan.

Bölgede: dilenciler, yan kesiciler dolmuş. Buranın anlamını anlatayım diyen, yarım yamalak İngilizce konuşmaya çalışan çocuklar: peşinizi hiç bırakmıyor, öyle ki 15-20 civarındaki bu çocuklar o ölçüde rahatsız ediyorlar ki, an geliyor, çok sıkıcı bir hale geliyorlar.

Dilencisi, simitçisi, cevşen satıcıları, çevrenizde sürekli birileri dolaşıyor. Yani: bu mistik havayı, sessiz ve sakince gezmeniz mümkün değil. Siz yine de, balıklı göldeki balıklara, mutlaka yem verin. Göl kıyısında: taslar içinde yem satanlar var.

Bunlardan alacağınız yemleri: havuza attığınızda, zaten gözle görülen, büyük boyutlu ve yüzlerce balık, attığınız yemlere büyük bir iştahla saldırıyorlar ve havuzda güzel bir görüntü ortaya çıkıyor.

Şanlıurfa Balıklı göl

Mutlaka deneyin. Ha bu arada; aklınıza gelir elbette, bu balıkları tutan yok mu acaba diye. Kesinlikle, bu balıklar yöre halkı tarafından kutsal olarak kabul ediliyor.

Balıklı gölü gezdikten sonra; Aynzeliha gölünü görmek isteyeceksiniz, ama nafile, çünkü çevresi tamamen çay bahçeleri ve bu bahçelerin masa ve sandalyeleriyle donatılmış. Çimlerin üstünde yan gelmiş uzanmış insanlar.

Aynzeliha gölünü, balıklı göle bağlayan kanallarda: boş pet şişeler, kirlilik. Her tarafta, çöpler atılmış. Güller: ya açmış koparılmış, ya da bakımsızlıktan açmaz olmuş. Çimlerin üstünde: yemek atıkları, pet şişe ve bardaklar atılmış.

Tezgah açanlar, bisiklete binenler, oyuncak satanlar, motosikletle gezenler. Top oynayanlar, dondurma satanlar, pamuklu şeker satanlar, kolunu sallayıp içeri girmiş eşya satanlar. Zabıta ve polis otoları içeri giriyor ve araçla geziyorlar, ama bunlara müdahale etmiyorlar.

Yetkili makamlara seslenmemek mümkün değil, burası gerçekten ülkemizin değerlerinden, buraya sahip çıkmak, temiz bulundurmak, bakımlı bulundurmak, gelen ziyaretçilerin huzur içinde buraları gezmelerini sağlamak, yetkililerin görevi.

 

HALİL-ÜL RAHMAN CAMİİ

Halil-ül Rahman Gölünün güneybatı köşesinde bulunmaktadır. Medrese, mezarlık ve Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında düştüğü yerdeki makamdan oluşan bir külliyeden ibarettir. Cami; Melik Eşref emriyle, 1225 yılında yaptırılmıştır.

Caminin yapımından önce, aynı yerde: 504 yılında, Bizans döneminde yaptırılan Meryem Ana Kilisesinin bulunduğu öğrenilmiştir.

Minare süslemeleri ve şerefedeki sütunların akantüs yapraklı başlıkları, Bizans devri süsleme özelliklerini yansıtmakta ve minarenin 504 tarihli Meryem Ana Kilisesinin çan kulesi olabileceği ihtimali akla gelmektedir.

Caminin doğusundaki harim kapısı üzerinde bulunan kitabede: “ Peygamberlerin atası Halil-ül Rahman’ın makamı olan bu cami, 1225 yılında yapılmıştır.” yazılıdır. Caminin batısına bitişik makam kısmının kapısı üzerindeki 1871 tarihli kitabede: “ Hz. İbrahim’in ateşe atılması ile ilgili ayet-i kerime yazılıdır.” Eyyübiler döneminde inşa edilen cami, 1810 yılında, temelden başlanarak önemli değişiklikler geçirmiştir.

Halk arasında: “Döşeme Cami” veya “Makam Cami” isimleriyle anılan bu camiden, Evliya Çelebi de “İbrahim Halil Tekkesi” olarak söz eder. Şöyle devam eder.” Tekkenin içinde bir kaynak vardır ki, Nemrut, Hz. İbrahim’i atmak için yaktırdığı ateşin olduğu yerden çıkmıştır.

IV. Sultan Murat; Bağdat Seferine giderken, bu tekkeyi ziyaret edip, iki balık yakalatarak, kulaklarına birer altın küpe takmıştır.

Bir adam yedi gece, yedi gün bu tekkeyi beklerse, muradı olur derler. Saf suyundan içenler, Allah’ın emriyle çarpıntıdan kurtulur. Bunun için Urfa halkında çarpıntı olmayıp sağlam olurlar.”

Şanlıurfa Rızvaniye Camii

RIZVANİYE CAMİİ

Halil-ül Rahman Gölünün kuzey kenarı boyunda bulunur. Harim kapısının üzerindeki kitabede: “Osmanlıların Rakka Valisi Rıdvan Ahmet Paşa tarafından, 1736 yılında yaptırıldığı yazılıdır.” Cami avlusunun üç tarafı, medrese odaları ile çevrilidir.

Cami, Bizans dönemine ait St. Thomas Kilisesi yerine inşa edilmiştir. Enine, dikdörtgen planlı yapı, mihrap duvarı boyunca sıralanan üç kubbe ile örtülüdür. Üç gözlü, son cemaat yeri, önde iki sütuna, yanlarda duvarlara oturan üç kubbe ile örtülüdür. Yanlardaki kubbeler, yarım kubbeyle örtülmüştür.

RIZVANİYE MEDRESESİ

Balıklı göl kıyısında yürüyerek ilerlediğinizde, medreseye ulaşırsınız. Rızvaniye camii avlusunu çevreleyen, önleri revaklı odalardan oluşmaktadır. Avlunun kuzeyindeki dershane-mescidin güneye bakan cephesi üzerindeki kitabede: “ Medresenin Ahmet Paşa tarafından, 1736 yılında yaptırıldığı yazılıdır.”

Rızvaniye camiinin harim kapısı üzerindeki kitabede de, caminin 1736 yılında yapıldığı yazılıdır. Yani; cami ve medrese, aynı tarihlerde yapılmıştır.

Medresede, inşa malzemesi olarak kesme düzgün taş kullanılmıştır. Avlunun kuzey kenarı ortasındaki kubbeli dershane mescit hariç, medresedeki tüm odalar, beşik tonozlarla örtülüdür.

Avlunun güney kenarındaki caminin sağında, beşik tonozlu üç oda, solunda büyük bir oda var. Avlunun doğu kenarında, 7 oda var. Kuzey kenarında, ortada eyvan, eyvanın doğusunda 7 oda, dershane mescidin batısında 8 oda var.

Tüm odalar: ocak nişlidir. Medresenin mutfağı, avlunun kuzeybatı köşesinde, tuvaletleri kuzeydoğu köşesindedir.

Cami ve dershane mescit arasındaki seki, yazlık namazgah olarak yapılmıştır. Sekinin güneyine bitişik kare bir havuz var. Medrese avlusu, çiçeklik ve bahçe olarak dekore edilmiştir.

Şanlıurfa Mevlid-i Halil Camii

MEVLİD-İ HALİL CAMİİ

Mevcut kitabeler, onarım devirlerine ait olup, yapının inşa tarihi net olarak bilinmemektedir. Külliyedeki kitabelerin en eskisi: İbrahim Peygamberin doğduğu mağaranın giriş kapısı üzerindeki, 1808 tarihli kitabedir. Ancak, daha 1523 yılında, burada bir zaviyenin bulunduğu bilinmektedir.

Mevlid-i Halil Camii, İbrahim Peygamberin doğduğu mağaranın batısına bitişik olarak yapılmıştır. Harim kapısı üzerindeki kitabede: caminin, 1852 yılında, Mahmut Ağa tarafından onarıldığı yazılıdır. Avlunun güney doğusundaki iki odadan biri, 1855 yılında Ahmet Bican Paşa tarafından, diğeri 1885 yılında Derviş Musa tarafından yaptırılmıştır.

HZ.İBRAHİM PEYGAMBERİN DOĞDUĞU RİVAYET EDİLEN MAĞARA

Şehir merkezinde, Mevlid-i Halil Camii yanındadır. Şanlıurfa’nın en çok turist çeken ve Dergah da denilen bu mağaranın yakınında: mescit, hücre ve havuzlarla birlikte, küçük bir cami ve önünde havuzlu avlusu bulunmaktadır. Burada: Hz. Muhammed’in sakalından bir teli saklanmaktadır.

Ayrıca: Hz. İbrahim’in doğduğu mağara içinde bulunan su, ziyaretiler tarafından ve özellikle yerli halk tarafından şifalı olduğu düşüncesiyle içilmekte ve hatta şişelere doldurulup götürülmektedir. Dergah, dini turizm potansiyeli açısından önemlidir. Mağara, zaman içinde yapılan düzenlemeyle, Mevlid-i Halil Cami avlusu içine alınmıştır.

İçinde, su da olan mağaranın: sinir ve ruh hastalarına iyi geldiği de öne sürülmektedir. Bir kapıdan bu mağaraya girmek mümkündür. Buraya girdiğinizde: mağara içinde bir su kaynağı göreceksiniz.

Buraya: zincirlerle bağlı su kapları ile akan çeşmeden su içebilirsiniz. Ama: diğer çeşmede olduğu gibi burada da herkes tarafından kullanılan kupalar var. Buraya giren zaten yardım parası veriyor, buraya plastik bardak alınsa sanırım iyi olur. Bu suyu mutlaka için, gerek tadı ve gerekse mistik havası ve geçmişe dayalı efsanelerdeki gücü nedeniyle, bu sudan mutlaka için.

Şanlıurfa Fırfırlı Camii-Kilise

FIRFIRLI CAMİİ( KİLİSE)

Vali Fuat Bey caddesin üzerindedir. Halk arasında: Fırfırlı Kilise olarak da anılmaktadır. Yapının esas adı ise; On iki Havari Kilisesidir. Kitabesi bulunmadığından, yapılış tarihi bilinmemektedir.

Yapı: apsise dikey üç nefli bazilikal plandadır.

Orta nef: dört tromplu kubbe, yan nefler dörder çapraz tonozla örtülüdür. Yan neflere nazaran daha geniş tutulan orta nefin girişten itibaren üçüncü kubbesinin kasnağı, 24 adet pencerelidir.

Yapıdaki kubbe ve tonozlar, ortada bazalt taşından yapılmış mukarnas başlıklı yuvarlak sütunlara, yanlarda duvara bitişik olarak kesme taştan yapılmış yarım sütunlara otururlar. Yarım sütunlar dış cephelerde de birer dekorasyon unsuru olarak görülür.

Apsis, camiye çevirme işlemi sırasında doldurularak pencereye dönüştürülmüştür. Apsisi ve iki yanında bulunan pastoforion hücreleri dışarıdan çıkıntı halindedir. Batı cephesindeki giriş kapısı; içeriden yarım kubbeli, dış cepheden sivri kemerli olup, pembe mermer taşından yapılmıştır.

Kapının üzerindeki Dabbakhane Camindeki mürebbireyi andırır biçimde, üç cepheli ve üç pencereli bir balkon var. Urfa’daki diğer kiliselerde rastlanılan nartheks ve gynakaion bölümleri, bu yapıda yok.

Yapının, özellikle batı cephesindeki ve köşe kulelerindeki muhteşem taş işçiliği dikkat çekici. Kilise, camiye çevrilirken, güneydeki pencerelerden biri, mihrap haline getirilmiş ve güney duvarının ortasında bulunan yarım sütunun önüne, taş minber yapılmış.

Mihrap üzerinde yer alan kitabede; “Kilisenin, 1956 tarihinde camiye çevrildiği “ anlaşılmaktadır. Kilise, camiye çevrilmeden önce, bir süre cezaevi olarak da kullanılmıştır.

Şanlıurfa Eyyüp Peygamber Mağarası ve Kuyusu

EYYÜP PEYGAMBER MAĞARASI VE KUYUSU

Sabır Peygamberi Hz. Eyüp’ün hastalık çektiği mağara ve kutsal suyundan yıkanarak şifa bulduğu kuyu, Urfa şehir merkezinin Eyüp Peygamber semtinde bulunuyor. Şanlıurfa’nın bilinen adak yerlerinden biridir.

Eyüp Peygamber, bu mağarada, 7 yıl, şiddetli bir hastalık çekmiştir. MS. 460 yılında: Piskopos Nona tarafından, Eyüp Peygamber kuyusunun, cüzamlı hastaları iyileştirdiğinin keşfedilmesi üzerine, hastalar, bu kuyunun suyu ile yıkatılarak sağlıklarına kavuşturulmuşlardır.

Bu kuyunun batısında, kayalara oyulmuş ve Hamam diye anılan bir mekanın bulunması da; burada bir tedavi merkezi olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. İsa’nın Urfa Kralına gönderdiği mucizevi mendili, bir hırsız tarafından çalınarak Eyüp Peygamber kuyusuna atılmıştır.

Bu olay: 1145 yılında, Urfa’yı alan İslam Komutanı İmadeddin Zengi’ye, Süryani Kilisesinin reisi Basil Bar Şumana tarafından, şöyle anlatılır.” Urfa’yı ziyarete gelenlerden birisi, Hz. İsa’nın mendilini çalar ve cebine koyar.

Kosmas Manastırında geceleyen ziyaretçinin cebindeki bu mendil, karanlıkta ışık ve nur saçmaya başlar.

Yanmaktan korkan hırsız, mendili Eyüp Peygamber kuyusuna atar. Kuyudan, güneş misali bir ışık çıkar, kuyunun içini-dışını aydınlatır. Böylece, mendil bulunarak kuyudan çıkarılır ve manastırdaki yerine iade edilir.”

Halk arasında, bu olay Ulu Camideki kuyular için de anlatılmaktadır.

Şanlıurfa Hasan Padişah Camii

HASAN PADİŞAH CAMİİ

Akkoyunlu Devleti hükümdarı Sultan Uzun Hasan tarafından yaptırılmıştır. Uzun Hasan, bir süre Urfa’da kalmıştır. Bu camiyi: 1470’li yıllarda, Toktemur Camiine bitişik olarak yaptırmıştır. Çok kubbeli camiler gurubuna giren bu cami, kıble duvarı boyunca sıralanmış tromplu 3 büyük kubbe ile örtülüdür.

Dikdörtgen bir plana sahiptir. Son cemaat yeri, önde payeler üzerine oturan çapraz tonozlarla örtülü, sekiz gözlüdür.

Doğu baştaki göz: Toktemur Mescidi önüne rastlar. Avlunun kuzeyinde bulunan minare; 1859 tarihinde, Halil Bey tarafından tamir ettirilmiştir. 1960’larda, avlu kemerli ihata duvarı ile çevrilmiştir.

Şanlıurfa Ulu Cami

ULU CAMİ

Ulu camideki mevcut kitabeler: onarım devirlerine ait olup, inşa tarihi tam olarak bilinmemektedir.

Nurettin Zengi tarafından tamir ettirilerek, bugünkü şeklini alan “Halep Ulu Cami” ile benzer bir plan gösteren Urfa Ulu Caminin Zengiler zamanında yaptırılmış olabileceği tahmin edilmektedir. Urfa şehir merkezindeki en eski camilerdendir.

Şanlıurfa Hızmalı Köprü

HIZMALI KÖPRÜ

Karakoyunlu deresi üzerindedir. Urfa’daki köprülerin en güzellerindendir. Halk arasında anlatıldığına göre: Karakoyunlu Türk Beyliği hükümdarlarından birinin kızı Sakine Sultan tarafından, hac yolculuğu sırasında yaptırılmıştır.

Köprünün orta ayağının doğu cephesindeki kitabede: “ 1843 yılında tamir ettirildiği yazılıdır.” Sakine Sultanın ve çocuğunun mezarı, dere üzerindeki su kemerinin kuzeyindedir.

YOL GÖSTEREN ÇEŞMESİ

Şehir merkezindedir. İpek yolu ile Diyarbakır yolu kavşağındaki park içindedir. I. Dünya Savaşında Çanakkale’de savaşan Urfalı askerlerin anısına, 1917 yılında yaptırılmıştır.

Abidenin üzerinde: Kafkas yolu, Ankara yolu, Bağdat Demiryolu ve şehir merkezine giden Mustafa Kemal Paşa caddesini gösteren kelimeler bulunmaktadır. Abidenin alt kısmı; dört cepheden çeşme olarak kullanılmaktadır.

Şanlıurfa Harb-ı Umumi Şehitler Abidesi

HARB-I UMUMİ ŞEHİTLER ABİDESİ

Şehir merkezindedir. Hükümet konağı önündeki kavşakta görülebilir. I. Dünya Savaşının bütün cephelerinde, savaşa katılmış Urfalı şehitler ve gazilerin anısına, 1917 yılında yaptırılmıştır.

Şanlıurfa Urfa Evleri

URFA EVLERİ

Urfa evlerinin gelişiminde: iklimin, kalker taşının, İslami inanışların, Urfa aile hayatının, yaşamının tamamını evinde geçiren kadına, onun sıkılmayacağı geniş ve ferah bir ortam yaratılması düşüncesiyle ve sosyal gelenekler değerlendirilerek yapılmıştır.

Urfa’nın sıcak iklime sahip olması: evlerin avlulu, kışlıklı ve yazlıklı, eyvanlı, odaların kalın duvarlı ve tonoz örtülü toprak damlı yapılmasında etkili olmuştur. Çevredeki dağlardan kesilen taşlar işlemeye elverişlidir. Bu yüzden, mimaride, hakim malzeme olarak bu taşlar kullanılmıştır. Yakın çevrede; yüzlerce yıldan bu yana işletilen antik taş ocakları bulunmuştur.

Müslümanlığın getirdiği yaşam tarzına uygun olarak, evler: haremlik ve selamlık olarak iki bölümden oluşur. Selamlık bölümünde: küçük bir avlu, bir veya iki oda, eyvan, konukların ve hayvanların barınacağı büyük bir ahır ve tuvalet bulunur.

Haremlik bölümünde: bu bölüm oldukça zengin planlanır. Avlusunun kuzey tarafında: cephesi güneye bakan ve kış aylarında güneş alan kışlık eyvan ve iki yanında birer oda bulunur. Avlunun güney tarafında: cephesi kuzeye bakan ve yaz aylarında güneş almayan yazlık eyvan ve iki yanında odalar bulunur.

Avluyu çevreleyen mekanlar arasında: kiler, mutfak ve hamam bölümleri bulunur. Geleneksel Urfa evlerinde: hayat denilen avlunun önemli bir yeri vardır. Düzgün kesme taş döşeli hayatın ortasında; mermer bir havuz, kuyu, yalak ve içinde: incir, dut, nar, portakal, kebbat, annep, zakkum, asma gibi ağaçlardan biri veya birkaçı bulunan çiçeklik var.

Çiçeklik, aynı zamanda çöpe atılması günah olan sofradaki ekmek kırıntılarının silkelendiği yerdir. Avluyu çevreleyen duvarların dama yakın kısımlarında, dikdörtgen nişler şeklinde yapılan kuş evlerinde yaşayan kuşlar, çiçeklikte bulunan bu ekmek kırıntılarıyla beslenirler.

Bu özellik taşıyan evleri görebileceğiniz yerler şunlar: Devlet Güzel Sanatlar Galerisi, Şurkav Kültür Evi, Sabık’ın Köşkü ve Halepli Bahçesi.

Şanlıurfa Bedesten-Kapalı Çarşı

BEDESTEN (KAPALI ÇARŞI)

Gümrük Hanın güneyine bitişik, bir çarşıdır. Bu çarşıda: mahalli kadın ve erkek giysileri, yaşmak, puşu gibi baş örtüleri satılmaktadır.

SİPAHİ PAZARI

Bedestenin batısına bitişik, kapalı bir çarşıdır. Bu çarşıda: halı, kilim, keçe gibi yaygılar ile kürk ve heybe gibi geleneksel el sanatları ürünleri satılmaktadır.

MİLLET HANI

Şehir surlarının Samsat kapısı dışındadır. Şehre gelen kervanların şehre henüz girmeden konaklamalarını sağlamak amacıyla inşa edilmiştir. İnşa tarihi bilinmemektedir. Kapladığı alan bakımından, Türkiye’nin en büyük hanlarındandır.

Kesme taşlardan inşa edilmiş olan yapımın geniş avlusunun çevresinde, ortasından kalın payelerle bölünmüş, birbiriyle bağlantılı, çapraz tonozlarla örtülü, arka duvarlarında yemlikler bulunan geniş mekanlar var.

Tavanda: zikzak biçiminde havalandırma delikleri var. Bu mekanlar: yer yer aralarında duvarlara bölünerek odalara dönüştürülmüş. Avlunun güney kenarının doğu kesimi yıkılmış olup, toprak dolguludur.

“Alman Yetimhanesi” olarak kullanılan yapının, eski fotoğraflarında, iki katlı olduğu ve güney cephesinin batı köşesindeki portal üzerinde bir kitabe ve bunun sağında ve solunda birer aslan kabartmasının bulunduğu görülüyor. İkinci kat: günümüzde tamamen yıkılmış.

Şanlıurfa Göbekli Tepe

GÖBEKLİ TEPE

Şanlıurfa’nın 20 km. doğusunda, Örencik Köyü yakınlarındadır. Evet, Nisan 2013 tarihinde buraya yaptığımız ziyarette: bu muhteşem arkeolojik alanda, sadece yaşlı bir yöre insanının bulunduğunu görünce hayretler içinde kaldım.

Hoş: büyük boyutlu taşların taşınması, çalınması gibi bir durum söz konusu olamaz diye düşünüyordum, peki ya zarar verilirse? İnanılır gibi değil, tam bir tarih hazinesi. 12 bin yıllık geçmiş, burada kaderine terk edilmiş gibi, umarım bir yetkili bu satırları okur ve Göbekli tepe de önlem alınır,  kalıntılar koruma altına alınırlar.

Değerli okurlarım: bu satırları yazmamın üzerinden bir yıl geçti ve ben: Mayıs 2014 tarihinde yine Göbekli Tepe’ye gittim. Öncelikle burada yani kazı yapılan alanda gerekli tedbirler alınmış. Çevreye tel örgü çekilmiş, alanın üstü kapatılmış, ören yeri girişine resmi bir görevli konulmuş.

Umarım; ben ve benim gibi gezginler, buraları gezdikçe ve aksaklıkları tespit ettikçe ve buralarda yazdıkça, yetkililer önlem alacaktır ve arkeolojik hazinelerimiz, Osmanlıdan gelen “taş bunlar, sadece taş” mantığından kurtulacak, talan edilmekten kurtulacaklardır.

Evet: Göbekli Tepe ile ilgili en son ve güncel bilgilerimi, notlarımı, yorumlarımı okumak isterseniz: yine bu sitede, tamamen buraya ait bir yazımı bulabilirsiniz.

Şanlıurfa Göbeklitepe

Şanlıurfa Soğmatar Harabeleri

SOĞMATAR HARABELERİ

Şehre, 35 km. uzaklıktadır. Şanlıurfa-Mardin karayolunun 35’nci km. sinde, Mercihan Nahiyesinin ilerisinde, sağa ayrılan 30 km. lik şose yol, Tektek Dağları arasından sizi Soğmatar kentine götürür. Kentin, Şanlıurfa kentine toplam uzaklığı: 65 km. dir.

Sumatarla (Yardımcı) Soğmatar kelimelerini, birbiriyle karıştırmamak gerekir. Sumatar, Şanlıurfa-Akçakale yolu üzerinde, 29’ncu km. Şanlıurfa’dan uzaklıkta, ilin güneyine düşer. Soğmatar ise, Şanlıurfa-Mardin istikametindedir.

Şanlıurfa Soğmatar Harabeleri

Soğmatar: MS.1 ve 2’nci yüzyıllarda: Süryaniler tarafından iskan edilen bir höyük ve bunun üzerinde, MS.11’nci yüzyıla ait: kale, burç ve kalıntılarıyla, köy içerisinde dini yapı kalıntıları bulunmaktadır.

Kökü, Harran Sin kültürüne dayanan Sabiizmin ve baş tanrı Marilaha’nın kültür merkezi olarak biliniyor. Buranın en önemli kalıntısı: baş tanrı ve mukaddes gezegenlere ibadet edilerek, kurban kesilen açık hava mabedi.

Kayadan oyma, diğer bir mağara mabedin duvarlarında, o dönemden kalma yazılar ve gezegenleri tasvir eden insan rölyefleri var. Ayrıca: kalenin batısında bulunan açık hava mabedi üzerindeki kayalarda: tanrıları tasvir eden insan rölyefleri ve Süryanice yazıları işlenmiş. Soğmatar’da, Roma dönemine ait çok sayıda kaya mezarı bulunmaktadır.

Bunlardan en önemlisi: anıt mezar özelliği taşıyan, üç tanesi köyün kuzey batısındadır.

KARAALİ KAPLICASI

Şanlıurfa Valiliğinin yaptırdığı jeolojik raporlara göre: kaplıca suyunun sıcaklığı: 41-49 derece arasındadır. Yüksek sıcaklıktan dolayı, su kaplıca tesislerinde ısısı düşürülerek kullanılmaktadır. Kaplıca tesislerinin yanında bulunan seralar, bu su ile ısıtılmaktadır.

Yapılan araştırmalarda, büyük bir sera alanının ısıtılabileceği ortaya çıkmıştır. Sıcak su eşanjör sistemiyle ısıtmada kullanılıp, kaplıcaya verilmektedir. Kaplıca suyu: özellikle, romatizmal hastalıklar, deri hastalıkları ve böbrek taşlarında etkili olmaktadır.

Özel İdare tarafından yaptırılan tesiste: 32 oda ve 100 yatak kapasitesi bulunmaktadır. Ayrıca, yapımı tamamlanan 54 odalı apart otel, hizmete başlamıştır.