İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki

cerrahpaşa.genel.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki

Cerrahpaşa semti, şehrin 7 tepesinden birini süslemektedir. Geçmişte toprağının kuru olması nedeniyle, buraya “Kuru Tepe”  denilmiştir. Ancak eskiden bu tepenin havası çok güzelmiş ve bu nedenle buraya gerek cami ve gerekse Tıp Fakültesi ve hastanesi kurulmuştur.

Burası: Bizans döneminde, önemli dini merkezlerden biridir.

Osmanlılar kendi dönemlerinde de yöreye önem vermişler ve muhteşem yapılarla süslemişlerdir.

 

Cerrahpaşa adı-Mehmet Paşa

Saraya berber yani cerrah olarak giren, geleceğin sultanı, III. Mehmet’in sünnetini yapan ve bu yüzden cerrah unvanı ile ödüllendirilen: Saray doktoru Cerrah Mehmet Paşa’dan alır. Osmanlı tarihinin en muhteşem törenlerinden biri olan bu sünnet düğünü, tam 57 gün sürmüştür.

Sünnetten sonra: Cerrah lakabı verilen paşa, Cerrahpaşa ve Cerrah Mehmet Paşa diye anıldı. Bazı tarihçilere göre: III. Mehmet’in halasının kocası olduğu belirtilmektedir.

Mehmet Paşanın nereli olduğu ve kaç yılında doğduğu bilinmemektedir. Enderun da yetiştiği ve cerrahlığı burada öğrendiği varsayılmaktadır. Sultan olan III. Mehmet’i sünnet ettikten sonra hızla yükselen Cerrah Mehmet Paşa: 1598 yılında Sadrazam olur. Macaristan seferinden önce, Sultan III. Mehmet’i uyarmasına rağmen, başarısızlıkla sonuçlanan seferin ardından, Sadrazamlıktan azledilir ve hastalığı nedeniyle 1604 yılında ölmüştür, ancak bazı kaynaklarda katledilerek öldürüldüğü yazılıdır.

Haseki

Haseki: Cerrahpaşa Caddesi ve Millet caddesi arasında bulunan tarihi semttir. Buradaki mahalleler, İstanbul’un fethinden sonra oluşturulmuş ve halen kurucularının isimlerini taşımaktadır.

Buranın ismi de, öncesinde “Başçı Mahmut” mahallesidir. Çünkü burada bir dini yapı olarak “Başçı Mahmut Tekkesi” bulunuyordu. Ancak bu tekke zamanla bakımsız kalmış ve yok olmuştur. Burada ilginç bir durum söz konusu olmaktadır. Bizans döneminden beri, bu civardaki yer adları hep kadınlar çevresinde dönmüştür. Bizans döneminde, buradaki Arkadios Forumu meydanı, sonraları Avrat Pazarı olmuş, Fatih Sultan Mehmet döneminde yine burada Keyci Hatun bir mescit yaptırmış ve son olarak Kanuni döneminde Haseki Sultan külliyesi yaptırılmıştır.

Yani, Haseki semtinde kadınların etkisi aşikardır. Haseki kelimesi: Arapça “hass” tan gelen hassa ile Farsça dan gelen “gi” ekinden oluşmuştur. Yani “yakın arkadaş” anlamına gelmektedir. Haseki kelimesi: Osmanlı saray teşkilatında padişahın cariyeleri ve Osmanlı devletinin askeri teşkilatında ise çeşitli hizmetlerdeki görevliler için kullanılmıştır. Padişahın dikkatini çeken ve zevci olan cariyelere “Haseki” veya “Hünkar Hasekisi” denirdi.

Hasekiliğe yükselen cariyelere samur kürk giydirilir, Hasekilerden erkek çocuk doğuranlara “Haseki Sultan” denirdi. Semtin ismi: Kanuni Sultan Süleyman’ın hasekisi adına yaptırdığı külliyeden sonra kayıtlara “Haseki” olarak geçmiştir. Tarihi eserlerin büyük bölümü, Haseki Caddesi üstünde karşılıklı sıralanmıştır.

Haseki Hastanesi ve Vatan Caddesinin genişletilmesi sırasında, bazı eserler yok edilmiştir. 1955-1960 yılları arasındaki imar faaliyetleri sırasında, Haseki semtinde bulunan Zıbını Şerif tekkesi, Selçuk Hatun camii, Şirmer Çavuş cami, Tevekkül hamamı yıkılarak Millet Caddesi genişletilmiştir. Bunlardan, sadece Selçuk Hatun camisi, caddenin karşısında yeniden yapılmıştır.

avrat pazarı.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Avrat Pazarı

AVRAT PAZARI

Günümüze pek bir iz kalmamasına rağmen, bir zamanlar Arkadios sütununun bulunduğu Haseki semtindeki bu meydanla ilgili, yine iki ayrı görüş bulunmaktadır.

Bu görüşlerden bir tanesi, buranın: köle ticaretinin yapıldığı ve özellikle cariyelerin satıldığı “Avrat Pazarı” imiş.

Diğer görüşe göre ise, burada; bölgenin en ünlü çarşısı olduğu, burada ağırlıklı olarak kadınların alışveriş yaptıkları, yani buraya “Avrat Pazarı” denilmesinin sebebi: cariyelerin satılmasından değil, burada satıcı olarak kadınların bulunmasından dolayıdır.

Yani: buranın hangi görüşe göre faaliyette bulunduğu konusunda net bilgiler bulunmamaktadır.

Bu meydan: günümüzde Namık Kemal caddesinden, günümüzde çay evi olarak kullanılan, 18’nci yüzyıldan kalma “Ebu Bekir Paşa Okulu” binasının hemen önündeki alandır.

Bizans döneminde, bu bölge “Heleniana” diye biliniyordu. Burada: askeri yapılar ve ekim yapılan alanlar bulunuyordu. Marmara denizine bakan yamaçlarda ise, sivil konutlar vardı.

Osmanlı döneminde, bölgenin aynı işlevi yani 19’ncu yüzyıl ortalarına kadar sürmüş ve burası “Avrat Pazarı” olarak bilinmiştir. Zaten: Osmanlı döneminde, nüfuslu kişilerin çoğu, Padişah anaları ve hatta Sadrazamlar bile: Saray yaşamlarına esir olarak başlamışlardır.

Korsanlar tarafından ele geçirilen ya da imparatorluğun çeşitli bölgelerinden vergi olarak toplanan ve devşirme denen bu insanların çoğu, aslında Hıristiyan iken sonradan Müslüman olmuşlardır. Pazar; 1847 yılında kapatılmış ama esir ticareti, 1922 yılına kadar, İstanbul’un çeşitli yerlerinde sürmüştür.

Bu varsayımlardan hangisinin gerçek olduğu, günümüze kadar kanıtlanamamıştır.

Ancak günümüzde burada semt pazarı kurulmakta ve sadece orta yaşlı ve ihtiyar kadınlar gelip, bir şeyler satmaktadırlar. İlerleyen zamanlarda Pazar, sabit çarşı halini almış ve dükkanlar inşa edilmiştir.

hürrem sultan külliyesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hürrem Sultan Külliyesi
hürrem sultan camii.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hürrem Sultan Külliyesi

 

HASEKİ HÜRREM SULTAN KÜLLİYESİ

Haseki caddesinde: Avrat pazarı meydanında, Bayram Paşa külliyesine bitişiktir.

Burası: Bizans döneminde Kuru Tepe/Kserolofos/Xerolophos daha sonraları ise Avrat/Avret Pazarı olarak adlandırılan yerdir. Yani, İstanbul’un önemli bir bölgesidir. Burası, İstanbul’un 7 tepesinden yedincisidir. Evliya Çelebi, külliyenin Avrat Pazarı meydanında yapılmasını, büyük bir incelik olarak yazar. Külliyenin inşa edildiği 16’ncı yüzyılda ise, buralar “Başçı Hacı” mahallesi olarak bilinmektedir.

Fatih döneminin tanınmış kişilerinden olan Başçı Hacı Mahmut’un burada bir mescidi olduğu ve 1918 yılında yandığı bilinmektedir. Semt de o dönemde adını bu mescitten almıştır. 19’ncu yüzyıl sonlarında ise, semt “Haseki” olarak anılmaya başlanmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Hasekisi Hürrem Sultan adına, Mimar Sinan tarafından, 16’ncı yüzyılda burada ilk kadınlar hastanesi ve cami bulunan külliye yaptırılmıştır.

Burası: Mimar Sinan’ın 1538-1540 yılları arasında mimarbaşı olduktan sonra inşa ettiği ilk kagir ve kubbeli camidir. Fatih ve Süleymaniye külliyelerinden sonra İstanbul’daki en büyük üçüncü külliyedir.

Külliye: cami, medrese, darüşşifa, mektep, sebil ve aş evinden oluşuyordu. Ancak iki aşamada inşa edilmiştir. İlk aşamada: cami, medrese, mektep ve imaret: ikinci aşamada ise 1551 yılında darüşşifa yapılmıştır. Külliyedeki binalar, tarz olarak birbirine ne kadar benziyorsa, cami bu yapı gurubundan aynı oranda uzaktır. Yani cami, Mimar Sinan’ın ne önceki ne de sonraki eserlerine benzemez.

Cami: muhteşem mimarın tasarladığı harika binalar arasına girme şansından çok uzaktır. Hatta: Kanuni ve Hürrem Sultanın kendi aile fertleri adına inşa ettirdikleri camiler yanında pek zayıf kalmış, mimari bakımdan değer taşımamaktadır. Örneğin: Sinan’ın eşsiz eserlerinin başında gelen Süleymaniye ve Selimiye’yi bu cami ile karşılaştırmak mümkün olmaz. Halbuki, külliyenin diğer yapıları olan medrese, imarethane, darüşşifa ve mektep, mimari karakter bakımından kesinlikle Sinan imzasını taşır.

Sonuç olarak: caminin tamamen Sinan eseri olmadığı, sadece minare, revaklar, son cemaat mahalli gibi bazı eklerin Sinan eseri olduğu söylenmektedir. Mimar Sinan: yapının bitimine yakın, minare, revaklar ve son cemaat yeri gibi kısımları inşa ederek, yapının hiç değilse dış manzarasını kurtarmaya çalışmıştır. Mabedin tamamlanmasından sonra, külliyenin diğer binalarının inşası Sinan’a verilmiştir.

hürrem sultan camii.0
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hürrem Sultan Camii
hürrem sultan camii.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hürrem Sultan Camii
hürrem sultan camii.3
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hürrem Sultan Camii
hürrem sultan camii.4
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hürrem Sultan Camii

 

Cami

Cami: mimar Sinan eseridir. 1539 yılında yapılmıştır. Tek kubbeli ve tek minarelidir. Kubbenin çapı 11.30 metredir. Ancak cemaatin yer sıkıntısı çekmesi nedeniyle, inşaatın üzerinden 74 yıl geçtikten sonra 1612 yılında Sultan I. Ahmet döneminde, doğu tarafındaki duvar kaldırılır, kubbe eklenir ve açıklıkla geçilen aynı büyüklükteki ek bölüm inşa edilir ve cami, iki kat büyük hale gelir.

Bu değişiklik, mimar Sedefkar Mehmet Ağa tarafından yapılmıştır. Bahçe kapısından girilip caminin giriş cephesine ulaşıldığında: altı sütunun taşıdığı revak ve dar bir son cemaat yeri görülür. Bu revaklar, sadece caminin eski tek kubbeli mekanının önünü örtmektedir. Yani Sultan I. Ahmet zamanında, tek kubbe eklenerek yapılan ilave bölümün önünde revak yoktur.

Caminin dikdörtgen biçimli cümle kapısının içine, daha küçük bir ikinci kapı yapılmıştır. Bu kapının yanlarında kufi yazılar görülür.

Evet, caminin mimari özellikleri değerlendirilirken en önemli husus ileri zamanlarda ikinci kubbe eklenmesidir. Camiye eklenen ikinci mekan, caminin orijinal yapısını değiştirmiştir. İbadethane kare şeklinden dikdörtgene daha doğrusu yamuğa dönüşmüştür. Çünkü eski mekanın mihrap duvarı 11.60 metre, yenisinin ise 11.90 metredir. Duvarlar, enlemesine 11 metre uzunluğundadır.

Yani, yeni kısım biraz daha büyüktür. Mimari mecburiyetin bir sonucu olarak, iki mekan arasındaki kolonlar caminin şeklini bozarak yükselir. Hünkar mahfili, yeni kısımdadır. Oldukça sade olan hünkar mahfilinin mihrabı, düz duvar üzerine perde resmi olarak yapılmıştır. Minber ise eski bölümde kalmıştır. İlk mihrabın önüne bir sütun gelerek mihrabın önü kapanmıştır.

Caminin diğer camilerde rastlanılmayan bir özelliği de: mihrabın yanlarında çiçek motiflerinin bulunmasıdır. Böylece: Haseki Hürrem Sultanın zevki bir anlamda camiye yansıtılmıştır. Hazire tarafından bakılacak olursa: eski ve yeni kısımlar birbirine eklenmiştir.

hürrem sultan medresesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hürrem Sultan Külliyesi Medrese

Medrese

Camiden bir yıl sonra tamamlanmıştır. Caminin hemen karşısındadır. Burası, mimar Sinan’ın muhteşem eserlerinin minyatür bir örneğidir.

Ana kapı ve dershane giriş kapısının üstünde, renkli sır tekniğiyle 1539 yılında yapılmış, iki çini pano bulunmaktaydı. Bu panolar yapının harap dönemlerinde çıkarılıp, İstanbul Arkeoloji Müzeleri kompleksinin içinde bulunan “Çinili Köşk” e götürülmüştür. Çünkü bu kitabe panolar, son derece harika 16’ncı yüzyıl çinileriyle süslüdür.

Üst kısmı iki yerden kırık ve noksan olan bu panonun üzerinde, yeşil zemin üzerine beyaz büyük harflerle sözler yazılıdır. Bu yazıları, ince şerit halinde bir bordür kuşatır. Bu kısımda da firuze üzerine sarı renkli “Besmele” ve “Ayetül Kürsi” yazılıdır ve alt kısmın ortasında 1539 tarihi bulunur. Yani, çini panodaki beytin  son mısrasında belirtildiği üzere, medresenin yapım tarihi 1539 yılıdır.

Medrese: bir avlu çevresinde revak, hücreler ve dershanelerden oluşan bir plana sahiptir. Medresenin Haseki Caddesi yüzündeki pencerelerin aynaları tamamen boştur. Ancak inşa tarihinde bunların çinilerle kaplı olduğu düşünülmektedir. Kapıdan girildiğinde geniş, havuzlu bir avlu görülür.

Bu avlunun çevresine öğrenci odaları ve bir dershane sıralanmıştır. Revaklı bir avlunun üç yanı, kapalı mekanlarla kuşatılmıştır. Dershane, kapının karşısındaki revakın tam ortasındadır. Odaların hepsi kubbelidir ve içlerinde birer küçük ocak vardır. Pencere alınlıklarındaki çinilerden ise hiçbir iz kalmamıştır.

Medrese: zaman içinde deprem ve yangın gibi afetlerden etkilenerek zarar görmüştür. Özellikle 1894 yılı depremi sonrasında külliyenin diğer yapılarıyla birlikte ciddi hasar görmüştür. 1896 yılı başlarında tamir edilmiştir.

1914 yılında ise, tamir ve tadilata muhtaç, metruk bir halde bulunduğundan kadro dışı bırakılmıştır. 1918 yılı sonlarında bir dönem asker tarafından mutfak olarak kullanılmış, sonraki yıllarda ise bir süre ruh ve sinir hastalarına barınaklık yapmıştır.

1967-1969 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından tamir ettirilen medrese: uzun bir süre Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Eğitim Merkezi olarak kullanılmıştır.

Sıbyan Mektebi

Medresenin doğusunda hemen yanındaki mektep, zarif işçiliğiyle önem kazanmaktadır. Kitabesi olmadığından (yeri boştur) ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Ancak Medresedeki nilüfer çiçeği motifli sütun başlıklarının mektepte de kullanılması, iki yapının birlikte tasarlandığını göstermektedir. 

Mektep: dikdörtgen bir kütleye sahiptir ve kareye yakın iki mekandan oluşmaktadır. Bunlardan biri kışlık kapalı, diğeri ise yazlık açık mekandır. Açık dershanelerin caddeye bakan kısmı kapalıdır. Altlı-üstlü iki sıra pencere bulunur. Mektebin iki kısmının da üstü oturtma çatı ile kapatılmıştır.

Binanın hemen önünde, oyun bahçesi olarak kullanılan havuzlu bir alan vardır. Kapalı dershanenin yanında, küçük bölümlü bir hazire bulunur. Mezar taşlarına göre: burası medrese çalışanlarına, külliyede hizmet veren kişilere ve onların aile fertlerine aittir.

Haseki Sultan Çeşmesi

İmarethane ve Sıbyan mektebi girişi arasındadır. Haseki Sultan için yapılmıştır. Klasik tarzda inşa edilmiştir, ayna taşına iki sütunla taşınan yuvarlak kemerli bir kabartma işlenmiştir. Bu kabartma kitabede: “Rableri onlara tertemiz bir içecek sunmaktadır” yazılı ayet bulunmaktadır. Külliye ile birlikte yapılan çeşme, 1766 yılında tamir edilmiştir.

İmaret

İmaret: Haseki caddesinin kuzey kenarı arkasında, arazide, caddeden geriye yapılmıştır. Külliyenin taç kapısından girilince hemen karşısındadır. İmaretin üç giriş kapısından biri yani ana kapı, çeşmenin hemen yanında, Haseki caddesi üstündedir. İmaretin ana giriş kapısındaki kitabede giriş tarihi 1540 yılı olarak yazılıdır.

İmaret özgün bir Sinan yapısıdır. Kubbelerin yapılışı ve kemerlerin atılışı, şaşırtıcıdır. Yapı, gerek üslup ve gerekse karakter yapısıyla devrinin ihtişamını gözler önüne serer. İmaret yapısı: revaklı bir avlu çevresinde kurgulanmıştır. Avluda iki tane büyük mutfak ve dört tane küçük kubbeli mutfak vardır. Avlunun uzun olan doğu ve batı kenarlarında, ikişer kubbeli dört yemekhane vardır. Yemekhaneler arasında birer geçit bulunur. Mutfak ise avlunun kuzey tarafındadır.

hürrem sultan darüşşifası.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Darüşşifa-Haseki Hastanesi

 

Darüşşifa-Haseki Hastanesi

Binası, hoş bir sekizgen avlu içindedir. Mimar Sinan tarafından yapılmış ve 1550 yılında tamamlanmıştır.

Zaman içinde farklı maksatlarla kullanılmış ve kullanılış maksadına göre ismi değiştirilmiştir. Darüşşifa: 1679 yılına kadar: Haseki Darüşşifası, 1801 yılına kadar: Haseki Sultan Darüşşifası, Haseki Zindanı, Nisa Tevkifhanesi; 1843 yılında Haseki Sultan Kadın Darüşşifası, 1844 yılında Haseki Bimarhanesi, 1870’de Haseki Nisa Hastanesi adıyla kullanılmıştır. 1870’lerde yapı 30 yataklı bir hastaneye dönüştürülmüştür.

1843 yılında hizmet alanı genişleyen darüşşifada, memurların bulunduğu kısım ayrılmıştır. Asıl darüşşifa olan bölüm ise, fahişelere ayrılmış zindan olarak kullanılmıştır.

1848 yılında bir süre boş duran darüşşifa: eklenen bir mutfak ve eczane ile genişletilerek, kimsesiz ve bakıma muhtaç kadınlara sığınma yeri ve tedavi oldukları bir merkeze dönüştürülmüştür.

1869 yılında yapı Zaptiye’ye devredilir ve bir süre, kadınlar tevkifhanesi olarak kullanılır. Yatak kapasitesi arttırılarak, bir odasında kadın tutuklular, diğer odasında ise aciz ve yardıma muhtaç kadınlar barındırılmaya başlanır. Önceleri sadece kadın tutukluların sağlık durumuna bakan doktorlar, sonraları dışarıdan müracaat eden olursa onların da kontrollerini yapmaya başlarlar.

Ancak, burada sürekli doktor bulunmaması nedeniyle, hastaların tedavilerinde süreklilik sağlanamıyordu. Bu yüzden: 1871 yılından itibaren, burada sürekli olarak bir eczacı, kısa bir süre sonra da sürekli bir doktor bulundurulmaya başlandı. Böylece: 1882 yılına kadar, darüşşifa hastane olarak hizmet verdi.

Kadınlar Hapishanesi-Haseki Zindanı

Hapishanenin yapılış amacı: buraya gelen kadınların ıslah edilmesiydi. Bu hapishaneye gelen kadınların çoğu fahişeydi. Bunlara el işleri öğretiliyor ve meslek edinmeleri sağlanıyordu. Yaptıkları el işleri satılarak hapis sonrası hayatları için sermaye olarak değerlendiriliyordu. Evet, burası her ne kadar kadınlar arasında kötü bir ün sahibi olsa da, bu hapishanede kalmış, meslek edinerek çıkmış pek çok hayat kadını, hayatlarını kurtarmıştır.

haseki hastanesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hastanesi

Haseki Hastanesinin kurulumu

Hasta sayısı her gün artıp ihtiyaca cevap verilmeyince, darüşşifa yakınlarında “Moralı Ali Bey” in taş konağı satın alındı ve yeni hastane binası haline dönüştürüldü. Böylece: Haseki Hastanesinin çekirdeğini oluşturan binadan sonra, yeni eklemeler yapılarak hastane geniş bir alana yapıldı ve semtin bazı sokaklarını da içine aldı. 

Ardından yaşanan bir yangın sonucu semtin büyük kısmı yok olunca, darüşşifa da uzunca bir süre harap halde onarım bekledi. Darüşşifa yönetimi: 1890 yılında: Şehremanetine geçti ve tutuklu kadınlar, Sultanahmet’de yeni yapılan kadınlar hapishanesine nakledildi.

Çok harap durumda olan darüşşifa iyi bir onarım geçirdi ve yatak kapasitesi arttırılarak düşkünler yine kabul edilmeye başlandı. Ancak bu genişleme, bir süre sonra yine ihtiyacı karşılayamaz hale geldi ve bina yıkılarak, Avrupa’da revaçta olan pavyon sistemine geçilerek çok modern bir hastane yapıldı.

1894 yılına gelindiğinde: meydana gelen deprem sonucu bina büyük hasar gördü ve tahliye edildi. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, tekrar onarıma alınan darüşşifa: eklenen mutfak ve lojmanla birlikte, yeniden yönetim değiştirdi. 1911 yılında bina tamamen yenilendikten sonra, akıl hastalarına hizmet verilmeye başlandı.

Bu arada I. Dünya savaşının başlamış olması nedeniyle, yenilenme faaliyetleri ancak 1924 yılında tamamlanabildi. Arada 1918 yılında büyük bir yangın yaşanır ve bina yanarak yeniden harabeye dönüşür. Sonrasında tesis 1946 yılında yeniden onarıma alınır ve 1948 yılında hizmete açılır.

Haseki Hastanesi: yüzyıllar boyu kullanılan binasında olmasa da Sağlık Bakanlığı bünyesinde inşa edilen yeni binalarıyla günümüzde hizmet vermeye devam etmektedir.

Dürüşşifa bölümü ise: günümüzde hizmet içi eğitim yapılmak için, Diyanet İşleri Başkanlığına bırakılmıştır. Haseki Eğitim Merkezi adı altında müftü ve vaizlere eğitim verilmektedir.

Bu son bölümde: Darüşşifa’nın mimari özelliklerinden söz etmek istiyorum. Burası Osmanlı mimarisinde türüne rastlanmayan bir yapıya sahiptir. Giriş kapısının üstünde kitabe bulunmaktadır. Kitabenin son mısrasında “dürüşşifa nafi-i nas cihan” yazılıdır. İstanbul’un en eski hastanelerinden olan burası: sekizgen avluludur ve böylece arkadaki odaların da ışık ve hava alması sağlanmıştır.

Günümüzde, avluda Mimar Sinan’ın hastaların oturma ve beklemeleri için özenle yaptığı köşelerdeki camlar, kırık ve pis durumdadır. Bu yerler, bir tür eyvan oluşturmak için yapılmıştır. Avlunun köşelerindeki iki büyük eyvan, sonradan camlarla kapatılmıştır.

Sonuç

Haseki külliyesi: 1689, 1690, 1719, 1754, 1766 ve 1894 depremlerinde hasar görmüştür. Özellikle 1894 depremi: Haseki külliyesinin başından geçen en büyük felakettir. Bu depremde: Darüşşifa kubbelerinde çatlaklar oluşmuş ve yapı terk edilmiştir.

Deprem sonrasında külliye uzunca bir süre boş kalmıştır. 1918 yılındaki yangın da, Haseki Darüşşifası için gerçek bir felaket olmuştur. Külliye topluca 1948 yılında onarıma tabi tutulmuştur. Bu onarımda, eyvanları kapatan duvar kaldırılarak yerine demir doğrama bir camekan yapılmıştır ve avlu döşeme kaplaması mermere dönüştürülmüştür.

Darüşşifanın kuzeyindeki tonozlu mekan da bu onarımda eklenmiştir. 1960 yılında medrese onarımdan geçmiştir. Bu onarımda: kapı ve pencerelerin kırmızı renkli taş sövelerinin bu onarımda imal edildiği, taş bacaların bir bölümünün yenilendiği görülmüştür. Ancak günümüzde, Haseki Külliyesinin, bir bahar mevsimini hatırlatan ve şöhreti dilden dile dolaşan muhteşem çinilerinden hiçbir iz yoktur.

Çünkü bu eşsiz sanat eserlerini zaman değil insan eli tahrip etmiştir. Külliye, 1974 yılındaki genel onarımdan sonra turizm tesisi yapılması düşünülürken, halkın tepkisinden çekilinmiş ve Diyanet İşlerine bırakılmıştır.

kız taşı.6
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Kız Taşı
kız taşı.3
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Kız Taşı
kız taşı.4
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Kız Taşı

            

markianus sütunu.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Kız Taşı

 

KIZ TAŞI-AVRAT TAŞI-MARCİANUS SÜTUNU-ARKADİOS SÜTUNU

Cerrahpaşa semtinde: eski “Avrat Pazarı” mahallesinde, Kız taşı caddesindedir. Anıt: bir konutun bahçesinde, gözlerden uzak yıllarca durduktan sonra, ortaya çıkarılmıştır.

İstanbul şehrindeki Bizans döneminden kalma sütunlar

İstanbul şehrinde, Bizans döneminde şehri koruması için 24 adet tılsımlı sütun dikilmiştir. Bunlardan günümüze kadar ayakta kalarak gelebilenler: kız taşı sütunu, Çemberlitaş, Gülhane Parkındaki Gotlar sütunu ve Cerrahpaşa’daki Arkadios sütunudur.

Marcianus Sütunu

Fatih’de, Kıztaşı olarak isimlendirilen küçük bir meydanın ortasında, günümüze kadar ulaşmıştır. MS 455 yılında Bizans imparatoru Markianos adına Forum Amastrion’a dikilmiştir.

Markianos: Bizans döneminde İmparator I. Theodosius’la başlayan hanedanın son hükümdarıdır. Kendi zamanında, gerek ülkesini dış tehditlere karşı koruması ve gerekse ekonomik reformları sayesinde altın bir dönem yaşanmıştır. Ancak yine Markianos döneminde, Batı Roma, barbar hücumlarına karşı desteksiz kalmış ve yıkılmıştır.

Kızıl-gri granitten sütun, iki parçadır. Yapıldığında sütunun üzerinde bir kaide bulunduğu ve bunun üstünde de İmparator Marcianus’un bronz bir heykelinin bulunduğu, ancak 1204 yılındaki Haçlı-Latin istilasında, şehrin yağmalanması sırasında bunun da çalınarak İtalya’nın Bari şehrine götürüldüğü ve burada bulunan “Barletta” heykeli olduğu söylenmektedir.

Mermer kaidesi dört yüzlüdür ve her yüzündeki madalyonlar, Yunan haçları ile bezenmiştir. Kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası Nike kabartması nedeniyle, kız taşı olarak da isimlendirilir. Kaidede bulunan kitabesinde: Latince olarak yazılan yazıtın tercümesi “İste bu imparator Marcianus’un anıtıdır ki Tatianus bu eseri adamıştır”

Bu arada: bu sütunla ilgili bir efsaneden söz etmek istiyorum. Justinyen: Ayasofya’yı inşa ettirirken tılsımlı güçleri olan bir kız, buraya büyükçe bir sütun taşımaktadır. Derken, kızın karşısına, ruhani bir canlı yani cin çıkar. Taşı nereye götürdüğünü sorar.

Kız: Ayasofya’ya gittiğini söyler, ancak cin: geç kaldığını ve taşı boşuna taşımamasını söyler. Kız: taşı oracıkta bırakır ve durumu görmek için, bugünkü Sultanahmet Meydanına gelir. Cinin yalan söylediğini anlar. Fatih’e geri dönüp taşı götürmek ister, ancak sihirli güçlerinin artık işe yaramadığını fark eder. Taş da o günden beri “Kız taşı” olarak anılır.

Arkadios Sütunu yapılışı

395 yılında: Roma imparatoru I. Teodosius döneminde, imparatorluk Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Teodosius’un oğlu Arkadios’un Doğu Roma imparatorluğunun ve diğer oğlu Honorius Batı Roma imparatorluğunun başına geçti.

Henüz 18-19 yaşlarında bir delikanlı olan; babasının tersine güçsüz ve pısırık kişiliği olan Arkadios, temelleri atılan Bizans tarihinin ilk imparatoru olur. Hükümdarlık döneminde, İstanbul’a 3 önemli yapı kazandırır.

Bunlar: Arkadianai semtinde (günümüzdeki Sultanahmet civarı) bir hamam, eskiden “Avrat Pazarı” olarak bilinen (günümüzdeki Cerrahpaşa semti) yerde “Arkadios Forumu” adını taşıyan büyük meydan ki bu meydan Bizans döneminin ilk yıllarında şehrin merkezidir.

Burada: köle ticareti yapılır ve idam cezaları infaz edilirmiş ve 402 yılında bu meydanın ortasına diktirdiği büyük anıt sütundur. Çünkü: ilk Bizans imparatoru olan Arcadius: kendi adına, zaferlerini ilan etmek için Roma şehrindeki Trajan sütununa benzer bu anıt sütunu diktirmiştir. Sütunun tam olarak yerini gösteren eski çizimler, 1453 yılından sonra Fatih Sultan Mehmet’in ünlü portresini yapan İtalyan ressam Bellini’ye aittir.

arkadius sütunu.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Arkadios Sütunu

 

Arkadios Sütunu

Sütunun bulunduğu hafif tepelik bölgeye “Xerolophus” denirdi. Sütun 402 yılından kalmadır. İlk dikildiğinde, kayıtlarda yazılı yüksekliği 50 metredir. Çapı ise 4 metredir. Tepesinde: bir korint başlık ve bunun üstünde kare bir blok vardır. Bu blokun köşelerinde, dört adet, kanatlarını açmış melek heykeli görülür.

İlk dikildiğinde, üstteki kale blok üzerine, şehrin ufuklarını gözleyen, güzel bir peri heykeli konulmuştur. Evliya Çelebi’ye göre: İmparator Konstantin: sütunun tepesindeki peri heykelini kaldırtmış ve tehlike anında gözcüler tarafından çalınması için çanlar yerleştirmiştir.

10 Temmuz 421 tarihinde ise: Arkadios’un oğlu II. Teodosius imparator olunca: sütunun tepesine, babasının atlı bir heykelini koydurmuştur. Ancak, bu heykel: 740 yılındaki depremde, kuvvetli sarsıntıya dayanamaz ve yerinden koparak düşer. Ardından, sütunun tepesi boş kalır.

Yine tarihçilerin yazdıklarına göre: bir zamanlar 40 metre yükseklikte olan bu sütunun içinde bulunan helezonik bir merdivenle, tepesine çıkılırdı. İlk yapıldığında: sütunun üstünün: yukarıdan aşağıya kadar, Arkadios’un seferlerini anlatan kabartmalarla süslü olduğu söylenir. Bazı Osmanlı dönemi fotoğraflarında, sütunun üzerindeki motifler gayet güzel görülmektedir.

Kaidesi

Sütun dikdörtgen bir kaide üzerindedir. Kaide iri taşlarla örülü bir yüksek duvar şeklindedir. Kaidenin bir yüzü ve büyük kısmı, büyük bir ağaç tarafından gizlenmiştir. Diğer yüzleri ise, bitişik ahşap evin yanındadır. Kaidede: ünlü Zafer Tanrıçası Nike figürü görülür.

Kız taşı denilmesinin sebebi

Anıtın üstündeki kare blokun köşelerindeki melek yani kadın heykelleri nedeniyle, bu ismin verildiği söylenmektedir.

Bir başka söylentiye göre ise: sütun, altından geçen kızlara, bakire olup olmadıklarını fısıldarmış. İmparator II. İustinianus: baldızına bu oyunu oynamaya kalkınca, sütunun üstündeki heykel yerinden kırılarak devrilmiştir.

Yine bir söylentiye göre: eskiden bu sütunun önünden, bakire bir kız geçtiğinde: sütun hafifçe yana eğilirmiş.

Bir iddia daha, anıta kız taşı denilmesinin bir sebebi de: kaidesinde bulunan Yunan Zafer Tanrıçası “Nike” kabartmasıdır.

1204 yılı Haçlı İşgali

Ancak: sadece bir defa ve birkaç dakika için, sütunun tepesine bir imparator çıkarılır. 1204 yılında Haçlılar şehri ele geçirdiklerinde, zamanın Bizans imparatoru V. Aleksios’u bu sütünün tepesinden yani unvanına uygun yükseklikten aşağı atarak öldürürler.

Başka bir söylentiye göre: Haçlılar şehri ele geçirip yağmaladıklarında, bu sütunun üstünde İmparatorun heykeli vardır ve bu heykeli çalarak götürmüşlerdir. Günümüzde, bu heykelin İtalya’da Bari şehrinde bulunduğu söylenmektedir.

Sütunun tılsımlı olması

Bazı kaynaklara göre, Bizanslılar, bu sütunun tılsımlı olduğuna inanırmış. Evliya Çelebi de, bu sütunun tılsımlı olduğuna inananlardandır. Yazdıklarına göre: Hz Muhammed’in doğduğu gün, büyük bir deprem olur ve sütun parçalanır, ama tılsımlı olduğu için dağılmaz.

Evliya Çelebi, bununla da yetinmez ve başka tılsımlardan söz eder. Eski dönemlerde, sütunun üstünde duran kız heykeli yılda bir defa bir feryat koparır ki, civarda ne kadar kuş varsa önce pervane gibi bu sütunun etrafında döner, sonra bunlardan binlercesi ölüp sütunun dibine düşer, halk da bunları afiyetle yer.

Sonuç

İstanbul’u sarsan depremler, Arkadios sütunu da yıpratmıştır. Sonunda da iyice yana eğildiğinde, çevresindeki binaların üstüne düşebileceği için 1719 yılında Sultan III. Ahmet tarafından yıktırılmasına karar verilmiştir. Bir başka söylentiye göre: sütun uzun süre olduğu yerde durmuş, ancak üstündeki heykel: Lale devri Sultanı III. Ahmet tarafından indirtilmiştir.

Günümüzde görülen sütun: sadece 8 metre yüksekliktedir ve kaidesi 6 metre genişliktedir. Kaidenin büyük kısmı, bir ağaç tarafından gizlenmiştir.

1874 yılında, deniz tarafındaki kumluk alanda bulunan bazı kabartma mermer parçalarının bu sütuna ait olduğu söylenir ve bu parçalar, günümüzde Arkeoloji Müzesindedir.

Kaidenin içine: kaidenin yakınında bulunan evin kapısından geçilir. Buradan: harabe haldeki sütunun tepesine: merdivenle tırmanılarak çıkılır ve sütunun tepesinden: sütunun dibi ve üstündeki kabartmaların izleri görülebilir.

Burada belirtmek istediğim bir konu var. Yaptığım araştırmalara göre: Fatih semtinde Kız taşı olarak nitelendirilen bir tanesi İmparator Arkadios tarafından dikilmiş sütun ve bir tanesi de İmparator Marcianus tarafından dikilmiş sütunlardan söz ediliyor.

Ama her iki sütun hakkında anlatılanlar, söylentiler de aynı yere çıkıyor. Arada sadece küçük farklar olduğunu (örneğin sütunların yerleri ve kaidelerindeki yazılar gibi) öğrendim. Bu konuda bilgisi olanların yorum bırakmaları rica olunur.

bulgur palas.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Bulgur Palas

 

BULGUR PALAS

Cerrah Mehmet Paşa camisi yakınlarında, Marmara denizi manzaralı tepeye yapılmış: kirli kahverengi ve büyüklüğü ile dikkat çeken, ilginç bir binadır. Arkadius sütununun hemen karşısındadır.

Yapı: I. Ulusal Mimarlık Akımının 1912 yılında yapılan en güzel örneklerinden biridir. Binanın bir tarafının kırmızı tuğla, öbür tarafının sıva olması sebebiyle, yapışık iki bina gibi gözükmektedir. Cepheleri ve pencereleri, geniş bir alanı gördüğü belli olan büyük kuleleri vardır. Kuleleri ve tuhaf çatısı ile yüksekçe bir taş binadır. Çevresindeki diğer yapılardan farklı tasarımı hemen fark edilir. Yapının her tarafı, büyük yani yüksek duvarlarla çevrilidir. 

Bina: İstanbul Parlamentosunun Bolu milletvekili, savaş yıllarında bulgur ticaretinden zengin olan bulgur tüccarı Mehmet Habib Bey için, İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından yapılmış ancak bitirilememiştir. Yapı: ismini, sahibinin mesleğinden almıştır. İsminin “Palas” olarak nitelendirilmesinin sebebi: yapının sahibi Mehmet Bey’in, I. Dünya savaşı devam ederken karaborsa olarak sattığı bulgurdan dolayı inanılmaz zenginleşmesine karşılık verilen kinayeli bir isimdir.

Ancak Mehmet Bey bu binanın zevkini süremedi. Yani burası bulgur ambarı olarak yapılmamıştır. Çünkü: 1921 yılında ipoteklenen bina, 1926 yılında Osmanlı Bankasına devredildi. Gelelim bu olayların hikayesine:

Birinci söylenti: Kurtuluş savaşı sonrasında bina Mustafa Kemal Atatürk hükümetinin eline geçer ve onlar da binayı Osmanlı Bankasına bağışlarlar.

İkinci söylenti: Osmanlı Bankasının arşivindeki kayıtlara göre: Haziran 1921 tarihinde Emrullah Kardeşler Şirketi adına Selim Nuri Bey: Osmanlı Bankasına senet kırdırmak için başvurur. Ayrıca: yine firması için, İnebolu ve Samsun’daki mallarına karşılık avans ister. Bolu mebusu, Mehmet Habib Bey, borcuna kefildir ve kendisine ait bulgur palas denen yapıyı ipotek eder.

Banka: inşaatı bitmemiş bulgur palas denen yapıyı ipotek olarak kabul eder. Fazla uzatmadan, elbette borç ödenmez ve Osmanlı Bankası, yapıyı ihaleye çıkarır ve ihale sonucunda, 1926 yılında yapının sahibi olur. Banka tarafından alınan kararla: İstanbul’un ticaret merkezlerine uzak, yolları dar, ulaşımı zor ve fakir bir mahallede inşa edilen yapının tamamlanması ve kullanılır hale sokulması ve sanatoryum veya hastaneye dönüştürülmesi için karar alınır.

Ancak bunun için büyük yatırım yapmak gerektiği ortaya çıkınca vazgeçilir ve banka burayı: arşiv ve banka çalışanları için konut olarak kullandı. 6-7 Eylül olaylarında bina tahrip edildi. Bu olaylardan sonra, fazla bakım da görmeyen bina çürümeye terk edildi.

Bina: 1920’lerde Osmanlı Bankası mülkiyetine geçmiş ve uzun yıllar, bankanın arşivi olarak kullanılmıştır. Arşiv, daha sonra Osmanlı Bankası Müzesine taşınınca ve Osmanlı Bankası Garanti Bankası tarafından satın alınınca bu bina da Garanti Bankası mülkiyetine geçmiş ve günümüzde kullanılmayıp, boş olarak durmaktadır. Yapının üst katından, harika bir deniz manzarası izlenir. Son aldığım bilgilere göre: binanın turistik tesis olarak kullanılması düşünülüyormuş.

cerrahpaşa külliyesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Cerrahpaşa Külliyesi

CERRAHPAŞA KÜLLİYESİ

Külliye: Cerrah Paşa tarafından, 1593-1594 yılları arasında, Mimar Sinan’ın halefi yani yetiştirdiği öğrencisi mimar başı Davut Ağa tarafından: cami, kütüphane, türbe, sebil, şadırvan, çeşme ve hamamdan oluşan bir külliye şeklinde yapılmıştır. Ancak günümüzde Aksaray-Kocamustafa paşa caddesi, medrese ve külliyenin diğer yapılarını birbirinden ayırmıştır.

Cerrah Paşa: bu külliyeyi, sadrazam olmadan önce yaptırmıştır. Çünkü sadrazamlığı süresince hasta yatağından dışarı çıkamamıştır. Külliyeden günümüze sadece hamam ulaşmamıştır. Çünkü 1598 yılı yapımı çifte hamam: 1908-1910 yılları arasında ortadan kaldırılmıştır. Çünkü külliyenin tamamı, 1894 yılındaki depremde hasar görmüş, 1958-1960 yılları arasında onarım görmüştür.

cerrahpaşa camisi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Cerrahpaşa Camii

Cami

Cami, yüksek bir tepede bulunduğundan, arka taraftaki bahçesinden, Marmara denizinin panoramik manzarası izlenebilir. Böylece cami için yer seçiminde ne kadar isabetli davrandığı anlaşılmaktadır. Cami dönemin ünlü mimarı Mimar Sinan’ın halefi Davut Ağa’nın eseridir. Davut Ağa, bu camiyi bitirdikten sonra, Eminönü’ndeki Yeni Cami inşaatına başlamıştır. Ama kısa süre sonra vebadan ölmüştür. Caminin giriş kapısındaki Arapça kitabede “Mescidi mustahseni erkane” yani “Her şeyi ile beğenilmiş mescit”  ve yapılış tarihi olarak 1593 yılı yazılıdır.

Klasik Osmanlı tarzındadır. Kesme küfeki taşından inşa edilmiştir. Kütlesel estetiği çok güzeldir. Camiye: tak şeklinde ve iki yanlarında birer niş bulunan, üstü stelaktitli muhteşem güzel bir kapıdan girilir. Kare planlıdır, ortada büyük ve yanlarda altı yarım kubbeyle örtülüdür. Basıkça olan merkezi kubbesi 13 metre çapında ve 18 pencereli bir kasnağa oturmakta ve bunu da altı fil ayağı üzerindeki kemerler taşımaktadır. Kubbe geç dönem kalem işleriyle süslüdür. Merkezi kubbenin yanlarında, etrafı pencereli kubbeler vardır.

Minber: geometrik desenlerle süslüdür ve döneminin en önemli yapıtlarından sayılmaktadır. Caminin son cemaat yerinde: sekiz antik sütun bulunur. Tek minarelidir. Minare gövdesi: onaltıgendir. Şerefedeki şebekeli mermer korkuluklar, devrinin özelliklerini taşımaktadır. Mihrap mahalli dört köşeli ve dışa çıkık durumdadır. Mihrap ve minberi: mermer yontuculuk sanatının güzel örneklerine sahiptir.

Mihrap da: imam yüzü hizasında, yeşil bir çini vardır. Mihraptaki çininin Ravzayı Mutahhara’yı (Hz Muhammed’in Medine’deki türbesi) çağrıştırdığı kabul edilmektedir. Camiye 1767 yılında yani yapımından 169 yıl sonra güneş saati konulmuştur. Yüksek konumdaki bu güneş saati dış etkenlerden uzak kaldığı için sağlam olarak günümüze ulaşmıştır. Güneş saati, Kutup Yıldızını gösterecek şekilde yapılmıştır. Cami hakkında anlatılan bir söylenti vardır.

Buna göre: 1660 yılındaki büyük yangında, cami içine sığınanlarla birlikte yanmış ve ertesi yıl tamir edilmiştir. Bu olay: Ayvansarayı tarafından yazılmıştır. 1196 yılındaki yangında, cami yeniden zarar görür. Caminin yıkılan minaresi, 1820 yılında yeniden yapılır. 1894 yılındaki deprem ise, bu camiyi yeniden harap eder. Minaresi, son cemaat yeri ve kubbeleri tamamen çöker. Minare: 20’nci yüzyıl başlarında taş külahlı ve değişik bir üslupla yeniden yapılır.

Fakat son cemaat yeri olduğu gibi bırakılır. Uzun yıllar boyunca, son cemaat yerinde, demir kirişlerle birbirine bağlanmış mermer sütunlar görülür. 1958 yılında yeniden bir tamir süreci yaşanır. 1982 yılında ise, kubbeler tamir edilerek son cemaat yeri yeniden düzenlenir. Caminin bahçeleri de bakımlı değildir ve bahçede Bizans dönemi sarnıcı ve başka bir yapının izleri yani yıkıntıları görülür.

Medrese

Caminin kuzeyindeki medrese: Klasik Osmanlı medresesi planındadır. Medresenin önünde, kapısı yola bakan ve üstü açık küçük bir giriş avlusu bulunur. Esas avluya girişi sağlayan kapıya 8 basamaklı bir merdivenle çıkılır.

Ortadaki kare avlunun çevresini, her yönde; başlıkları baklavalı dörder sütunun taşıdığı tuğla kubbeyle örtülü revaklar çevirir. İçte revakların arkasında, yine kubbe örtülü olan hücreler vardır. Restore edilmiş olan medrese, günümüzde Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin “Tıp Tarihi Bilim Dalı Araştırma Merkezi ve Müzesi” olarak kullanılmaktadır.

Şadırvan

Avlunun kuzeybatısında, mermer havuzlu ve onaltı köşelidir. Üstü açıktır.

Türbe

Caminin hemen yan tarafında, avluda ve sokak üstündeki türbe: sekiz köşeli, kubbeli, iki dizi pencereli bir yapıdır ve semte ve hastaneye ismini veren ve 1604 yılında vefat eden Cerrahpaşa ve 3 oğlu yatmaktadır. Türbenin batısında, kare planlı ve kiremit çatılı “muvakkithane” binası (zamanı ölçmek için yapılmış yapılara denir) bulunur.

haseki bostan hamamı.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Bostan Hamamı

 

HASEKİ BOSTAN HAMAMI

Haseki Hürrem külliyesi yakınında, Hekimoğlu Ali Paşa caddesi üstündedir.

Yapı: Fatih döneminden kalmadır. Hürrem Sultan tarafından: Mimar Sinan’a onarımı yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in, bu hamamda “Dellak Dede” eliyle yıkandığı rivayet edilmektedir.

16’ncı yüzyılda ise: Hürrem Sultan’ın özürlü kızı Mihrimah Sultan, kimselere görünmemek için burada; annesinin yaptırdığı büyük hamamda tek başına yıkanırmış. (Söylenenlere göre: tek memesi yoktur) Hamamda “Şeftali kurnası” denen bölüm: Mihrimah Sultana aitti. Hamam hakkındaki söylentilerden söz etmek istiyorum:

Evliya kurnası: kısmeti çıkmayan kızlar, bu kurnada yıkanır, abdest alır ve dua ederse: hemen kısmeti çıkarmış. 1900’lü yılların ortalarında, bu olay mum dikmeye kadar varınca, işletmeciler buna son verdirdiler.

Demir hindi şerbeti: 1910 yılına kadar, Sultan II. Abdülhamit’in son dönemi ve Meşrutiyetin ilk yıllarında: Şerbetçi Rüstem Ağa, İstanbul’un en lezzetli demir hindi şerbetini yapar ve hamamın kapısında satarmış. İstanbul’un birçok yerindeki insanlar, sırf bu şerbeti içmek için bu hamama gelirlermiş. Zengin, fakir hamama girenler yıkanıp çıktıktan sonra, mutlaka bir bardak şerbet içerlermiş.

bayrampaşa külliyesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Sadrazam Bayrampaşa Külliyesi
sadrazam bayrampaşa külliyesi.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Sadrazam Bayrampaşa Külliyesi

 

SADRAZAM BAYRAMPAŞA KÜLLİYESİ

Cerrahpaşa caddesi yakınlarında, Haseki hastanesinin hemen bitimindeki Haseki caddesi üzerindedir.

İstanbul Davutpaşa’da doğan Bayram Paşa: Yeniçeri ocağında yetişti. Sultan I. Ahmet’in kızlarından Hanzade Sultan ile evlenerek Saraya damat oldu. Ardından: Mısır Valiliği, Rumeli Beylerbeyliği ve İstanbul Kaymakamlığı yaptı. 1637 yılında ise Sadrazam oldu. Bayram Paşa, sadrazamlığı sırasında Şair Nefi’yi idam ettirmesiyle hatırlanır.

Sultan IV. Murat: Nefi’den bir daha hicviye yazmamasını istemesinden sonra Nefi, sözünü tutmamış ve Sultan IV. Murat’ın eniştesi Bayram Paşa’yı hicvetmiştir. Bayram Paşanın isteği üzerine, Padişah, Nefi’yi idam ettirmiştir. Şair Nefi, Bayram Paşanın evinde öldürüldükten sonra, cesedi Sarayburnu’ndan denize atılmıştır.

Sadrazam Bayram paşa: Eylül 1638 tarihinde, Urfa yakınlarında Celab mevkinde Bağdat seferi sırasında beyin kanamasından ölmüştür. Cesedi İstanbul’a nakledilmiş ve Avratpazarı mezarlığına defnedilmiştir.

Külliye: 1634 yılında dönemin Hassa baş mimarı Kasım Ağa tarafından yapılmıştır. Banisi: Sultan I. Ahmet’in damadı Bayram Paşa’dır. İstanbul’un bir semtine de ismini veren Bayram Paşa: aynı zamanda Sultan IV. Murat’a da Sadrazamlık yapmış ve 1639 yılında Bağdat’ın alınması sırasında şehit düşmüştür. Külliyede: cami, medrese, mektep, mescit, tekke, türbe ve sebil vardır. Tüm külliye yapıları: sokak dokusuna uygun, asimetrik bir plan içinde yerleştirilmiştir.

Cami

Külliyenin başyapıtı olarak kabul edilir, kalem işleri ve ayetlerle süslenmiştir.

Sebil

Sol tarafta, köşede parmaklıklı açıklığı olan güzel bir sebil vardır. Sebilin üzerindeki kitabede, yapım yılı olarak 1634 yazılıdır.

sadrazam bayrampaşa türbesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Sadrazam Bayrampaşa Külliyesi Türbe

Türbe

Sebilin hemen arkasında ise, caminin banisine ait, küçük bir cami görünümlü, saray gibi bir türbe bulunur. Türbede, Bayram Paşa, tek başına yatmaktadır. Burada bir ayrıntıdan söz etmek istiyorum. Türbenin çinileri 1990’lı yıllarda çalındı, ancak daha sonra bulunarak yerlerine yerleştirildi.

Mescit

Duvarlarla çevrili bahçe ve mezarlığın ötesinde, üç yandan derviş tekkesinin revaklı odalarıyla çevrili mescit bulunur. Dikdörtgen ve büyük bir bina olan ve kesme  taştan yapılan mescit aynı zamanda Semahanedir.

sadrazam bayram paşa medresesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Sadrazam Bayrampaşa Külliyesi Medrese

Medrese

Medrese: Osmanlı mimarisinde en eski medrese stili olan İznik medrese mimarisi etkilerini içermektedir. Ortada kare bir avlu vardır. Bu avlunun üç tarafından sütunlu revaklar bulunur. Revakların arkasında, kubbelerle örülmüş medrese hücreleri vardır. Bu kare mekanın, girişi batı bölümdedir. Girişin karşısında ise, mescit ve dershane binası bulunur. Günümüzde: Diyanet Eğitim Merkezi olarak kullanılmaktadır.

Tekke

Tekke ilk kurulduğunda “Kadiriye Tekkesi” olarak kurulmuştur. Daha sonra, 18’nci yüzyıl başlarında, “Bayramiye Himmetiyle” tarikatı tarafından kullanılmıştır. Yüzyılın sonunda ise “Halvetiye Sümbüliye” tarikatına ev sahipliği yapmıştır. 19’ncu yüzyıl itibarıyla tekrar “Kadiriye” tekkesi haline gelmiştir.

Bu tekke: yazılı kaynaklarda “Kadem-i Şerif Tekkesi” olarak geçmektedir. Çünkü: tekkede: bir zamanlar Üveys-el Karani’ye ait olduğu söylenen bir arakiye ve Hz Muhammed’in ayak izi muhafaza edilmektedir. Evet, tekke külliyenin batı kısmındadır. Kapı: Haseki caddesine cephelidir.

Bu kapıdan girildiğinde: türbe, sebil ve tekkeye ulaşılır. Tekke: arsanın güney ve doğu kesiminde, L biçimlidir. Tekkede: 10 adet derviş hücresi bulunmaktadır. Derviş hücreleri: medrese hücrelerine benzer. Ancak aradaki fark, penceresiz olmalarıdır. Bu hücrelerde ocak da bulunmaz. Büyük olasılıkla, bu yapı tarzı, tarikat yaşamında içe dönük yapımın göstergesidir.

Sıbyan Mektebi

Son onarımlarda yıkılmış olan mektebin kagir alt yapısı hala durmaktadır. Caddeden merdivenle çıkılan kısmı ayaktadır. Ama Sıbyan Mektebi kütlesi yok olmuştur.

 

Tevhidhane

Avlunun güney kısmında, bağımsız bir kütle olarak yapılmıştır. Girişi kuzeye bakar. Külliye giriş kapısı ve Tevhidhane kapısı karşılıklıdır.

 

Arasta

Kuzeyde bulunan hücrelerin altında, cadde kodundan yararlanılarak yapılan dükkanlar bulunur. Bu dükkanlar: beşik tonoz örtülü ve dikdörtgen planlıdır.

Sonuç

Külliye, 18’nci yüzyıldan günümüze kadar birçok onarım geçirmiş ve Sıbyan Mektebi dışındaki diğer yapılar sağlam olarak günümüze ulaşmıştır. Külliye yapıları: en son olarak: 1968-1973 yılları arasında Vakıflar İdaresi tarafından restore edilmiş ve günümüzde “Kadınlar Dayanışma ve Yardımlaşma Vakfı” olarak kullanılmaktadır. Belli dönemlerde, burada halka gıda yardımında bulunulmaktadır.

gevher sultan medresesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Gevher Sultan Medresesi

 

GEVHER SULTAN MEDRESESİ

Cerrahpaşa caddesi üstünde, Cerrahpaşa camisinin karşısındadır. Medrese: Sultan II. Selim’in kızı ve Kaptan-ı Derya Piyale Paşa’nın eşi Gevher Han Sultan tarafından, 1568 yılında inşa ettirilmiştir. Burada ilgi çekici bir husus var. Gevher Sultan, kocası öldükten sonra Cerrah Mehmet Paşa ile evlendirilmiştir.

Medresenin Cerrahpaşa camisinin karşısında bulunması, bununla açıklanabilir. Yapının güzel kapısı ve duvarları, yol boyunca uzanmaktadır. Yalın kapısındaki kemer biçimleri ilgi çeker. İçinde kubbeli 16 göz oda vardır. Kuzey yanda ise, yapının 12 göz pencereli duvarı bulunur.

Bu duvarın yüzünde, kubbelere bağlanan saçaklar, kirpi saçak türüdür. Kubbelerin yanlarında da şirin görünümlü bacalar bulunur. Yapı uzun süre harap durumda kaldıktan sonra, 1970’lı yıllarda “Tıp Tarihi Enstitüsüne” tahsis edilmiş ve günümüzde: bir yardım derneği tarafından kullanılmaktadır.

Davut paşa külliyesi.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Davut Paşa Külliyesi

DAVUT PAŞA KÜLLİYESİ

Hekimoğlu Ali paşa caddesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin tam karşısındaki Davut Paşa Medresesi sokağındadır. Bölge: 1829 yılında, Sultan II. Mahmut döneminde, Yeniçeri ocaklarının yerine kurulan ve Avrupa’da kilere benzeyen kışlalarıyla modern ordunun eğitim yaptığı yerdir.

Günümüzde üniversite kampüsü olarak kullanılan alandaki tarihi kışla harabeleri: 1972 yılında eski eser olarak tescil edilmesine rağmen, 1985 yılında gıda toptancılarına tahsis edilmiştir. Davut Paşa: Sultan II. Beyazıt’ın emrinde: 1482-1497 yılları arasında Sadrazamlık yapmış ve 1485 yılında bu külliyeyi yaptırmıştır.

Külliye: cami, medrese, sıbyan mektebi, türbe, imaret ve hamamdan oluşmaktadır. Özellikle: gezgin dervişlerin gecelediği odalar çok etkileyicidir.

davut paşa camisi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Davut Paşa Camii

Cami

1485 yılında yapılmış cami, İstanbul’da Osmanlı dönemine ait, en eski anıtsal mimari örneğidir. Caminin mimarisi: Osmanlı mimarisinin Bursa ekolü düzeneğini içeren ters “T” modelidir. Zaten, camiye tepeden bakıldığında, ters duran bir “T” harfine benzetilir. Caminin kitabesi: Beyazıt caminin de yazılarını yazan, hattat Şeyh Hamdullah’a aittir.

Bu kitabede: mavi zemin üstüne, kahverengi palmetler ve yanlarda altın yaldızlı yazılar görülür. Girişten sonra, ana mekanı enlemesine genişleten, yan hücreler bulunur. Son cemaat yerinde 6 sütun vardır. Ortadaki 2 sütunun başlıkları: mukarnas ve diğer sütunların başlıkları ise baklava şeklindedir. Çünkü bu iki tür süsleme şekli: Osmanlı mimarisinde yüzyıllar boyunca kullanılan özelliklerdir.

Ön bahçede: kırık dökük sütun gövdeleri ve başlıkları görülür. Cami yapısında: en büyük özellik, güzel ve basık kubbedir. Yarım kubbe yoktur. Kubbenin pandifleri: olağanüstü güzelliktedir. Bunlar: derin oymalarla biçimlendirilmiş ve duvarların köşelerinde, aşağıya kadar indirilmiştir.

Sıbyan Mektebi

Külliyenin yapılarından olmasına rağmen günümüze ulaşmamıştır. Günümüzde görülen lisenin bulunduğu yerdeydi. Bu okul: Galatasaray Mektebinden sonra, İstanbul’daki en eski okul olarak önem kazanmıştı ve buradaki eğitim, 1485 yılında başlamıştı. Ancak mektep binası, 1894 yılındaki depremde hasar görür ve çatısı çöker.

Medrese

Kuzeydeki dar sokakta, külliyenin tamamen evlerle çevrelenmiş medresesi bulunur. Şehirdeki en eski medreselerden biridir. Avlusunda Bizans sütunları kullanılmıştır. Üç cephesinden her birinde: ocakları olan dershaneler görülür. Medresenin avlusu: Bizans sütunları ve sütün başlıkları ile süslüdür. Duvarlardaki freskler bakımsızlıktan solmuştur.

Türbe

Caminin avlusundaki türbe, sekizgen planlıdır ve kıble yönünde yapılmıştır. Klasik stil pencere düzenekleri, türbeye oldukça hoş bir görünüm kazandırmıştır. Giriş revağı: iki sütun üstündedir. Bahçedeki mezar taşları güzellikleriyle ilgi çeker.

hekimoğlu ali paşa camisi.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi

HEKİMOĞLU ALİ PAŞA KÜLLİYESİ

Davutpaşa camisinin yaklaşık 200 metre ilerisinde, aynı isimle bilinen cadde ile Koca Mustafa Paşa caddesi arasındadır.

Ali Paşa: Nuh Efendinin oğludur. Nuh Efendi: Venedik asıllı İtalyan’dır ve Padova Üniversitesinde tıp öğrenimi aldıktan sonra, İslamiyet’i kabul edip İstanbul’da hekim olarak çalışmaya başlamış, Sultan II. Mustafa döneminin Saray Hekimbaşısıdır. Annesi Türk asıllı olup Safiye Hanımdır. Ali Paşa: Sultan I. Mahmut’un 15 yıl Sadrazamlığını yapmıştır.

Anadolu Beylerbeyi olarak Kütahya’da bulunduğu sırada 1758 yılında hastalıktan ölür. Ancak bir söylentiye göre ise, hizmetinde çalışanlar tarafından zehirlenmiştir. Külliye: Sultan I. Mahmut’un dördüncü saltanat yılına rastlayan, ilk sadrazamlığı zamanında, 1735 yılında mimar Çuhadar Kayserili Ömer Ağa ve Hacı Mustafa Ağa tarafından yaptırılmıştır.

Tüm yapı birimlerinde: barok stil özellikleri görülür. Klasik Osmanlı mimarisinin en son eseri olan külliye: sadece mimari yönüyle değil, güzel sanatlar tarihi bakımından da önemlidir. Külliyenin kapı üstlerindeki manzumeler, çoğu Nedim’in çağdaşı olan Vehbi, Şair Hıfzı, Şair Nevres, Refi, Mehmet, Şair Münif, Ragıp Mehmet Paşa ve Şeyhülislam İshak Efendi’ye aittir. Yazılar, büyük hattatlar tarafından yazılmıştır. Bunlar arasında Cihangirli Mustafa önde gelir.

hekimoğlu ali paşa camisi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi Camisi

 

Cami

Cami: sarnıçlı bir temel üzerine, yüksek bir platforma oturtulmuştur. Cami yapılmadan hemen önce, burada Abdal Yakup Tekkesi bulunduğu söylenmektedir. Ali Paşa: babası Hekimbaşı Nuh Efendinin kabrine yakın olduğu için, bu alanı uygun bulmuştur. Cerrahpaşa camisinin tam bir kopyasıdır. Ancak onun tersine, biraz zayıf ve kişiliksiz kalır.

Hatta: soluk çini kaplamalar bile, bu kişiliksizliği yumuşatamaz. Çiniler: Türk işidir ama eskisi gibi İznik değil, Tekfur Sarayındaki yeni çini atölyelerinde üretilmiştir. Bu çinilerin en büyük özelliği: sırların mavimtırak bir renk alması, sarının fazlaca kullanılmasıdır. Yapının geneli incelendiğinde: klasik ve barok üsluplar görülür. Üç avlu ve üç kapı vardır. Ana giriş kapısı: rokoko öğeler ve geleneksel oymalarla süslenmiştir.

Avlu girişinde, kapı üstünde, Ragıp Paşa tarafından yazılan Türkçe kitabede, caminin yapım tarihi olarak 1734 yılı yazılıdır. Mimar olarak ise Ömer Ağa isimleri geçer. Kubbe: altıgen planlı olacak şekilde, bir ayak sistemi üzerine oturmuştur. İç mekan: 18’nci yüzyıl Tekfur Sarayı çinileriyle döşenmiştir. Bu çiniler: tüm mekanın duvarlarını, pencerelerin üst hizasına kadar kaplar. Yan duvarlarda: 16 çini plaka üstüne “Kabe” manzarası resmedilmiştir.

İç mekan kemerleri: klasik ve sivri modellidir. Vaiz kürsüsünün ahşap işçiliği ve mermer minberdeki zarif oymalar gayet güzeldir. Mihrap bölümü: dışarıya çıkıntı yapar. Sol duvar üstünde: Hünkar Mahfili bulunur. Minare: caminin ince ve zarif minaresi, uzun servi ağaçları ve yaşlı çınarlarla kaplı bahçede, son derece çekici görünür.

Türbe

Hazirede bulunan türbe: 1745 yılı yapımıdır. Yapı: iki kubbelidir. Türbede: Hekimoğlu, karısı Muhsine ve oğlu yatıyor. İkinci kubbenin altında, bir zamanlar burada olduğu söylenen zaviyenin kurucusu Abdal Yakub ve Şeyh İbrahim yatmaktadır. Avlu cephesi ahşap sundurmalı olan türbenin kapı alınlığında, talik yazılı kitabe vardır. Avluda su terazisi ve bir kuyu bulunur.

hekimoğlu ali paşa.kütüphane.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi Kütüphane-Uygulamalı Türk-İslam Sanatları Kütüphanesi

 

Kütüphane-Uygulamalı Türk-İslam Sanatları Kütüphanesi

Külliyenin kütüphane bölümü: avlunun köşesindedir. Vakfiyede kütüphanede kaç kitap vakfedildiği belirtilmemiştir. Ancak personel kadrosu incelendiğinde, kütüphanenin oldukça zengin bir koleksiyona sahip olduğu söylenebilir. Şeyh Mehmet Rıza Efendi, 1740 tarihinde zengin bir koleksiyonu, bu kütüphaneye bağışlamış ve kitapların bakımı için ek personel tayin edilmiştir. 

Kitapların bulunduğu bölüm: merdivenle çıkılan bir kafes gibi yapılmış olup, bu yapı, daha önce görülmemiştir. Alt bölüm: tünel şeklinde, sivri kemerli bölümdür. Üst bölümde, 4 kemer üstünde yükselen dikdörtgen bir kubbe vardır. Kütüphane: Cumhuriyet döneminden önce Millet Kütüphanesine ve 1962 yılında ise Süleymaniye kütüphanesine nakledilmiştir. Ancak; kitaplar taşınmasına rağmen, saklandıkları, parmaklıklı, boyalı ahşap kafesler hala durmaktadır.

Duvarların üst kısımları: zarif çiçek desenli friz çerçeveler ve tonozu çiçek desenli madalyonlarla süslüdür. Kütüphaneye giden merdivenlerin tepesindeki sütunlu revakta: tüm külliye gayet güzel görülmektedir. Buranın yazıları da hattat Mustafa Efendi tarafından yazılmıştır. Yandan merdivenlerle çıkılan üst kat: günümüzde “Türk İslam Sanatı Kitaplığı” olarak kullanılmaktadır. Burada: 10 yıldan bu yana, İslam ve Türk sanatları, tatbiki olarak öğretiliyor.

Bunlar arasında: hat, tezhip, ebru, minyatür, katı, musiki ve Osmanlı Türkçesi dersleri bulunmaktadır. Kütüphanenin fevkani kitap dolapları, İslam-Türk sanatlarını havi yüzlerce ansiklopedi, atlas, albüm, fotoğraf, kitap, dia, CD ve el yazması eserleri muhafaza ediyor. Bunlar kursiyerlerin ve araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır.

İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki  Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi Sebili

Sebil

Külliyede, girişte bir sebil vardır. Sebil: güzel barok sitili ve harika madeni şebekeleriyle dikkat çeker. Yani, metal işçiliği muhteşem güzeldir. Beş bronz parmaklığı vardır. Üst kısmında: uzun kitabe ve rokoko tarzı asma, çiçekler ve gül bezek oymaları bulunan zarif bir fresk vardır.

tıp fakültesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Cerrahpaşa Tıp Fakültesi-Cerrahpaşa Hastanesi
hastane.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Cerrahpaşa Tıp Fakültesi-Cerrahpaşa Hastanesi

 

CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESİ-CERRAHPAŞA HASTANESİ

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinin Cerrahpaşa kısmında bulunan ilk binası: Belediye tarafından satın alınıp 80 yatakla, 1911 tarihinde hizmete açılan Taküyiddin Paşa Konağıdır.

Ahşap olan bu bina, zamanla ihtiyaca cevap vermeyince yıkılarak, yerine günümüzdeki idare binası ve 150 yataklı yeni klinik yaptırıldı ve 1912 yılında hizmete açıldı. Belediye, zamanla yaptığı istimlaklar ile hastaneyi genişletmeye devam etti. 1930 yılında İç Hastalıkları kliniği hizmete girdi. 1938 yılında Farmakoloji ve Tedavi Kliniği inşa edildi. 1967 yılında Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı ile Çocuk Kliniğinin bulunduğu binalar tamamlandı.

14 Aralık 1930 tarihinde, Cerrahpaşa Hastanesini ziyaret eden Atatürk, şimdiki Dekanlık binasının balkonunda oturarak görüşünü “Bu hastane at nalı şeklinde sahile kadar uzanmalıdır” sözleriyle dile getirmişti. Atatürk’ün dediği gerçekleşmiş ve hastane sahile kadar inmiştir.

Evet, bu dev hastane külliyesi günümüzde bünyesinde birkaç eser barındırmaktadır. Şimdi bunları görelim;

şahsultan camisi.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Şah Sultan Camii

Şah Sultan Cami

Cerrahpaşa hastanesinin sınırları, 1981 yılında genişletilince, bu cami, hastane bahçesi içinde kalmıştır. Cerrahpaşa hastanesi sınırları içindeki dört camiden biridir. Hakim bir tepeye inşa edilmiş olması nedeniyle, Marmara’ya karşı manzarası vardır. Cami: Yavuz Sultan Selim’in kızı, Sadrazam Lütfi Paşanın eşi Şah Sultan tarafından, 1528 yılında yaptırılmıştır. Kendi türbesi, Eyüp Cami civarındadır. Caminin bahçesinde 1983 yılında, sekiz musluklu bir mermer şadırvan yaptırılmıştır.

Caminin mihrabı alçı, minber ve kürsüsü ahşaptır. Minaresi caminin sağ tarafındadır. Doğu tarafında ise ağaçlıklı, loş ışıklı bir yerde hazire vardır. Burada bulunan çeşitli kabirler arasında Melami Şeyhlerinden Hüseyin La-Mekani’nin kabri bulunmaktadır. Uzun yıllar bakımsızlık nedeniyle harap durumda olan cami, 1953 yılında tamir ettirilmiştir. Ancak kubbeli olan yapı, bu tamir sonucu düz tavanlı ve çatılı hale getirilmiştir. Yalnızca temelleri kalmış olan son cemaat yeri de 2 katlı olarak yeniden yapılmıştır. Cami: 1981-1982 yılları arasında yeniden tamir görmüştür.

Çavuşzade Mustafa Cami

Bu güzel ve küçük cami, Mimar Sinan eseridir. Cami: minberini bağışlayan Çivicizade kızı Ümmü Gülsüm adıyla da anılmaktadır. Yapı: kagirden, düz çatılıdır ve yüksekçe bir zemin üstünde durmaktadır.

Ancak bu caminin orijinalinden günümüze sadece turuncu renkli ve çok şirin minaresinin bir kısmı kalmıştır. Diğer bölümler yenilenmiştir. Caminin yanında 1847 yılı yapımı Muhasip Beşir Ağa çeşmesi görülür. Diğer yanında ise, Bizans işi olduğu tahmin edilen bir duvar ve tuğla kemer kalıntısı vardır.

tıp tarihi müzesi.1
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Cerrahpaşa Tıp Tarihi Müzesi
tıp tarihi müzesi.2
İstanbul Cerrahpaşa ve Haseki Cerrahpaşa Tıp Tarihi Müzesi

 

CERRAHPAŞA TIP TARİHİ MÜZESİ

Müze: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi eski dekanlık binasındadır.

1933 yılında, Atatürk’ün gerçekleştirdiği Üniversite Reformu ile: Türkiye’de ilk defa İstanbul Üniversitesi bünyesinde Tıp Tarihi Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü bünyesinde bir koleksiyon oluşturulması için, ilk defa tıpla ilgili dokümanlar ve malzemeler toplanmaya başlamıştır. Ardından, çeşitli kurumların katkılarıyla 28 Mayıs 1985 tarihinde Cerrahpaşa Tıp Tarihi Müzesi açılır. Müzede: Türk Tıp Tarihine ait çok zengin materyaller bulunmaktadır.

Koleksiyonun en eski eseri: MÖ 4’ncü yüzyıla tarihlenen toprakaltı buluntulardır. Bunlar arasında: yüzyıllar öncesinde Anadolulu hekimlerin kullanmış oldukları: 12 adet bronz spatül, bistüri, pens, küvet gibi antik tıp aletleri bulunmaktadır. Müzenin  duvarları oyularak yerleştirilmiş olan vitrinlerde: geçen yüzyılın mikroskoplarından, enjektör aletlerine kadar bir yığın malzeme sergilenmektedir. Ayrıca: geçmişin önemli hekimlerine ait şahsi eşyalar, madalyalar, dişçi aletleri, reçeteler, kitaplar ve daha birçok değişik malzeme müzenin envanterinde kayıtlıdır.

İstanbul günlük gezi planı hakkındaki yazım için.

 

İstanbul Fatih

fatih camii.0
İstanbul Fatih

Burası, İstanbul’da tarihi yarımadanın en eski yerleşim yeridir. Semt ismini: İstanbul’u fetih eden Sultan II. Mehmet’in ismiyle anılmaktadır.

2009 tarihinde, Tarihi Yarımadanın iki ilçesi (Fatih ve Eminönü) Fatih adı altında tek bir ilçeye dönüştürülmüştür.

Kuzeyinde Eyüp, kuzeydoğusunda Haliç, güneyde Marmara, batıda Zeytinburnu ve kuzeybatıda Bayrampaşa ilçeleriyle komşudur. Tarihi yarımadada Fatih, sur içi denen bölgede yer alır ve ilçenin 57 mahallesi vardır.

Fatih, sahip olduğu özellikler dolayısıyla ilk İstanbul veya Asıl İstanbul olarak anılır.

Tarihi yarımada Fatih: Roma imparatorluğunun en önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Ayrıca 1058 yıl Bizans’a ve 469 yıl Osmanlı devletine başkentlik yapmıştır. Bu yüzden, Tarihi Yarımada’da bu üç önemli medeniyete ait çok önemli eserler bir arada görülebilir. Hatta, Yenikapı’daki Marmaray projesi çalışmaları sırasında bulunan bulgular, ilçenin tarihinin 8500 yıl öncesine kadar gittiğini göstermektedir.

7 Tepe

Tarihi yarımada 7 tepe üzerinde kurulmuştur. Bu 7 tepenin hepsi Fatih sınırları içindedir.

1’nci tepe: Topkapı sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet camisinin bulunduğu yer.

2’nci tepe: Çemberlitaş ve Nuruosmaniye camisinin bulunduğu yer.

3’ncü tepe: Beyazıt camisi, Üniversite ve Süleymaniye’nin bulunduğu yer.

4’ncü tepe: Fatih Camisinin bulunduğu yer.

5’nci tepe: Yavuz Selim camisinin bulunduğu yer.

6’ncı tepe: Edirnekapı semtinde, Mihrimah Sultan camisinin bulunduğu yer.

7’nci tepe: Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu tepedir.

Fetihten sonra Sultan II. Mehmet’in emriyle şehrin 4’ncü tepesine kurulan Fatih Külliyesinin ardından, gelişme buradan başlayarak ilerlemiş, şehir hızla klasik bir Osmanlı-Türk şehri haline dönüşmüştür. Kurulduğu tepenin üstünden, gerek Boğaz ve gerekse Haliç’in muhteşem güzel manzarası izlenebilir.

1928-2008 yılları arasında Eminönü ile birlikte, tarihi yarımadada bulunan iki ilçeden biridir. 2008 yılında Eminönü, Fatih’e katılınca, burası tek ilçe haline gelmiştir. İlçenin sınırlarını tarihi surlar, Haliç ve Marmara denizi belirler.

Günümüzde şehrin ulaşımını sağlayan 3 ana cadde buradan geçer. Bunlar: Saraçhane başından Edirnekapı’ya uzanan Macar kardeşler ve Fevzipaşa caddeleri, Aksaray’ı Topkapı’ya bağlayan Vatan caddesi ve Aksaray’ı yine Topkapı’ya bağlayan Millet caddesidir. Özellikle Fevzi paşa caddesinin bulunduğu yer: Roma döneminde de şehrin ana caddesi olarak kullanılmış, günümüzde ise iki yanında birçok dükkan bulunmasıyla ilçenin merkezi konumundadır.

Fatih İstanbul şehrini aldıktan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerinden getirilenler Fatih Cami ve Külliyesinin çevresine yerleştirilmiştir. Caminin kıble yönüne yerleşenlerin olduğu caddeye: Büyükkaraman, Malta çarşısının olduğu yere yere ise Küçükkaraman denildi. Kıztaşından Hırka-i Şerife, Fevzi Paşa caddesinden Vatan caddesi Et meydanına kadar olan bölgeye ise Sarı Güzel denildi. Mehmet Akif Ersoy’un babası Sahir Efendinin evi, Sarı güzel caddesindeydi. Unkapanı’ndan sağa doğru giden caddenin ismi Abdul Azer Paşa Caddesiydi. (Günümüzdeki Kadir Has caddesi) Abdul Azer Paşa: 1827 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanan savaşı yürüten kişidir. Osmanlı tarihini yazmış en değerli kişi olarak tanınan Dimitri Kantemir’in sarayı: Balat’ın hemen üstündeydi. Toktamış Ateş, Fatih’te doğdu ve ölümüne kadar burada yaşadı.

fatih camii.1
İstanbul Fatih Sultan Mehmet Külliyesi

FATİH SULTAN MEHMET KÜLLİYESİ

Külliyenin yapımına Şubat 1463 yılında başlanmıştır. İnşaat 8 yıl sürmüş ve Aralık 1470 yılında tamamlanmıştır.

İstanbul’un dördüncü tepesinde bulunan burası, şehrin en eski yapılar topluluğudur. Hatta: o döneme kadar Türk-İslam mimarisince yapımı gerçekleştirilen en büyük bina kompleksidir.

Külliye: bir cami çevresine çok planlı şekilde yerleştirilmiş medreseler, kütüphane, şifahane, tabhane, kervansaray, çarşı, hamam ve daha sonra inşa edilen türbelerden oluşan geniş bir arazi üzerindedir ve çevresini saran sağlam duvarlarla, tam bir kale görünümündedir.

Külliyenin en önemli özelliği: İstanbul’daki ilk medresenin burada açılmış olmasıdır.

Külliye: 1766 yılındaki büyük depremde zarar görür. 1767-1771 yılları arasında mimar Mehmet Tahir Ağa tarafından barok üslupla yeniden yapılır. Orijinal camiden geriye kalanlar ise: avlu, giriş kapısı, mihrap ve minarelerin alt taraflarındaki bir kısım bölümdür. Külliyenin bir kısmı yıkılmış, sadece 8 medrese ve 18’ncü yüzyıl yapımı Carullah Veliyüddin Efendi kütüphanesi, günümüze ulaşmıştır.

fatih camii.2
İstanbul Fatih Camii

FATİH CAMİİ

Yapı: İstanbul şehrinin silüetinde görülen önemli yapılardan biridir. Çünkü şehrin hemen hemen tam ortasındadır.

İstanbul şehrindeki ilk “Selatin” yani “Sultan” camisidir. Selatin camileri, çoğunlukla seferlerden elde edilen ganimetlerle yapılırdı. Selatin camileri: aynı zamanda Sultanın varlığını, gücünü, kimliğini ve dini anlamda gücünü gösterir. Prestij açısından büyük önemi yanında, sosyal fonksiyonları da vardır.

Tarihi süreçte, camiyi özel kılan bazı olaylar vardır. İlk Türkçe ezan: 29 Ocak 1932 tarihinde Fatih Camisinde okunmuştur. En kalabalık cenaze buradan kaldırılmıştır. 17’nci yüzyılın divan şairi Şeyhülislam Yahya: bu camiden Çarşamba semtindeki kabrine kadar, eller üzerinde götürülmüştür.

Havariyyun Kilisesi-Ayii Apostolii-Hagioi Apostoloi

Konstantinopolis şehrinde, Ayasofya’dan sonraki en önemli dini yapı: 4’ncü yüzyılda inşa edilen Havariyyun kilisesidir.

Sonrasında, bu mükemmel yapı örnek alınarak, başka yerlere de benzer yapılar inşa edilmiştir. Örnek: 1094 yılında, İtalya’da Venedik’teki San Marco Bazilikası buranın planından esinlenilerek yapılmıştır.

Kilise; İmparator I. Konstantinus tarafından yaptırılmıştır. Söylenenlere göre, daha önce burada 12 tanrıya adanmış pagan dönemine ait bir tapınağın kalıntıları vardır. İmparator, burada İsa’nın 12 havarisi adına 12 lahit yaptırılmış ve bu lahitlerin arasına da kendi lahdini yerleştirmiştir. Ancak inşaatın tamamlandığını göremeden, 337 yılında Nikomedia (İznik) şehrinde ölmüş ve yerine geçecek varisi belirlenemeyince, cenazesi 3 ay boyunca Büyük Saray’da bekletilmiş ve sonrasında tören alayı ile buraya taşınmıştır.

Kilise: 550 yılında İmparator I. Justinianus tarafından yenilenir. Şehrin Doğu Roma imparatorlarının aile mezarlığı olarak kullanılır. Kiliseyi yaptıran I. Konstantinus soyundan gelen 19 kişi ve ardından kiliseyi yenileten İmparator I. Justinianus soyundan gelen 17 kişinin lahitleri buradadır. Ayrıca: Kudüs şehrinden buraya getirilen İsa ve azizlere ait olduğu kabul edilen çeşitli kutsal emanetlerin bir kısmı da burada saklanmıştır. Ancak tüm şehirde olduğu gibi, 1204 yılındaki Haçlı-Latin işgali sırasında, bunlar yağmalanmıştır. Konstantinopolis kilisesinin kurucusu havari Aziz Andreas’ın iskeleti Atina’ya kaçırılmış ve bu yağmadan kurtulan kalıntılar ise, fetihten sonra yok edilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet: Konstantinopolis şehrinin alınmasından sonra 3 günlük yağma izni vermiş, ancak şehrin hasar gördüğünü görünce, üzülerek yağma iznini 1 güne indirmiştir. Ancak bu 1 günlük sürede de: dervişler, balyozlarla kilisedeki lahit kalıntılarını parçalamış ve hatta parçaları denize atmışlardır. Yani: burada haçlıların başlattığı tahribatı, Osmanlılar tamamlamıştır.

Fetihten sonra: Patrik olarak tayin edilen Gennadios: Havarriyum kilisesini “Patrikhane” haline getirir. Ancak kilisenin bulunduğu tepenin Haliç ve şehre hakim manzarasından etkilenen Fatih Sultan Mehmet: külliyesini buraya inşa ettirmeye karar verince, Patrikhane, Çarşamba semtinde bulunan Pammakaristos Manastırına taşınır.

Pammakaristos Manastırı: Sultan III. Murat zamanında, Fethiye Camisine dönüştürülünce, Patrikhane, Fener’de günümüzdeki yerine taşınır.

fatih camii.10
İstanbul Fatih Camii

Fatih Camii

Fatih külliyesinin bulunduğu yerde, mimari üslup ve büyüklük bakımından temel unsur camidir.

Cami: Havariyyun kilisesi kalıntıları üzerine inşa edilir. Çünkü hazır ve sağlam malzeme kullanılarak, eski bir temel yapısı üzerine, hızla yapılmıştır. Yani; zaman kazanılmıştır. Bu yüzden: caminin altında birçok dehliz, lahit odaları, kiliseye ait kripta ve bazı Bizans imparatorlarının mezarları bulunur.

Hatta: İmparator Constantinus’un (Konstantin Magnus) pembe portifli bir lahide konulmuş cesedinin bu mezarlıkta olduğu iddia edilmesine rağmen, günümüze kadar bu konuda bir kanıt bulunamamıştır. Çünkü caminin altında, kiliseye ait kriptada henüz tam bir inceleme yapılmamıştır. O zamanlar, Constantinus’un şehir dışında kalan bir tepeye, bu tepeye gömüldüğü bilinmektedir.

Cami ilk yapıldığında: “Cami-i Cedit” yani “Yeni Cami” olarak bilinir. Mimari Azatlı Atik Sinan’dır.

Fatih külliyenin inşaatı için, dönemin en yetenekli ve ünlü mimarı Atik Sinan’ı görevlendirir. Sinan-ı Atik, Eski Sinan, Azadlı Sinan olarak isimlendirilir. Atik Sinan bir devşirmedir ve Rum devşirmelerde sık rastlanan “Cristodolus” soy adını kullanır.

Kendi vakfiyesinden anlaşıldığına göre: babası Abdullah el-Atik adlı bir Hıristiyandır. Kendisi ise Sinanüddin Yusuf adıyla azat edilerek hürriyetine kavuşmuş bir köledir.

Ancak Azatli Sinan’ın Osmanlı eğitim sisteminde yetiştiği kabul edilmektedir. Çünkü: Doğu Roma’nın son yıllarında, görkemli yapılar görülmez. Hatta, Sultan, Atik’i azatlı bir köle hayatından alıp, en iyi mimarlarının yanına verip yetiştirmiş ve iyi bir mimar olmasını sağlamıştır.

Yapının mimarı ile ilgili bir rivayet vardır. Evliya Çelebinin yazılarından öğrenildiğine göre: Fatih Sultan Mehmet, mimar Atik Sinan’ın parmaklarını kestirmiş ve sonra öldürtmüştür. Çünkü Ayasofya’yı aşamamış olduğu için külliyeyi büyüklük açısından beğenmemiştir. Daha da önemlisi, külliye için verdiği sütunlar, mimar tarafından kesilip kısaltılarak kullanılmıştır.

Niçin kesildiği sorulduğunda ise: “bir fay kırığı üzerinde inşa edilen caminin kubbesinin, bu kadar yüksek sütunlara oturtulursa, depremde dayanmayıp çökeceğini” söyler ve büyük ihtimalle; ellerinin kesilmesi cezası, bu sütunları kesmesi nedeniyle verilmiştir. Hemen bu araya bir not eklemek istiyorum. Fatih cami, Sirkeci’den başlayan, Beyazıt’ı geçerek camiye ulaşan ve oradan da Edirnekapı’ya ilerleyen fay hattı üzerindedir ve her depremde hasar görmüştür.

Öykü burada bitmez. Mimar Atik: kesik elleriyle dönemin kadısına gider ve durumu izah eder. Kadı: bu acımasız olay karşısında hiddetlenir ve Sultanı huzura çağırır. Sultan: ayakta bekler ve kadının sorularını cevaplar. Fatih Sultan Mehmet: sonunda kadıya “Eğer bana oturmam için yer gösterseydin, seni oracıkta öldürürdüm, mahkemenin huzurunda ben de herkes gibiyim” der. Sonrasında ise, hiddetinden ötürü mimara yaptığı zalimliği kabul eder.

İstanbul kadısı mimarı haklı bulup Fatih’in de parmaklarının kesilmesine karar verir. Kütük gelir, satır gelir, cellat gelir ve Fatih’in parmakları kesilecektir. Bunu gören mimar “Ben bu işin bu kadar ileri gideceğini bilmiyordum. Ben hakkımı helal ettim, fakat bu ellerle çalışamam, çocuklarımın rızkını versin” der. Bunun üzerine, mimar ceza olarak günlük 20 akçe ödenmesine razı olunca Sultanın elleri kesilmekten kurtulur ve mimar ömür boyu maaşa bağlanır.

Olayın devamı da var. Fatih: kadıya hitaben “Eğer kararı parmaklarımın kesilmesi şeklinde verseydin, cübbemden çıkarttığım topuzla senin kapanı koparacaktım” der. Kadı ise, Fatih’e hitaben şöyle der “Eğer kararıma itiraz etseydin, eteğimin altındaki kılıçla, senin paramparça edecektim” der. Bu olay: Fatih Sultan Mehmet döneminde, Sultanların bile yargı önünde sıradan insanlar gibi eşit oldukları ve yargıya ne kadar değer verildiğinin gösterilmesi açısından önemlidir.

Bu arada: bu önemli kararı veren kadının kimliği bilinmemektedir. Ancak, caminin yapım tarihi değerlendirilerek, kadının, bazı kaynaklarda yazılı olduğu gibi, Hızır Çelebi değil (1458 yılında ölmüş olması nedeniyle bu ihtimal yoktur), Molla Hüsrev veya Molla Gürani olduğu düşünülmektedir.

Ancak Sultanın hiddeti yine geçmemiştir. Devam eden günlerin birinde mimarın öldürtür. Mimar Atik: Edirnekapı’da Yavuz Selim ve Nişancı caddelerinin kesiştiği yerdeki Kumrulu Mescit’te gömülüdür. Buradaki kitabeye göre, külliye tamamlandıktan bir yıl sonra yani 1471 yılında idam edildiği yazılıdır. Daha doğrusu ölümü “şehit edilerek” şeklinde yazılmıştır. Bu durum, tarih sayfalarında mimarın bazı yolsuzluk söylentilerine karışmış olduğu şeklinde belirtilmiştir.

Ancak bazı kaynaklar, bu parmak kesme, el kesme olayının doğruluğuna inanmamaktadırlar.

Mimar külliyeyi yaparken: yanında Ayaz, Cafer, Abdal Sinan, Benna ve Luka gibi inşaat ustalarından faydalanmıştır.

Sonuçta: eski Fatih camisiyle ilgili olarak kaynaklarda şekli ve fiziki durum hakkında net bilgiler verilmemiştir. Hemen hepsindeki ortak ifade: caminin, dönemin en güzel ve en mükemmel eseri olduğunu vurgulamaktadır. Ancak yine yazılı kaynaklarda belirtildiğine göre: Fatih cami, mimari özellikleri bakımından Ayasofya’dan aşağı olmadığı gibi, aksine bazı bakımlardan ondan daha üstündü. Sadece kubbe çapı aşağıda kaldı. Yine kaynaklara göre, bu eski caminin sadece iki minareli ve gösterişli bir yapı olduğu öğrenilmektedir.

Eski Fatih Cami: mimar Atik Sinan’ın korkularını doğrularcasına: 1489 ve 1509 yıllarındaki depremlerde oldukça büyük hasar görür. Özellikle kubbe etkilenir. Ancak bu depremlerde oluşan hasarlar, caminin yeniden yapılmasını gerektirmeyecek ölçüde olduğundan tamirle yetinilmiştir. Ancak: cami 1766 yılındaki depremde yıkılır.

Bu felaketi yaşayan Hüseyin Ayvansarayinin yazdıklarına göre: 11 Mayıs 1766 tarihinde, kurban bayramının 3’ncü gününe tesadüf eden Perşembe günü, güneşin doğuşundan bir saat sonra deprem olmuş, caminin büyük kubbesi tamamen harap olmuş, duvarlar ise ciddi bir şekilde hasar görmüştür. Bunun üzerine, zamanın hükümdarı Sultan III. Mustafa, camiyi, kısa süre içinde tekrar inşa ettirmiştir.

Günümüzde Fatih Camii

Eski cami ve Sultan III. Mustafa tarafından yeniden yaptırılan caminin, mimari bakımdan birebir aynı olmadığı bilinmektedir. İlk yapılan camiden günümüze kalanlar: minarelerin alt şerefeye kadar olan bölümleri, açık avlu duvarları ve son cemaat yeridir.

Günümüzde görülen cami: Sultan III. Mustafa döneminde, mimar Tahir Ağa tarafından yapılmıştır. İnşaat 46 ay 10 gün sürmüş ve cami 1771 yılında tamamlanmıştır. Mimar: temellere kadar inerek camiyi tamamen yenilemiş ve günümüzdeki şeklini yaratmıştır. Ancak her ne kadar cami Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılmış olsa da, Sultanın ismini almamıştır. Çünkü Sultan III. Mustafa, yıkılan eski Fatih camini kendi adına değil, ceddi adına yeniletmiştir.

Yeni cami, eskisinden biraz daha küçük yapılmıştır. Bazı kayıtlara göre: yeni cami eskisine nazaran biraz daha genişletilmiş, hatta bunun için Fatih türbesi bile eski yerinden biraz daha uzağa taşınmıştır. Ancak bir kısım araştırmacı, bunu kabul etmez, mevcut caminin eskinin duvarları üzerine inşa edildiğini, yapıya daha dayanıklı bir nitelik kazandırmak için sadece taşıyıcı sütunların güçlendirilip yeniden yapıldıklarını, dolayısıyla da hacim olarak bir büyümenin söz konusu olmadığını belirtirler.

Bunun düşünenler, sebep olarak: tarih ve mantık şuurunun böyle bir genişletmeye izin vermeyeceğini ileri sürerler. Osmanlılar tarafından en fazla hürmet duyulan Fatih gibi bir ceddin hatırasına saygısızlık ederek, onun yaptırdığı caminin klasik üslubunu ve ölçülerini değiştirmek mümkün değildir. Hatta: Fatih gibi bir padişahın kabrinde rahatının bozulmasını ve hatta kemikleri dışındaki bakıylesinin duvar altında bırakılmasını hoş görmezdi. Tüm bunlar değerlendirildiğinde, caminin genişletilmesi ve türbenin yerinin değiştirilmesi mümkün görülmemektedir.

Mimar Tahir Ağa: o güne kadar temel tutturulamayan fay hattı ve göl üzerinde inşa edilmesi gereken cami için, yeni bir temel sistemi uygulayarak depremlere dayanıklı hale getirmiştir. Bu temeller, 1967 yılında caminin yakınlarında inşa edilen bir binanın temel zemini yapılırken görülmüştür. Büyük mermer kalıplar, ortasından delinmiş kibrit kutuları gibi tabana döşenmiş, mermer sütunlar yerleştirilerek yükseltilmiş, binlerce mermer sütun üzerine kemerler kullanılmıştır.

Fatih camisinde günümüzde görülen halı: Sultan II. Abdülhamit tarafından, Hereke’de özel olarak dokutulmuş ve 100 yıllık bir geçmişi vardır. Halıda, kubbenin desenlerinin kısmen iz düşümü görülmektedir.

Genellikle camilerde tablo ve benzeri resim veya heykel bulunmamasına rağmen, burada bir tablo bulunmuştur. Bu tablo son şeyhülislamlardan Mustafa Sabıh’ın damadına aittir. Bu tablonun üzerinde: bir dünya küresi, ortasında Kabe, hemen yanında Medine vardır. Bir tarafından Topkapı Sarayı ve bir tarafında da Hicaz demir yolu çizilidir.

Sarayın balkonunu üzerinde bir rahle ve üzerinde Kuran-ı Kerim görülür. Osmanlı’nın dünyaya adaletle hizmet ettiğini ve Kabe ve Medine’nin dünyanın kalbi olarak telakki edip oraya hizmet götürmeyi milletimizin şeref adlettiğini sembolize eden bir tablodur. Tablo 60-70 yıl kadar önce, camiye getirilip teslim edilmiştir.

Yine camiyle ilgili bir olay: Caminin Fevzipaşa caddesine bakan batı cephesindeki abdest alma yerinin üst bölümünde, pencerelerin çevresinde 110 tane olduğu söylenen kurşun izleri görülür. Bunların: 1909 yılında, 31 Mart vakasında, Selanik’ten İstanbul’a gelen Harekat Ordusu tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Sultan II. Abdülhamit’e yardım bahanesiyle Rumeli’den gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Harekat Ordusu: Fatih Külliyesini kuşatır ve burada çatışmalar yaşanır. Bu çatışmalar sırasında, 110 adet mermi, caminin duvarına isabet eder.

Kitabe

Caminin giriş kapısında, ünlü hattat Ali bin Sofi tarafından yazılmış kitabe: caminin yapım tarihini gösterir. Burada: Fatih’ten önceki sultanların da isimleri yazılıdır.

fatih camisi.güneş saati.1
İstanbul Fatih Camii Güneş Saati

Güneş saati

Caminin güneybatı cephesinde, güney minaresinin kaidesinde, girintili bir kireç taşı çerçevenin ortasındaki taş yüzeyin üzerinde: önündeki platformdan yaklaşık 1 metre yükseklikte, 1.5 metre genişlikte ve 3 metre yükseklikteki bir alanda: 2 adet güneş saati vardır. Bu saatler, 1473 yılında Fatih Medresesine atanmış olan Ali Kuşçu tarafından tasarlanmış olup, İstanbul’daki en eski güneş saatleridir.

Zamanın gölgesinden belirleneceği iki adet çubuk kopmuş olduğundan, saatler işlevlerini yitirmiş durumdadır. Ayrıca kireç taşı yüzeyindeki aşınmalar ve doğrudan duvara kazılı çizgilerdeki boyaların dökülmesi nedeniyle de duvar saatleri zor seçilmektedir.

Caminin Planı

Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan ilk caminin planı bilinmemektedir. Günümüzdeki cami: barok stildedir. Model olarak: Mimar Sinan’ın Şehzade Mehmet Camisinde denediği, dört yapraklı yonca modeli kullanılmıştır.

Merkezi kubbe giriş kapısına yakındır. Merkezi kubbenin dört bir yanında, eşit büyüklükte 4 yarım kubbe vardır. Bunların köşelerinde de çeyrek kubbeler bulunur. Amaç, caminin merkezinde geniş bir mekan yaratmaktır.

Bu şema: erken Osmanlı mimari ekolünün, Bursa tipi özelliklerini vurgulamaktadır. Sonuç olarak: son cemaat yerindekiler ile birlikte, camide 22 kubbe vardır. Caminin en önemli süslemeleri: 18’nci yüzyıl hat yazılarıdır. Caminin içinde: sağ köşede, eskiden ayazma olduğu düşünülen yerde, su içilen bir çeşme vardır.

Son Cemaat Yeri

Yedi kubbeli olan burada: sağ ve sol yan duvarlardaki sarı renk ağırlıklı çini süslemeler orijinaldir. Bu çinilerde kullanılan sarı renk: bir süre sonra yok olur ve 16’ncı yüzyılda bir daha görülmez ve bu yüzden çok değerlidirler.

Avlu

Caminin avlusu: depremde yıkılmamış kısımdır. Bu yüksek avluya: görkemli bir kapıdan geçilerek girilir. Avlunun dört bir tarafı kubbeli revaklarla çevrilidir. Ortasında külahlı bir şadırvan vardır. Şadırvan: mermer hazneli ve sekiz mermer sütunludur. Avlu revakının sütunları ve sütün başlıkları eşsiz güzelliktedir.

Ama avluda en çok dikkati çeken: meşhur hattatlar Yahya ve oğlu Ali Bin Sofi’ye ait hat yazılarıdır. Girişin olduğu duvardaki yeşil Eğriboz taşı üstüne, beyaz mermerle yazılan Fatihe ve Besmele görülür. Ayrıca iki kanatta da: Besmele ve Ayet el-Kürsi yazılıdır. Avlunun batısında, ana giriş kapısının solunda, Sultan II. Mahmut tarafından 1825 yılında yaptırılan, ilginç bir yangın havuzu görülür.

Hünkar Mahfili

Ana kütlenin sol ucunda bulunan hünkar mahfili: 18’nci yüzyılda sık görülen barok özellikler taşır.

Minareler

Sultan II. Abdülhamit tarafından taştan yaptırılan minarelerin külah kısımları barok stildedir. Bu güzel külah kısımları, 1967 yılındaki depremde yıkılmış ve yerine, günümüzde görülen klasik tipte, kurşun kaplamalı konik külahlar yerleştirilmiştir. Minareler: ilk yapıldığında, tek şerefeli ve boyca kısadır. 19’ncü yüzyılda, birer şerefe daha eklenerek boyları biraz yükseltilmiştir.

fatih. hazire. genel.1
İstanbul Fatih Camii Hazire

Hazire

Fatih Cami haziresi, İstanbul şehrinin en büyük ve meşhur hazirelerindendir. Osmanlı döneminde hazireye defin için Saraydan yani Padişahtan izin almak gerekiyordu. Hazire, caminin kıble tarafındaki geniş bahçededir. Caminin kıble duvarının önünde Fatih Sultan Mehmet’in türbesi vardır. Hemen yanında Sadrazam Abdurrahman Nurettin Paşanın kabri bulunur. Hazirenin giriş bölümünde ise, Fatih Sultan Mehmet’in hanımı Gülbahar Hatun, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa ve Vezir Dino-zade Abidin Paşanın türbeleri bulunur.

Ayrıca: yine hazirede, Osmanlı devletinde, çeşitli zamanlarda çeşitli görevlerde bulunmuş 380 civarında zevatın kabri vardır. Haziredeki en eski kabir: Sultan II. Mehmet’in kızı Gevher Han’ın hizmetçisi Nuri Çelebi’ye (vefatı: 1479) aittir.

En yeni mezar ise, 1978 yılında vefat eden Hadice Güzide Zorlu adındaki kişiye aittir. Hazirenin dışındaki büyük türbede: Sultan II. Mahmut’un annesi Nakşidil Valide Sultan (vefatı: 1817) yatar. Bu türbenin yanında: Sultan Abdülmecit’in hanımlarından, son Padişah VI. Mehmet’in annesi Gülustu Kadın Efendinin (vefat: 1861) türbesi vardır. Söz konusu türbeler, ziyarete kapalıdır.

fatih türbesi.2
İstanbul Fatih Sultan Mehmet Türbesi

Fatih Sultan Mehmet Türbesi

Fatih Sultan Mehmet: bir doğu seferi için geçtiği Üsküdar yakınlarındaki Sultan Çayırı denen yerde, karargahında 3 Mayıs 1481 tarihinde 51 yaşında iken ölmüştür.

Hazire kısmındaki en önemli türbedir. Caminin mihrap duvarının arkasındadır. Depremde türbe de yıkılmış ve sonradan; yeniden yapılmış, ancak orjinalliğini kaybetmiştir. Yani ilk yapılan türbe binasının nasıl olduğu bilinmemektedir. Ancak türbenin geniş bir bahçe içinde olduğu biliniyor.

Sultan, türbenin içinde tek başına yatar. Hayatta iken, hayatı boyunca yalnız yemek yemiştir. Hatta Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Beyazıt ve onun oğlu Yavuz Sultan Selim’de türbelerinde yalnız yatarlar. Son zamanlarda çıkan bir söylentiye göre: Sultan, aslında bu türbenin içindeki sandukanın altında değil, caminin ortalarına doğru giden, karanlık dehlizlerdeki eski bir mezar odasında, mumyalanmış olarak yatmaktadır.

Çünkü: cami, eski bir kilisenin üzerine yapılmış olması nedeniyle, eski kilisenin temellerinde ve kripta bölümünde, karmaşık ve ürkütücü dehlizler vardır. Bu duruma ait bir diğer söylentiye göre: 1766 yılındaki depremden sonra yenilenen caminin mihrap duvarı ileriye alınmış ve türbenin yeri değişmiştir. Mezarı cami mihrabının altında kalmıştır. Buna göre mezar, türbeden caminin mihrabı altına kadar uzanan bir dehlizin sonundaki odada bulunmaktadır.

Türbe: kubbeli ve barok saçaklıdır. Türbenin içi: ampir tarzında süslenmiştir. Türbede, Fatih’in mermer bir lahdi bulunur. Eskiden kabir çevresinde, oymalı gümüşten yapılmış, zarif bir şebeke ile, yine gümüşten yapılmış dört büyük kollu bir şamdan bulunuyormuş, ancak bugün bunlar yoktur. Türbe içinde: cami tarafındaki duvarda, mermer üzerine yazılmış, ünlü şair Abdülhak Hamid’in hisli ve güzel bir şiiri bulunmaktadır. Giriş kapısı önüne, küçük ve camekanlı bir bölme ilave edilmiştir. Burada, aynı zamanda türbenin bekçisi kalmaktadır.

1782 yılındaki yangında, türbenin içi sanduka dahil yanmıştır. Tamirin ardından Sultan I. Abdülhamit tarafından tamir ettirilmiş ve 1784 yılında türbenin kitabesi konulmuştur. Bu onarımda türbe kapısının sövesi, Sultan I. Abdülhamit tarafından değiştirilmiş ve üzerine ayetler yazdırılmıştır. Bu sırada: türbenin yeniden tefrişi de yapılmıştır.

1865 yılında türbe bu kere Sultan Abdülaziz tarafından onartılmış ve iç süslemeleri yenilenmiştir. 1909 yılında türbe Sultan Mehmet Reşat tarafından restore ettirilir.

Türbe ile ilgili önemli bir ayrıntı daha vardır. Uzun yıllar devam eden bir gelenek olarak: Osmanlı Sultanları, tahta yeni çıktıklarında, Eyüp’teki kılıç kuşanma töreninden sonra, Fatih’in büyüklüğünden feyz almak için bu türbeyi ziyaret ederlerdi.

gülbahar türbesi.2
İstanbul Fatih Gülbahar Hatun Türbesi

Gülbahar Hatun Türbesi

Fatih Sultan Mehmet’in 1492 yılında ölen eşi ve Sultan II. Beyazıt’ın annesi Gülbahar Hatun Sultanın türbesi, Fatih’in türbesinin doğusunda, hemen yakınında, daha mütevazi bir türbedir. 1489-1490 yılları arasında yapılmıştır.

Ancak esas itibarı ile bu yapı külliye müştemilatına dahil edilmemiştir. Çünkü külliyenin vakfiyelerinde, bu türbeye herhangi bir tahsisat yapılmamıştır. Bu durum daha sonra anlaşılmış ve Gülbahar Hatun Türbesi için bağımsız bir vakıf kurulmuştur.

Türbe sekizgen planlıdır, sekizgen köşeli ve küfeki taşından yapılmış, tek kubbelidir. Depremde yıkıldıktan sonra 1781 yılında yenilenmiştir. Ama, aslına daha uygun olarak yapılmıştır. İçeride 3 sanduka daha vardır. Bunlar Gülbahar Hatun ve kızı Gevherhan Sultan ve isimleri bilinmeyen iki hanıma ait sandukalardır.

Burada ilginç bir ayrıntı söz konusudur. Gülbahar Hatun türbesinin pencereleri kapalıdır ve ziyaret edilemez. Evliya Çelebi ve bazı yabancı gezginlerin anlattıklarına göre: Gülbahar Hatun, hiçbir zaman Müslüman olmamıştır. Çünkü, aslında bir Fransız kralının kızıdır ve Bizans İmparatoru Konstantinos Dragezes ile evlenmek üzere Bizans’a gönderildiğinde, şehir düştükten sonra tutsak olur ve sonunda Fatih’in karısı olarak sonradan sultan olacak Beyazıt’ı doğurur.

Bir başka söylentiye göre ise, Gülbahar Hatun: Arnavuttur. Yine burada bir efsaneden ve bağlantıdan söz edilir. Osmanlı tarihinde Batı ile özel ilişkileri olan iki padişah (Sultan II. Mehmet ve II. Mahmut) yaptıklarını bir kadının hatta bir gavur olarak nitelendirilen kadının etkisiyle yapmışlardır. Bu da “Yerasimos Efsanesi” ne uymaktadır. Çünkü Süleyman, tapınağını putperest Belkıs’ın ya da ada kralının cilvesi sonucu yapmıştır.

Nakşidil Sultan Türbesi

Sultan I. Abdülhamit’in eşi ve Sultan II. Mahmut’un annesine aittir. Türbede: Nakşidil Sultan ile birlikte, Cevri Kalfa, Mihrimah, Adile, Münire ve Fatma Sultanlar ile Şehzade Abdülhamit yatmaktadır. Tabhanenin tam karşısındaki bu türbe: barok tarzda yapılmıştır. Oval pencereleri, profil süslemeleri ve akantus yaprağı kabartmaları ilgi çeker. Kubbeli ve iki kat pencereli, silindirik bir yapıdır. Yazıları, ünlü hattat Rakım Efendi tarafından yapılmıştır.

Burada: Nakşidil Sultanın hayat hikayesinden kısaca söz etmek istiyorum. Çünkü kendisi hakkında birçok kitap yazıldı ve hatta hayatı filmlere konu oldu.

18’nci yüzyıl sonlarında, Karayipler’deki Martinik adasında bir plantasyon sahibinin kızı olan 11 yaşındaki Aimee du Buc de Rivery: Fransa’daki okulundan ailesinin yanına giderken kaybolur. Her ne kadar doğrulamak mümkün olmasa da, kendisinin korsanlar tarafından kaçırılıp, Osmanlı haremine satıldığı söylenir.

Hatta Nakşidil Sultanın oğlunu yani sonradan Sultan olacak olan II. Mahmut’u yeniçerilerden korumak için bir fırında sakladığı söylenir. Son olarak yine söylentilere göre: Nakşidil Sultan: İmparator Napolyon’un eşi Josephine’nin kuzenidir ve Cezayirli korsanlar tarafından kaçırılmıştır. Bu yüzden, kendisi, 19’ncu yüzyıl başlarında Fransızları destekleyen politikaların mimarı olarak tanınır. Yine bir söylenti: oğlu II. Mahmut, ölüm döşeğinde iken, kendisine bir Katolik rahip getirtmiştir.

fatih. hazire. gazi osman paşa türbesi.1
İstanbul Fatih Gazi Osman Paşa Türbesi

Gazi Osman Paşa Türbesi

Burada mezarı bulunan kişiler arasında Gazi Osman Paşa dikkati çeker. Kendisi: 1877 yılındaki Plevne kuşatmasındaki kahramanlıkları ile hatırlanır. Aynı zamanda, Sultan II. Abdülhamit’in dünürüdür. 1900 yılında öldüğünde, buradaki türbesi mimar Kemalettin Bey tarafından yapılmıştır. Türbe kare planlı olup kubbe ile örtülüdür. Türbede gömü mekanı, zemin kotu altında bulunmaktadır.

Türbenin kuzeydoğuda yer alan cephesi anıtsal bir kapı ile değerlendirilmiş, diğer üç cephesi ise mermer söveli birer yuvarlak kemerli ikiz pencere ile ifadelendirilmiştir. Yapıda ana beden duvarlarında küfeki taşı, anıtsal kapı, pencere söve ve kemerlerinde mermer kullanılmış olup, cepheler üstten saçak silmeleriyle sınırlandırılmıştır. Beden duvarlarını sonlandıran saçak silmeler üstünde her köşede ağırlık kuleleri yükselir. Türbenin üst örtüsü, silindirik kasnağa oturtulmuş ve üstü kurşun ile kaplanmıştır.

fatih kütüphanes1
İstanbul Fatih Kütüphane

KÜTÜPHANE

Şehirdeki ilk kütüphane, bu camide kurulur. Fatih Sultan Mehmet: caminin mihrabının sol ve sağ yanlarına yerleştirilen raflara: 800 cilt el yazması kitap koydurur. Zamanın bu eşsiz el yazması eserler: 1742 yılında kıble duvarına bitişik olarak yaptırılan I. Mahmut kütüphanesine taşınır.

Caminin bu kütüphanesinde bulunan kitapların bir çoğunun üzerinde, hangi medreselerden getirildikleri kaydedilmiştir. 1956 yılında ise, buradan topluca alınarak Süleymaniye Kütüphanesine kaldırılır. Müstakil kütüphane ise, yıkılma tehlikesine karşı, çevresi çelik halatlarla sarılarak koruma altına alınmıştır. Günümüzde kütüphane binası boştur.

TABHANE

Tabhane: Akdeniz medresesinin doğusunda ve baş kurşunlu medresesinin az ilerisindedir.

Tabhane: yolculuk yapan dervişlerin ve din adamlarının konaklaması için; cami iç mekanıyla birleşmeyen, cami kanatlarına yapılan bir tür dini otel yapısıdır. Öte yandan: darüşşifada tedavi gördükten sonra iyileşen fakat pek zayıf düşen hastalar, tabhanede bir süre kalmakta, nekahat dönemlerini atlattıktan sonra taburcu edilmekteydi.

Fatih Külliyesindeki yapılardan, sadece burası ayakta kalarak günümüze ulaşmıştır. Külliyenin en karmaşık ve güzel yapılarından birisidir. 64 x 44 metre boyutlarında, dikdörtgen planlı bir yapıdır. Zaman içinde, medrese cami içine alınınca, Tabhane cami dışına çıkarılmıştır. Yani caminin dışında, külliyenin güneydoğusunda bağımsız bir binadır. Caminin dışında böyle bağımsız bir bina olması, ulemayı kızdırmış olmasına rağmen, Fatih Sultan Mehmet’in güçlü olması, bu hoşnutsuzluğun kitlesel bir tepkiye dönüşmesini önlemiştir.

Ortasında avlu vardır ve onu çevreleyen 20 kubbe: yeşil Eğriboz taşından, 16 sütun üstüne oturur. Sütunların Havariyun kilisesinden alındığı tahmin edilmektedir. Tabhane günümüzde nispeten ayaktadır. 14 odasının bulunduğu görülmektedir. 18’nci yüzyılın başlarına gelindiğinde fonksiyonlarını bir hayli yitirmiş durumdadır. Bu yüzden, aynı yüzyılın ilk çeyreğinde medrese haline getirilmiştir. Medreselerin kapatılmasından sonra ise, burası kendi haline terk edilmiş ve uzun süre boş kalmıştır. Burası günümüzde cami kuran kursu olarak hizmet vermektedir.

İMARET

Tabhane içindedir. Burada, külliye içindeki görevlilere ve medrese öğrencilerine yemek pişirilirdi. Külliyenin güneydoğu köşesinde, çok büyük olduğu düşünülen imarethaneden, günümüze sadece birkaç kalıntı ulaşmıştır.

DARÜŞŞİFA-ŞİFAHANE

Tabhanenin hemen karşısında, Karadeniz medresesinin doğusundadır.

İstanbul şehrinde, Türk döneminin ilk hastanesi olarak önem kazanmaktadır. Burası, 16’ncı yüzyılın ortalarında Süleymaniye Külliyesinde açılan Tıp Medresesinin tesisine kadar, eğitim-öğretim imkanı yaratarak başkentin tabip ihtiyacını bir anlamda karşılamıştır.

Bu yapı: kenar uzunlukları 48 metre olan kare planlıydı. Kayıtlarda bunun haricinde hiçbir bilgi bulunmamaktadır. 17’nci yüzyılda Evliya Çelebi: burayı 70 hücreli ve 80 kubbeli olarak tanımladıktan sonra burada 200 hademe çalıştığını söyler. Ancak bu rakamın mübalağa olduğu açıktır.

Çünkü, buranın hiçbir zaman 200 elemanı olmamıştır. Vakfiyesinde, burada 14 kişinin çalıştığı kayıtlıdır. 1766 yılındaki depremde ağır hasar gören yapı Sultan II. Mahmut döneminde hücreler ortadan kaldırılmış, sadece mihrap kısmı ileri çıkıntı yapmış olan kubbeli mescit yıktırılmadan bırakılmıştır. 1824 yılında uzun süre metruk ve harap halde kalan binanın durumu hakkında rapor hazırlayan Hassa Mimarı Mehmet;  buranın yıkılmasının maddi bakımdan d aha kazançlı olacağını bildirmesi üzerine darüşşifa yıkılarak feda edilmiştir.

1908 ve 1918 yılındaki yangınlarda, yapı tamamen yanarak harap olmuştur. Hatta: hastaların ihtiyaçlarını karşılamak için darüşşifada bir mescit bulunduğu ve bu mescidin 1908 yılındaki yangında yandığı ve daha sonra oradan geçirilen yol nedeniyle, temellerine kadar kazılarak enkazının kaldırıldığı söylenmektedir. Ardından onarılmamış ve günümüze herhangi bir iz kalmamıştır. Günümüzde, onun yerinde, köşede, büyükçe bir mahalle bulunmaktadır ve bu mahallenin sokaklarından birinin ismi “Eski Şifahane” dir.

MUVAKKİTHANE

Başlangıçta namaz vakitlerinin tayini için kurulmuş olan bu birim, zamanla saatlerin ayarlanması ile de meşgul olmuştur. İstanbul’un çeşitli camilerinde birçok muvakkithane bulunmaktaydı. Ancak buradaki muvakkithane, bunlar içinde seçkin bir yere sahipti. Külliye içindeki yeri tam olarak bilinmemektedir.

Çünkü vakfiyelerde hizmet yeri belirtilmemiştir. Söylentilere göre, muvakkithane olarak kullanılan müstakil bir mekan bulunduğudur. Meşhur Ali Kuşçu’nun: burada vakitleri tayin için güneşin yüksekliğini gösteren bir irtifa haritası yaptığı söylenmektedir.

Muvakkithane için, Ali Kuşçu’nun yapmış olduğu basit güneş saati, günümüzde hala caminin sağ minaresinin kaidesinde durmaktadır. Muvakkithane, 1917 yılındaki bir yangında yanmış, içindeki saatler ve levhalar, Fatih Camii içine nakledilmiş ve bina, bir daha yeniden yapılmamıştır.

KERVANSARAY

Taphanenin güneydoğusundaki kervansaray 1980’li yıllarda restore edilerek önüne yapılan dükkanlarla birlikte iş yerlerine tahsis edilmiştir.

ÇARŞI

Külliyenin güney tarafından, birçok dükkandan oluşan bir çarşı bulunduğu bilinmektedir. Saraçhane olarak adlandırılan bu çarşı, 1918 yılındaki yangının ardından yanarak yok olmuştur. Günümüzde, bu çarşıdan kalıntı olarak, Dülgerzade camisine komşu 1-2 dükkan hücresi bulunmaktadır.

HAMAM

Genelde külliyelerde ilk bitirilen yapı: hamamdır. Çünkü işçilerin rahat temizlik yapmaları istenir. 1928 yılına kadar ayakta kalan hamamın ismi “Irgatlar Hamanı” ve diğer adı ise “Karaman Hamamı” idi. İstanbul’daki en eski hamamlardan biriydi. Hamam arazisi çevreye nazaran daha çukurda olduğundan buraya “Çukur Hamam” denilmiştir. Ancak bu hamamdan günümüze bir kalıntı kalmamıştır.

fatih medrese.1
İstanbul Fatih Medresesi

FATİH MEDRESESİ

Medreselerin yapımı 1470 yılında tamamlanmıştır.

Bu medrese, İstanbul şehrinde açılan ilk medrese olarak önem kazanmaktadır. Osmanlı ilim ve eğitim-öğretim sisteminde, bu medreselerin son derece önemli yeri vardır. Medreseler, camiden itibaren kuzey ve güney bölümlerinde, hafif meyille uzanan düzlüklerde oturdukları için, caminin genel görüntüsünü bastırmaz ve böylece mabedin olanca haşmetiyle, şehrin her yerinden kolayca görünmesine engel teşkil etmezdi. Yani caminin dış mimari ahengini tamamlıyorlardı.

Medreseler “Sahnı Seman” ve “Tetimme” olarak ikiye ayrılır. Sahnı Seman denen bölüm: Yüksek Medrese yani Üniversite olarak kullanılmıştır. Tetimme denen  bölüm ise: öğrencileri üniversite bölümüne hazırlayan, orta seviyede hazırlık medreseleridir.

Sahnı Seman denen medrese topluluğu: geniş cami bahçesine paralel olarak sıralanmıştır. Kuzey tarafta bulunan ve Karadeniz olarak isimlendirilen 4 medrese ve güney tarafta bulunan ve Akdeniz olarak isimlendirilen 4 medrese olmak üzere, toplam 8 medreseden oluşmaktadır. Bir de bunların dörderden 8 tane tamamlayıcısı olan medreseler vardır.

Marmara tarafında bulunan Akdeniz Medreseleri: dördü sırasıyla kıble yönünden başlamak üzere: baş kurşunlu, çifte kurşunlu ve ayak kurşunlu olarak sıralanmıştır. Bu sıradaki yüksek öğretime hazırlama medreseleri yok olmuştur. Çünkü günümüzde oradan bir cadde geçmektedir.

Haliç tarafında bulunan Karadeniz Medreseleri: bunların hemen altında bulunan kısımlar yıkılmış ve yerlerine 2 ilköğretim okulu binası yapılmıştır.

Her medresede, bir meydan ve çevresine dizilmiş 19 tane oda yani talebe hücreleri ve bu odalara nispeten daha büyük ve daha yüksek dershane bulunmaktaydı.

Fatih medreseleri: çok teşkilatlı bir öğretim kurumuydu ve burada hoca olmak ayrı bir statü sembolüydü. Bir zamanlar, burada 1000 kadar öğrencinin eğitim gördüğü bilinmektedir. Medreselerin giderlerini karşılamak için bir vakıf kurulmuştur.

Medresenin kütüphane binası: batı yönünde, Çörekçiler kapısı yanındaydı.

Medrese yapıları 1766 yılındaki depremde büyük ölçüde hasar görmüş ve günümüze sadece 8 tanesi ulaşmıştır. Bunlar günümüzde öğrenci yurdu olarak kullanılmaktadır. Son olarak 1955 yılında Vakıflar İdaresi tarafından restore edilmiştir.

emir buhari camii.1
İstanbul Fatih Ahmet Emir Buhari Camii

 

AHMET EMİR BUHARİ CAMİİ

Fatih Fevzipaşa caddesi üzerinde, Fatih camisine yakın bir noktada, Emir Buhari sokaktadır.

Emir Buhari: Sultan II. Beyazıt döneminde yaşamış ve aynı zamanda Sultanın arkadaşı olan bir şeyhtir. Sultan Beyazıt, onunla birçok sohbetlere katılmıştır. Buhari’nin: Sultan Beyazıt’ın bir sofu olmasında ve veli lakabıyla anılmasında etkin rol oynadığı düşünülmektedir.

İstanbul’da Nakşibendi tarikatının üç tekkesini kuran Buharalı Ahmet’in cami içinde, günümüzde Emir Buhari’nin bazı eşyaları saklanmaktadır.

Gelelim caminin mimari özelliklerine: Günümüzde görülen cami, 1965 yılında yeniden yapılmıştır. Caminin hemen yan tarafındaki bahçede, tarihi değeri yüksek iki türbe bulunur.

Bunlardan camiye bitişik olanı: kare bir plana sahiptir ve Ahmet Buhari’nin türbesidir. Türbede, ziyaret penceresinin üstünde 1782 tarihi yazan bir kitabe bulunur.

Diğer türbe ise, 19’ncu yüzyılın önemli sadrazamlarından Ahmet Cevat Paşa’ya aittir. Sultan II. Abdülhamit’in sadrazamıdır. Binbaşı rütbesiyle Osmanlı-Rus savaşına katılmak için Tuna’ya gitmiştir. 1891 yılında Sadrazam olan Paşa: 1900 yılında ölmeden önce, buraya gömülmeyi vasiyet etmiştir. Kubbeli türbenin girişi, mermer bir portal şeklinde düzenlenmiştir.

Bu türbenin önem kazanan özelliği: I. Ulusal mimarlık akımı üslubunun en yetkin isimlerinden mimar Kemalettin Bay tarafından yapılmış olmasıdır. Bu türbe, mimarın İstanbul’daki ilk taş yapısıdır. Ahmet Cevat Paşanın eşi tarafından, 1900 yılında yaptırılmıştır. Çatıyı bir kubbe örter. Paşanın kız kardeşi Sara hanım da türbede yatmaktadır.

Türbelerin yanındaki hazirede: birçok şeyh yatmaktadır.

şekerci han.1
İstanbul Fatih Şekerci Han

ŞEKERCİ HAN

Fatih camisinin yanı başındadır.

Tarihi Malta Çarşısındaki en eski eserlerden biridir. Bir zamanlar: Mehmet Akif, Neyzen Tevfik ve Eşref Edip gibi birçok önemli şahsiyet buraya uğramıştır. Yani zamanın ilim merkezidir ve Neyzen Tevfik burada kalmıştır.

Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet, camisinin yapılmasını buyurduktan sonra, bir ara çalışmaları kontrol etmek için inşaata gittiğinde bir şey dikkatini çeker. İşçilerden biri, sırtına bir taş alır, iskeleden yukarı çıkar fakat taşı yerine koymaz, tekrar aşağıya iner. Bunu defalarca yapınca, Sultan Mehmet işçiyi yanına çağırır, bu davranışının sebebini sorar.

İşçi “Sultanım, ben bu sabah uyandığımda yıkanmam gerekiyordu, ancak yakınlarda hamam yoktu ve yıkanıp temizlenemedim, bu yüzden acele işe geldim, fakat abdestsiz halimle, Allah’ın evine bir taş dahi koymaya vicdanım elvermedi, bu yüzden çalışıyor gibi görünsem de hiçbir iş yapmadım” der. Bunun üzerine, Padişah, hemen cami inşaatını durdurur, caminin yanında, işçilerin konaklayıp her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bu hanı yaptırır. Fatih camisinden önce yaptırılan bu han, sonraki yıllarda “Şekerci Hanı” ismini alır ve yıllardır İstanbul’da faaliyetini sürdürmektedir.

Mimari olarak: ortası açık ve kenarlarında üç kat olarak yükselen duvarlarında odalar bulunur. Revaklı kemerli bu eski hanın avlu içinden görünümü çok güzeldir. Giriş kapısı: çarşının dar sokaklarından birine açılır. Kemerli kapının üstünde yerinden sökülmüş ancak harflerin izlerinden okunabilen “Hazreti Fatih eseri” yazısı vardır.

Başlangıçta iki katlı olan, sonradan cephenin orijinalliğini bozan bir katın daha eklendiği hanın yaklaşık 100 odası vardır. Hanın bulunduğu çarşı, o zamanlar tam bir ilim ve kültür merkeziydi. Esnaf ve halk ilime çok önem verirlerdi ve günlük faaliyetlerinin dışında kalan zamanlarını, ilmi faaliyetlere ayırır, sohbetler edilir, alimlerden yararlanılmaya çalışılırdı.

taş mektep.1
İstanbul Fatih Taş Mektep

TAŞ MEKTEP

Fatih camisinin, Topkapı Sarayına bakan girişinde, sol kol üzerindedir.

Sultan Mehmet’in vakfiyesi içinde olduğundan “Fatih İlköğretim Okulu” olarak da bilinmektedir. 1950-1960 yılları arasında İstanbul sur içinden ibaret olduğu için, dönemin en özel ve iyi okuludur. İsminin “Taş Mektep” olmasına gelince. O yıllarda İstanbul genelde ahşap yapılardan oluşuyordu. Bu okul ise tamamen taştan yapıldığı için halk arasında “Taş Mektep” olarak ünlenmiştir.

Okul: 1869 yılında, Sultan Abdülaziz tarafından, Askeri Rüştiye Mektebi olarak yaptırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise İlkokula dönüştürülmüştür.

İki katlı girişin, veranda şeklindeki çıkıntılı bölümünde 6 sütun bulunur. Sultanın yapıya ilişkin kitabesi de bu çıkıntılı ön yüzdedir. Zaman içinde büyük onarımlar görmüş olmasına rağmen, okul aralıksız olarak günümüze kadar açık bulundurulmuştur. Okulun ünlü mezunlarından bazıları şunlardır: Halit Kıvanç, Muazzez Abacı, Metin Akpınar gibi.

bıçakcı alaaddin camii.00
İstanbul Fatih Bıçakcı Alaattin Camii

BIÇAKÇI ALAATTİN CAMİ

Fatih’te, Sofular caddesini Horhor caddesine bağlayan, Molla Hüsrev Sokaktadır. Cibali karakolunun yeni yerinin alt tarafındadır.

Sokakta ilerlediğinizde sokak bitiyor ve merdivenlerle aşağıya iniliyor. Aşağıya indiğinizde, büyük bir alan ve ortasında bir cami göreceksiniz. Bir zamanlar tekke olan bu tür mekanlara saklı bahçe deniliyor. Tekkelerin önemli bölümü, böyle kendisini gizlemiştir. Günlük hayatın karmaşası ve stresinden bunalan insanlar, bu manevi huzur merkezlerine gitmişlerdir.

Diğer isimleri: Şeyh Alaeddin Mescidi veya Alaeddin Mescidi ve Tekkesidir.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Sümbül Efendi halifelerinden Şeyh Alaeddin Ali Kefevi tarafından 16’ncı yüzyılın ilk yıllarında mescit-tekke olarak yaptırılmıştır. 1630 yılında Sadrazam Bayram Paşa, mescide minber koydurur ve camiye dönüştürür.

Cumhuriyetin ilanının ardından tekkelerin kapatılmasıyla sahipsiz kalan mescit harap olmuştur. 1970’li yıllarda caminin yeniden yapılmışı için bir dernek kurulmuş ve 1974-1977 yılları arasında cami yeniden inşa edilmiştir.

Yani, günümüzdeki yapı; orijinalinden tamamen farklıdır. Ancak Osmanlı mescitlerinin görünümündedir.

Caminin en ilginç özelliği: sağ tarafında, duvarına asılmış kupa şeklinde, tuğladan yapılmış minaresidir. Şerefe yerine, gövde üzerinde külahtan önce, pencereli ezan okuma yeri konmuştur. Bu tür şerefeler: Güney Asya üslubudur ve 19’ncu yüzyılda bazı camilerde uygulanmıştır. (Örnek: Eyüp Sultan Zal Mahmut Paşa cami karşısında bulunan Silahi Mehmet Bey camisinin minaresidir ama tuğla değildir.)

Caminin doğusunda, Osmanlı üslubunda yapılmış, mermerden ve sekizgen bir şadırvan vardır. Şadırvanın çatısı, üzeri kurşun kaplı külah şeklindedir. Sekiz mermer sütun tarafından taşınmaktadır.

Caminin bahçesinin kuzey yönünde, bir çeşme vardır. Bol suyu bulunan bu çeşme, yakınlardaki bir kaynaktan alınan suyla yapılmıştır.

Caminin haziresinde 1658 yılında ölen Süleymaniye Şeyhi Mısri Ömer Efendi ve 1650 yılında ölen şair ve devlet adamı Azmizade Haleti Mustafa Efendinin mezarları vardır. Kırık dökük mezar taşları arasında, antik porfir sütundan dönüştürülmüş iki adet de sadaka taşı görülmektedir.

İlk yapılan binalardan günümüze sadece avlu girişi üstünde sülüs hatlı, tarihsiz bir kitabe vardır.

manisalı mehmet paşa camii.1
İstanbul Fatih Manisalı Mehmet Bey Camii

MANİSALI MEHMET BEY CAMİİ

Manisalı Mehmet Paşa Mahallesi, Atpazarı civarında İmam Niyazi Sokaktadır.

Mehmet Bey isimli bu molla Manisalıoğlu: ünlü Molla Hüsrev’in öğrencisiydi. Mahmutpaşa medresesinin de ilk hocasıydı. Bütün hayatı Fatih devrinde geçmiş, bir ilim ve idare adamıdır.

Caminin yapıldığı yer: Fatih Sultan Mehmet döneminde, bir tür “inzibat” bölgesi içinde kaldığından, camiye halk arasında kolluk kuvvetlerinden türemiş “kul” sözcüğü kullanılarak “kul camisi” de denilmiştir.

Sultan II. Beyazıt döneminde yani 1494 yılında yapılmıştır. Ancak günümüze sadece duvarı ulaşmıştır. Diğer bölümler onarılıp, günümüzdeki şeklini almıştır. Çünkü büyük Cibali yangınında hasar gören cami, harap halde iken 1960-1964 yılları arasında esaslı bir tamir görerek ibadete açılmıştır.

Yapı: düz çatılı, kagir semt camisi türündedir. Minaresi tek şerefelidir. Mihrabı, Kütahya çinisiyle kaplanmıştır. Mehmet Paşa, caminin haziresinde yatmaktadır.

feyzullah medresesi.1
İstanbul Fatih Feyzullah Efendi Medresesi-Millet Kütüphanesi

FEYZULLAH EFENDİ MEDRESESİ-MİLLET KÜTÜPHANESİ

Yapı: Fatih ilçesi, Sofular Mahallesinde, Macar kardeşler caddesi üzerinde ve Fatih Külliyesinin güneyindedir.

Medreseyi yaptıran Erzurumlu Feyzullah Efendi : birkaç kere Şeyhülislamlığa geldikten sonra, zayıf bir Padişah olan Sultan II. Mustafa’nın güvenini kazanmış ve 1695 yılında yeniden Şeyhülislam olmuştur. Bu dönemde: Sultan, İstanbul’a adım atmıyor ve Edirne’de oturuyordu. Onun yokluğunda, İstanbul’da sözü geçen tek kişi olan Feyzullah Efendi: elinde bulundurduğu makamın gücü ve hırsı ile: birçok hanedan kurup birçok tanıdık ve akrabasını, oğulları ve damatlarını önemli görevlere getirdi.

Hatta Osmanlı tarihinde ilk defa olmak üzere oğlu Fethullah Efendinin kendinden sonra Şeyhülislam olması için padişahtan bir ferman aldı. Sonunda İstanbul halkı ve yeniçeriler ayaklandı. Tarihlere “Edirne Vakası” veya “Feyzullah Efendi Vakası” adıyla geçen bu isyan önce İstanbul’da başladı ve sonra Edirne’ye sıçradı. Edirne’de bulunan Feyzullah Efendi ve ondan sonraki Şeyhülislam adayı oğlu görevlerinden alındılar. Feyzullah Efendi kaçmaya çalışırken, Pravadi’de yakalandı, yarı çıplak Edirne’ye getirildi.

Feci işkenceler sonucu oğlu ile birlikte başları kesilerek öldürüldüler. Cesetleri ise, parçalanarak Tuna nehrine atıldı. Cesedinin sevenleri tarafından nehirden çıkarılarak Sitti Hatun camii civarındaki Abdülkerim Mektebi avlusuna gömüldüğü rivayet edilmektedir.

Gelelim medreseye: Medrese 1700-1701 yılları arasında Şeyhülislam Seyyid Feyzullah Efendi tarafından inşa ettirilmiştir.

İsmi “Fevziye Dar-ül Hadis-i Medresesi” dir. Kitaplık ve dershane bölümlerinin tek bir binada düşünülmesi, Osmanlı mimarisi içinde çok nadir görülen bir uygulamadır.

Yapıya, avlunun doğusunda açılan eski arka kapıdan girilmektedir. Asıl kapı onarım sırasında zeminden hayli aşağıda kaldığı için örülerek kapatılmıştır. Feyzullah Efendi sokağına bakan asıl kapının üzerinde sülüs hatla yazılmış 4 satırlık bir Arapça tarih kitabesi vardır.

Yapı: kare planlı bir avlunun çevresinde sıralanan mescit, dershane, kütüphane ve medrese hücrelerinden oluşur.

Avlunun kuzeyinde, fevkani olarak inşa edilmiş kare planlı mescit-dershane ve ona simetrik kütüphane bulunur.

Avluyu güney ve batıdan L biçiminde 10 tane medrese hücresi sarar. Üstleri kubbeyle örtülü olan ve 4 x 4 metre ebatlarındaki bu hücrelerde birer ocak ve dolap nişi bulunur. Günümüzde avlunun büyük bölümü çiçek bahçesidir.

Cephe duvarlarında kesme taş, diğerlerinde bir sıra taş, iki sıra tuğla malzeme kullanılmıştır.

Yapının: 9 kubbeyle örtülen bir okuma salonu vardır.

Onarımdan geçmeden önce, medresede: çamaşırlık ve mezarlık bölümü vardır. Ancak yol yapım çalışmaları nedeniyle, her ikisi de yıktırılmıştır.

Medresede, yan sokağa bakan duvarın üstünde, yarı yarıya toprağa gömülü, iki gözlü bir duvar çeşmesi bulunur. Hattat Kami Mehmet Efendinin yazıtına göre çeşme 1700 yılında yapılmıştır. Bu çeşme, günümüzde zeminin 1700 yılından sonra ne kadar yükseldiğini gösterir.

Medrese, ilk yapıldığında yani Feyzullah Efendi döneminde, oğlu Şeyhülislam Mustafa Efendinin 1736 yılında yaptırdığı ve halen kütüphanede mevcut olan bir sayımda belirttiğine göre, burada deftere kayıtlı 1965 kitap bulunuyordu. Ayrıca kütüphanenin 1740 yılındaki sayımında 48 kitabın eksik olduğu, buna karşılık kayda geçmemiş 19 kitap bulunduğu görülmüştür.

1894 yılındaki depremde ve ardından Fatih yangınında hasar gören yapı: 1912 yılında Macar kardeşler caddesinin genişletilmesi sırasında yıkılacak iken Fransız elçisinin hanımı Madame Bombar’ın çabalarıyla kurtulmuştur.

Ardından Ali Emiri Efendinin elinde bulunan birçok yazma ve basma kitaplarını vakıf edeceğinin haber alınması üzerine, Evkaf Nazırı Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendinin gayretleriyle 1916 yılında tamir ettirilmiştir.

Ardından: aynı yıl, Diyarbakır doğumlu bir gezgin ve kitapsever olan Ali Emiri Efendi: hayatı boyunca topladığı, çoğu son derece seçme, içinde Osmanlı tarihleri, Padişah divanları, şuara tezkireleri ve fermanlar bulunan, çoğu nadir ve tek nüsha olan 16 bin cilt kitabını bağışlayarak 17 Nisan 1916 günü yapılan bir törenle ismini kendisinin verdiği Millet Kütüphanesini hizmete açmıştır.

Bağışladığı kitaplar arasında 30 altına satın aldığı, Türk dilinin ilk sözlüğü olan “Kaş-garlı Mahmut’un Divünü lügati Türk” adlı eserinin tek el yazması da vardır. Onun kütüphaneye bağışladığı eserler: Amasya Tarihi müellifi Hüseyin Efendi tarafından kayda geçirilmiş ve vakıf kayıt sistemine uygun olarak hem dillerine hem de konularına göre tasnif edilmiştir. Böylece: medrese bir kütüphane haline dönüşmüştür.

Neden “Millet Kütüphanesi”: Ali Emiri koleksiyonunu buraya bağışladığında, bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi isminin değil de “Ben bu kitapları milletim için topladım ve milletime vakfediyorum” diyerek kütüphanenin adının “Millet Kütüphanesi” olmasını istemiştir. Ali Emiri: 17 Nisan 1916 tarihinde kurduğu kütüphaneye, 23 Ocak 1924 yılına kadar yani ölümüne kadar yaşadığı sürece müdürlük yapmıştır.

1924 yılından itibaren: kendi binaları kullanılamayacak durumda bulunan Reşit Efendi, Carullah Efendi, Hekimoğlu Ali Paşa ve Pertev Paşa kütüphanelerindeki kitaplar, Millet Kütüphanesinde toplanmıştır.

Burada: zamanla sayıları 50 bine yaklaşan el yazması ve Latin harfleriyle yazılmış eserler toplanmıştır. Böylece İstanbul’un en zengin kütüphanesi ortaya çıkmıştır. Kitaplar yanında, yine burada Sultan II. Mahmut’un kendi elleriyle yazdığı son derece değerli levhalar da bulunuyordu.

Ancak 1962 yılında burası Halk Kütüphanesi konumuna geçince vakıf kütüphanelerinin kitapları, Süleymaniye Kütüphanesine nakledilmiştir. Ancak 1981 yılında kütüphanede hizmet veren İl Halk Kütüphanesi, Laleli’deki Simkeşhane binasına taşınınca, buradaki kütüphane yine “Millet Kütüphanesi” olmuş ve “Fatih İlçe Halk Kütüphanesi” olarak hizmet vermeyi sürdürmüştür.

Kütüphanede bulunan yeni eser kitaplar Sakarya Üniversitesi Kütüphane ve Dökümantasyon Merkezine devredilerek, burası araştırma ve ihtisas kütüphanesi konumuna getirilmiş “Millet Yazma Eser Kütüphanesi” adı ile hizmet vermeye başlamıştır.

Günümüzde burası bir araştırma ve ihtisas kütüphanesidir. Feyzullah ve Ali Emiri koleksiyonu olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Ali Emiri koleksiyonu: Arapça, Türkçe ve Farsça olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır. Türkçe yazmalar: tarih, coğrafya, manzum, tıp, müteferrik gibi konularına göre küçük birimler oluşturmuştur. Bu koleksiyonda fermanlar, beratlar ve hatlar gibi kıymetli belgeler bulunmaktadır.

Kütüphanede 2757 Türkçe, 3704 Arapça, 509 Farsça ve 28 diğer dillerde olma üzere 6998 yazma eser ile Arap harfli matbu eserler birlikte 30 bine yakın kitap vardır.

Yapı: 17 Ağustos 1999 depreminde diğer birçok tarihi anıt gibi ciddi hasar görmüştür. Hücre kubbeleri ve dershane kubbelerinde derin ve tehlikeli çatlaklar oluşmuştur.

Ali Emiri

Ali Emiri (1857-1924) ilginç bir kişiliktir. Diyarbakırlı zengin bir tüccarın oğludur. Gençliğinde, babası onu dükkanında çalıştırdığında, müşteri gelip mal sorduğunda Ali Emiri kitap okuduğu yerden “işte orada, fiyatı da şu kadar, almaya niyetin yoksa beni boşuna yerimden kaldırma” derdi. Sonunda, babası bu işin oğluna ya da oğlunun bu işe uygun olmadığını anladı.

Ali Emiri: çoğu Osmanlı gibi devlet memuru oldu. 19 yaşında katiplik görevine yükseldi. Akli fikri kitap biriktirmekteydi. Örneğin: bir kitaba taktığında, sahibi satmıyorsa, bir ikinci nüshasının Yemen’de olduğunu öğrendiğinde, oraya tayin isterdi. Tayin edilir tam gidecekken sahibi kitabı satar, böyle olunca Ali Emiri, tayin çıkan görevden istifa eder. Daha sonra yeniden memuriyete döner. Ancak kendi üslubuyla, 30 yıla yakın bu işi sürdürür.

Halep Defterdarı iken, uzun zamandır maaş alamayan memurlara dağıtması gereken maaş parasını, merkezden hazineye geri isterler Ancak vicdanlı Ali Emiri, gene de maaşları dağıtır, sonra emre uymadığı için yine istifa etmek zorunda kalır. Sahip olduğu bütün kitapları, kendi parasıyla satın almıştır. Parası ile satın alamadığı kitapları ise, tek tek elle yazarak kopyalamıştır.

Ali Emiri, 1908 yılında emekli olduktan sonra kırk civarında kitap dolu sandıkla İstanbul’a gelerek Beyazıt’ta iki katlı bir eve yerleşir. Öldüğünde, evinde bu tür elle yazılmış yani kopya edilmiş 721 tane kitap bulunmuştur.

kont ödon.1
İstanbul Fatih Kont Szechenyi İtfaiye Müzesi

itfaiye müzesi.1
İstanbul Fatih Kont Szechenyi İtfaiye Müzesi

KONT SZECHENYİ İTFAİYE MÜZESİ

Fatih ilçesi, Zeyrek semtinde, İtfaiye caddesindedir.

İstanbul’da bir teşkilat kurulması düşünüldüğünde, hükumet, İtfaiye hizmetlerine  dair Avrupa mevzuatını inceletmiş ve Macaristan itfaiye teşkilatının hepsinden üstün bulunduğu tespit edilmiştir. Durum padişaha iletilmiş ve Kont Odön Szechenyi: 1872 yılındaki büyük İstanbul yangınının ardından, İtfaiye teşkilatını yapılandırılması için, 1874 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Macaristan’dan davet edilmiştir.

Kendisi itfaiyenin askeri disiplinle çalışma esaslarını hazırlamış ve 26 Eylül 1874 tarihinde İstanbul, Beyoğlu, Üsküdar ve Kadıköy’de 4 kara taburu kurmuştur. Ayrıca: Fatih, Samatya, Babıali, Fener, Pangaltı,  Dolmabahçe, Yıldız, Arnavutköy, Sarıyer ve Kuzguncuk’da birer müfreze kurulmuş ve zaman içinde buna bir de Bahriye İtfaiye Taburu ilave edilmiştir.

Yangın söndürme aletlerinin modernleştirilmesine dönük olarak Macaristan’dan dört tulumba satın alındı. Rusya devleti de yangınla mücadele konusunda Osmanlıya destek verdi, Çar Alexander, Sultan Abdülaziz’e, Petersburg yapımı iki tulumba hediye etti. Rus çarı, ayrıca itfaiyecilikte mahir iki adamını İstanbul’a gönderdi.

48 yıl İstanbul itfaiyesini yönetmiş olan Kont, İtfaiye teşkilatını yapılandırdıktan sonra, Paşa unvanı ile taltif edilmiştir.

Biraz kendisinden bahsedelim. Kont, aristokrat bir aileden gelmektedir. Dedesi Macaristan milli kütüphanesinin kurucusudur. Babası ise, Macar askeri tarihine ismini altın harflerle yazdırmış bir kumandandır. 1848-1849 Macar kurtuluş savaşından sonra kurulan devlette ilk imar bakanı olarak görev yapmıştır. Kont Szechenyi: Londra şehrine gittiğinde, Londra itfaiyesine girer. 3 yıl kaldığı İngiltere’de itfaiye sahasında geniş tecrübeler kazanır.

Ardından Viyana’ya  döndü ve Viyana ve Peşte itfaiye teşkilatının başına getirildi. 1870 yılında Peşte şehrinde yeni bir itfaiye örgütü kurdu. 1873 tarihinde çağın en büyük felaketi olarak nitelendirilen vagon fabrikasındaki yangında, tüm itfaiye ekiplerini yönetti. Şöhreti daha da arttır. İlk olarak 1871 yılında İstanbul’a geldi, askeri yapıda bir itfaiye örgütü kurulmasını önerdi, mevcut belediye itfaiyecilerine teorik bir takım bilgiler vererek, onları temel konularda eğitti.

Kendisi gibi itfaiye uzmanı olan arkadaşı Baroni ile birlikte 1874 yılında ikinci kez İstanbul’a geldi. Sultan Abdülaziz’in iradesiyle İtfaiye alayı başöğretmenliğine ve Baroni de yardımcılığına atandı.

Zaman içinde, yangın söndürme işinin askeri olmaktan ziyade Belediye görevi olduğu dikkate alınarak bu görevin Belediyelere devrine karar verilmiş ve 25 Eylül 1923 tarihinde askeri itfaiye görevi fiilen Belediye itfaiyesine devredilmiştir.

Müze: 1931 yılında İtfaiye için idari merkez olarak kullanılan binanın yanında, dönemin itfaiye çalışanları tarafından açılmıştır. 1998 yılında müzenin ismi “Kont Szechenyı İtfaiye Müzesi” olarak değiştirilmiştir.

Günümüzde müze: Beşiktaş Yıldız Parkı yanındaki eski bir su sarnıcı olan yeni mekanına taşınarak 2013 yılında ziyarete açılmıştır.

Müzede: yaklaşık 200 yıl öncesine kadar İstanbul’da kullanılan yangın söndürme aletleri ve tulumbalar ile tulumbacı ve itfaiyeci kıyafetleri sergileniyor.

hagios polyeuktos.0
İstanbul Fatih Ayios Polyeukta Kilisesi

AYİOS POLYEUKTA KİLİSESİ

Fatih Heykelinin tam karşısında, ana cadde üzerindeki küçük bir parkta, bu kilisenin kalıntıları görülebilir.

İmparator III. Valentinus’un yeğeni Anicia Juliana: 524-527 yılları arasında Forum Tauris’ten Havariyyun kilisesine giden ve Mese olarak isimlendirilen ana caddede: Konstantiniani veya Theodosianai diye adlandırılan bölge, aile mülkü yakınlarında, Aziz Polyeuktos’a adanan bir kilise yaptırdı. Kilise, Mese caddesinin kuzeyinde, yamaçta kuruldu.

Tüm yapı: Vaftizhane, Martriyum ve dışarıdan 52 x 58 metre büyüklüğündeki ana mekandan oluşuyordu. Bu mekanın geniş  merdivenlerle ulaşılan narteksi, atriumun seviyesinden 5 metre daha yüksekti. Ortadaki nefin kubbeyle örtülü olduğu sanılıyor. Bir kısım belgeye göre, kilisenin iç donanımının oldukça zengin olduğu düşünülüyor. Zemin ve duvarlardaki mermer kaplamalar, mozaik ve taş kakmalarının çok özel nitelikte ve sanat tarihi açısından önem taşımaktadır. Marmara adasından getirilerek işlenmiş mermerler ve kabartmalarla bezenmiş yapı taşları bulunur.

Evet devam eden süreçteki gelişmeler şöyledir. Günümüze kadar ulaşan kubbeli mahzenler, 7’nci yüzyılda molozla doldurulur. İkonacılık döneminde, kilisenin figüratif kabartmalı ortadan kaldırılır. Kilise 10’ncu yüzyılın ikinci yarısına kadar kullanılır. 10’ncu yüzyıl sonu veya 11’nci yüzyıl başında, yapı harabe hale gelir. Buna sebep olarak: 1010 yılındaki depremden etkilendiği düşünülmektedir. 12’nci yüzyılın ortalarına doğru atrium yağmalanır. Kuzeydeki yapı sarnıca dönüşür ve atrium, mezar olarak kullanılır. Nispeten iyi korunarak gelen kilise, 1204 yılındaki Latin Haçlı istilasında tamamen yağmalanır.

Pek çok parçası Venedik’e kaçırılır ve oradaki San Marco manastırında kullanılır. Diğer yapı parçaları, eski İstanbul’da diğer yapılarda yeniden kullanılır. Azizlerin kutsal kalıntıları ise, 14’ncü yüzyılda Rus hacıların yazdıklarına göre Havariun kilisesinin bir yan şapelinde bulunmaktadır. İstanbul’un fetih edilmesinden sonra, kilise kalıntılarının kuzeydoğusunda, 1474-1475 yılları arasında mimar Ayas mescidi yapılır. 1489 yılında kilise kalıntılarının üstüne Karagöz mescidi inşa edilir ve 1493-1494 yılları arasında, Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa hamamı eklenir. Her iki yapıda da özellikle hamamın temelinde, buradan alınan yapı taşları kullanılır.

1943 yılında Atatürk Bulvarının yapılmasıyla İbrahim Paşa hamamı ve harap durumdaki Karagöz Mescidi yıktırılır. 1958 yılında mimar Ayas mescidi de yıktırılır. Saraçhane’deki kazı çalışmalarında, 1912 yılında ilginç bir sütun başlığı bulunur. Bunlardan biri de yazıt fragmanıdır. Bunun üzerinde, Polyeuktos kilisesinin bulunduğu bölge 1964-1968 yılları arasında pek çok kazı yapılarak incelenir. İç donanıma ait pek çok yapı malzemesi ve Polyeuktos kilisesinin temelinden bahçe ile de ilintili pek çok temel parçası ortaya çıkarılır.

Evet, Ayasofya öncesinde şehirdeki en büyük bazilikalardan biri olan kilisenin kalıntıları günümüzde parkta dağınık halde bulunan yapı parçalarının muhtemelen bu kiliseye ait olduğu düşünülmektedir.

1500 yıllık bu kalıntılar, bulunduktan sonra uzun süre bakımsızlıktan açık hava tuvaletine dönüşmüştü. Ancak yakın geçmişte, çevre ve tarihe duyarlı üç genç tarafından, burası açık hava müzesine dönüştürüldü. Bu üç gencin (Nihan Parlak, Barış Baruter, Mert Güller) yaptıkları mücadeleden söz etmek istiyorum. Bu gençler, Milli Eğitim Bakanlığının düzenlediği proje yarışmasına katılırlar.

Proje konusu olarak: Saraçhane’deki Ayios Polyeuktos kilisesi seçilir. Çevresi devlet kurumlarıyla çevrili 1500 yıllık kilise, içler acısı durumdadır ve kilise kalıntılarını yakından incelemek isteyenler burunlarını tıkamak zorunda kalıyorlardı. Bu üç lise öğrencisi, kilise kalıntılarını temizleyip, burayı turistik bir mekana dönüştürmek istiyorlardı. Belediye bu isteklerine olumlu cevap verdi.

İlk iş olarak kalıntıların çevresi, belediye tarafından tel örgü ile çevrildi ve kalıntılar olumsuz dış etkilerden biraz olsun kurtarıldı. Ancak en son gördüğüm manzara yine içler acısıdır. Kalıntıları çevreleyen tel örgünün yer yer yıkıldığını ve kalıntıların bulunduğu alanın yine kestirme yol ve tuvalet olarak kullanıldığını gördüm.

FATİH BELEDİYE BİNASI

Saraçhane parkının güneyinde, Atatürk Bulvarı ve Şehzadebaşı caddesinin kesiştiği yerdedir.

Burada iki taş bina vardır. Bir tanesi Fatih Belediye binası ve diğeri İtfaiye teşkilatı binasıdır. Her iki bina da: “I. Ulusal Mimarlık” akımı ölçütlerine göre, 1914 yılında yapılmıştır. Eserlerde: klasik Osmanlı mimarisi elemanları vurgulanmıştır. Sivri kemerli pencerelerin üstünde, çini bezemeler görülür. Bu stildeki tasarımlar, o yıllarda çok modaydı. Kadıköy’de iskele karşısındaki Belediye Binası da buna çok benzer ve aynı yıl yapılmıştır.

hırkai şerif camisi.1
İstanbul Fatih Kutsal Hırka ve Hırka-i Şerif Camii

KUTSAL HIRKA VE HIRKA-İ ŞERİF CAMİ

Haseki caddesi üstündedir.

Caminin ünü: özellikle Ramazan aylarında sergilenen, Peygamberimizin hırkasından gelir. Bu kutsal emanet: Veysel Karani’ye hediye edilmiştir. (Veysel Karani hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenler, yine bu sitede bulunan, Bitlis yöresindeki Veysel Karani Türbesi yazısını inceleyebilirler)

Hırkanın: Peygamberimizin miraca çıkarken üzerinde bulunduğu söylenmektedir. Hırka: 1.20 metre uzunluğundadır, sekiz parçadan oluşur, bej renklidir ve cam kapaklı, gümüş bir sandık içinde saklanmaktadır.

Veysel Karani evlenmediğinden ve çocuğu olmadığından ölümünün ardından hırka kardeşi Şihabeddin el-Üveysi’ye geçmiştir. Üveys aşireti, Irak ve Güneydoğu’da ikamet ettikten sonra, Kuşadası’na göç etmiş ve burada uzun süre tarımla meşgul olmuş, aşiret halinde yaşamışlar, sahip oldukları emanet nedeniyle kendilerine “Hırka-i Şerif Şeyhleri” denilmiştir.

Böylece Üveysi sülalesinin elinde kalan Hırka-i Şerif: 17’nci yüzyıl başlarında ailenin o tarihteki reisi Şükrullah Üveysi tarafından Sultan I. Ahmet’in fermanı üzerine İstanbul’a getirilmiştir.

Üveysi ailesi İstanbul’a yerleşmiştir.

Ancak, Üveysi ailesinin Fatih semtinde yerleştiği evde sergilenen hırkanın korunması için: Sadrazam Çorlulu Ali Paşa: kagir bir hücre ve yanında bir çeşme ve imaret inşa ettirmiştir.

1725 yılında ise, Şeyh Osman Üveysi zamanında, bir vakıf kurulmuştur.

Ancak, zamanla yapının ziyaretler için yetersiz kalması üzerine, 1780 yılında Sultan I. Abdülhamit, bugünkü Hırka-i Şerif camisinin avlusunda kalan hücreyi inşa ettirir.

Bu hücre, Sultan II. Mahmut zamanında, 1812 yılında yenilenir. Bu bilgi Eski Hırka-i Şerif odasının dış duvarındaki kitabede yazılıdır. Kitabenin hattı Mehmet Şehabettin’e aittir. Oda içinde mavi-beyaz renkli Kütahya işi çiniler kullanılmıştır.

Ancak bu hücre de ziyaretler için yetersiz kalır. Bunun üzerine, Sultan Abdülmecid tarafından günümüzdeki cami yaptırılır.

Hırka-i Şerifler ve ziyaretler

İstanbul şehrinde, Peygamberimize ait iki adet hırka saklanmaktadır. Bunlardan bir tanesi Veysel Karani’ye hediye edilen ve yukarıda anlattığım hırkadır.

Diğer hırka ise, Topkapı Sarayında Hırka-i Saadet denen yerde saklanan hırkadır. Bu hırka: Hz Muhammed’in Kab bin Züheyr’e hediye ettiği sanılan “bürde” bir anlamda “Peygamberin halifesi olmanın simgesi kabul edilerek” özel bir çekmecede koruma altına alınmıştır. Bu kutsal emanetin hikayesi şöyledir: Muhammed ve İslam’ı hicveden şiirler yazan şair Züheyr: erkek kardeşi Büceyr’in Müslüman olmasından hoşnut olmaz.

Mekke şehri Müslümanlar tarafından ele geçirilince, şair Züheyr için idam kararı alınır. Ancak bu sırada yaptıklarından pişman olan Züheyr: gizlice Medine’ye gider ve kendisini tanıtmadan Hz Muhammed’in huzuruna çıkar. Hz Muhammed tarafından affedildiğini öğrenince, kendini tanıtır ve Peygamberimizi öven ünlü şiiri “Kaside-i Bürde” yi yazar. Kasideyi çok beğenen Peygamberimiz, sırtındaki hırkasını çıkararak Züheyr’e hediye eder.

Bu hırka: Muaviye Ebi Süfyan tarafından on bir dirhem verilerek satın alınmak istenir ancak Züheyr onu satmaz. Ancak ölümünden sonra, Muaviye yirmi bin dirhem karşılığında hırkayı satın alır. Hırka: sırasıyla Emeviler ve Abbasilere geçer ve bir süre Mısır’da korunur ve Abbasi halifeleri tarafından bazı törenlerde giyilir.

Yavuz Sultan Selim: 1517 yılında Mısır’ı fetih ettiğinde Hilafet, Abbasilerden Osmanlı Padişahlarına geçer. Bu olayın ardından son Abbasi Halifesi III. Mütevekkil’de bulunan, Hz, Peygamberin Hırkası (Hırka-i Saadet) Yavuz Sultan Selim’e verilir ve İstanbul’a getirilir. Bu hırka: 1.24 metre boyunda, geniş kollu ve siyaha çalan yünlü kumaştan yapılmıştır. İç kısmı, krem renkli yünden kaba bir kumaşla kaplıdır. Önünde, sağ tarafında bir parçası eksiktir. Sağ kolunda da eksiklik vardır.

hırka-i saadet.dairesi.1
İstanbul Fatih Hırka-i Saadet Ziyaret Törenleri

Hırka-i Saadet ziyaret törenleri

Yavuz Sultan Selim’in yaptığı sefer sırasında ele geçirdiği eşyalar Saraya getirildikten sonra bir süre Harem Dairesinde muhafaza edildi ve daha sonra da Hasoda’ya alındı. Hasoda: Fatih Sultan Mehmet döneminde, Padişahların Enderun avlusundaki özel dairesi olarak yapılmıştır. 16’ncı yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı sultanları tarafından ikamet için kullanılmıştır. Hasoda’da “Mukaddes Emanetler Dairesi” bulunurdu.

Bunlar arasında Hz. Muhammed’in hırkası olduğu kabul edilen Hırka-i Saadet denen kutsal emanet: özel bir çekmecede koruma altına alındı.

İşte bu hırka için, Sarayda yapılan bir törenle ziyarete başlanırdı.

Ramazan ayının 12’nci günü: Hasodalılar tekbir ve selat ü selam getirerek Hırka-ı Saadet ile diğer mukaddes emanetleri bir başka daireye götürürdü. Bu daire, 17’nci yüzyıl ortalarından itibaren Revan köşkü olarak sabitlenmişti. Mukaddes emanetler, Hasoda’dan çıkarıldıktan sonra, iki gün boyunca burası gül sularıyla yıkanır, silinip temizlenir ve sonra mukaddes emanetler buraya taşınırdı. Ramazan ayının 14’ncü gününe denk getirilen bu taşınma sonucunda 15’nci günün sabah namazını, dönemin sultanı burada kılardı.

Namaz sonrasında ise, ziyareti yapacak olan tüm makam sahipleri ve din bilginleri saray meydanında toplanırdı. O sırada öğle namazını Ayasofya’da kılan Sadrazam ve Şeyhülislam da, Saray meydanında toplanan kişilere katılarak “Hırka-i Saadet Alayı” nı oluştururdu. Bu alay, hep birlikte Saraya alınır ve Hasoda’daki arz haneye davet edilirdi. Bunun ardından, Sultan Hasoda ağalarına gümüş sandukayı ve yedi kat bohçaya sarılı olan küçük altın çekmeceyi açtırır ve Hırka-ı Saadet dışarı çıkarılırdı. Bundan sonra sembolik bir temizlik işlemi yapılırdı.

Temizlik, Sultan tarafından hırkanın bir yeni veya bir yaka düğmesi, altın tas içinde, zemzem suyu ile yıkanırdı. Yıkanan kısım, amberli ateşdan (bir tür ocaktır) ile kurutulur ve hırka, sırma işlemeli bir yastık üstüne konularak, başında Sadrazam ve Şeyhülislamın bulunduğu, Alaydaki kişiler içeri alınarak hırkaya yüz sürülürdü. Bu sırada da tören boyunca, Hasodalıları hünkar imamı ve müezzinler de Kuran-ı Kerim okurlardı. Bu temizlik ve yüz sürme seramonisi: 1825 yılından itibaren, hırkadaki yıpranmaların önüne geçmek için değiştirilmiş ve hırkanın üzerine bir tülbent örtülmeye başlanmıştır.

Her sene değiştirilen tülbent, o günün anısına bir kişiye hediye edilirdi. Bu törende, ziyaretçiler ve İstanbul halkı tarafından önemli, bir başka husus vardı. O da, Sultan tarafından altın tas içinde zemzem suyu ile sembolik olarak yıkanan hırkanın yıkama suyu yani tastadi suyu, birer-ikişer damla şeklinde ziyaretçilere dağıtılırdı. Bu suya “ma-mübarek” denirdi. Yani mübarek su. Halk bu suda şifa olduğuna inanır ve hastalıklarına çare olması için içerlerdi. Hatta bu törenden sonra, İstanbul’daki kimi dükkanlarda ağzı mühürlü olarak şişelerde sözde “mübarek su” satışa çıkardı.

Bu törenden sonra: Valide Sultan başlarında olarak harem kadınları, Padişahın gözetiminde “Hırka-i Şerif” ziyaret ederler ve bu sırada dışarıda, saray çalışanlarına tepsilerle baklava dağıtılırdı. Bu dini tören 1922 yılına kadar sürdü ve bu yıllarda boşalmış olan Topkapı Sarayına, Dolmabahçe Sarayından gelip tören yapılırdı.

hırkai şerif.1
İstanbul Fatih Hırka-i Şerif

Hırka-i Şerif ziyaret törenleri

Hırka-i Şerif’in sorumluluğu Karani soyundan gelen şahıslara aittir. Veysel Karani’nin 57’nci kuşaktan torunu olan Haşim Köprülü’nün eşi Nuriye Köprülü’nün Kasım 2005 ayında ölümünün ardından kızı Gülay Köprülü bu görevi üstlenmiştir.

Yukarıda anlatılan yani Topkapı Sarayındaki Hırka-i Şerif törenlerinin dışında: 1617 yılından başlayarak, Veysel Karani’den günümüze ulaşan Hırka-i Şerif de ziyaret edilirdi. Burada yapılan törenlere de Sultan yerine Valide Sultan başkanlık eder ve tören, onların idare ve gözetiminde yapılırdı.

Üveysi ailesinin reisi veya onun vekil tayin ettiği kişi: mukaddes hırkayı, nişin önüne konulan som altından yapılmış bir sehpanın üstüne koyar, arkasına geçer ve hırka bu şekilde ziyarete açılırdı. Doğu yönündeki galeriden salat ve selam okuyarak bu alana giren ziyaretçiler, Hırka-i Şerif’i ziyaret ettikten sonra, hırkaya sırtlarını dönmeden, geri geri batı yönündeki kapıdan çıkarlar.

Cami

Fatih ilçesi Atikali semtinde Hırka-i Şerif mahallesindedir. İlk önce, camiye konulacak mukaddes emaneti koruması için bir jandarma karakolu kurulmuştur. Günümüzde bu karakol, caminin karşısındadır ve ilkokul olarak kullanılmaktadır. Ayrıca: Üveys ailesinin en yaşlı bireyine yani reisine, satılmamak kaydı ile bir mülk, aile reisinin reşit olmaması durumunda o kişiye vekalet edecek kişi için bir vekil odası da yaptırılmıştır.

Ardından cami yapımına 1847 yılında Sultan Abdülmecit tarafından başlattırılır.

Mimarın Garabet Balyan olduğu tahmin edilmektedir. Caminin en önemli özelliği: o dönemin Batı tarzını yansıtır şekilde inşa edilmesidir. Cami yüksekçe bir set üstüne inşa edildiğinden, alt taraftaki girişte bolca merdiven basamağı vardır. Avlunun birkaç giriş kapısı vardır.

Ahşap kapılar anıtsal büyüklüktedir. Avlunun ön girişinin karşısındaki ahşap konut: çevrenin en güzel karakteristik sivil yapılarından birisidir. Giriş kapısının üzerindeki 1851 tarihli kitabe metni Ziver Efendi tarafından kaleme alınmış ve hattat Kazaesker İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Ana mekan: 8 köşelidir ve tek bir kubbe tarafından örtülür. Kubbe yaklaşık 11 metre çapındadır. Kubbede Nur Suresinin 35’nci ayeti yazılıdır.

İç mekan: küçüktür, dönemin özelliklerini yansıtan ampir ve rokoko gibi süsleme unsurları içerir. Oldukça büyük pencereler, bu küçük camiyi yeterince aydınlatır. Pencereleri ahşap doğrama olup, içte ve dıştan motifli parmaklıklarla korunmuştur. Pencerelerin üstünde bulunan ayetler, Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Kapalı mekanın diğer süsleme unsurları: hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından hazırlanan yazılardır.

Ayrıca minberin üstünde, Sultan Abdülmecit’in yazarak imzasını attığı levhalar da bulunur. Ortadaki kapının sağ ve sol yanlarındaki ikişer sütun, son cemaat yerini tutar. Kapı üzerindeki yuvarlak ve kocaman, tuğralı cam süsleme biçimi: kiliselerdeki gülbezek motifini andırır. Zaten bu ve benzeri eklektik yapılarda, diğer mimari süsleme biçimlerinden her zaman yararlanılmıştır.

Camide, 2 minare vardır. Minareler tek şerefelidir. Minarelerin kaideleri, ustalıkla bina gövdesi içine gizlenmiştir. Minareler, cami giriş kapısının bulunduğu duvarın iki köşesine yerleştirilmiştir. Bu köşelerden yükselen minareler, cami tavanına eriştiğinde silindir şeklinde yükselir. Minarelerin külahının hemen alt bölümünde ise alışılmadık bir şekilde çok güzel süslemeler yapılmıştır.

Hünkar Mahfili

Hünkar Kasrı: caminin kuzey tarafındaki kanadın üst katındadır. Hünkar Dairesi ise, caminin kuzey tarafında iki katlı olarak inşa edilmiştir.

hırkai saadet.2
İstanbul Fatih Hırka-i Şerif Dairesi

Hırka-i Şerif Dairesi

Hırka-i Şerif: camide üst katta saklanıyor. Yani mihrap duvarına bitişiktir. Bu bölümün alt katında mukaddes Hırka-i Şerif muhafaza edilmekte, üst katında ise ziyarete açılmaktadır. Hırka-i Şerif dairesi sekizgendir. Kubbesi basıktır. Ziyarete kapalı olduğu günlerde, hırka bu yapının zemin katında muhafaza edilir. Bu yapı, kuzey tarafından camiye bitişiktir.

Yapının üst katı ise, ziyaret yeridir. Pencere kemerleri yuvarlaktır. Bu kemerli pencerelerden bir tanesinin camı yoktur, örülüdür. Buna mimari yapıda sağır pencere denir. Ziyaret zamanlarında mukaddes hırka, işte bu pencerenin önünde ziyarete açılır. Duvarlarda çelenkler ve helezoni dallarla süsleme yapılmıştır.

Her ramazan ayının ilk Cuma gününden son Cuma gününe kadar ziyarete açılıyor. Karani soyundan gelen bir kişi, ilk Cuma günü kapıyı ziyaretçilere açıyor. Camide: bir hünkar dairesine ilaveten, Hırka-ı Şerif’in alındığı Üveys ailesi için yapılmış bir bölüm vardır. Yani: Üveysi ailesinin en yaşlı erkek bireyi yani reisi burada yaşamaktadır.

Hırka-i Şerif İlkokulu

Caminin hemen yanındadır. Burası, cami yapılmadan önce Hırka-i Şerif’in  korunması için kurulan Jandarma karakol binasıdır.

akseki mescidi.1
İstanbul Fatih Akseki Mescidi

AKSEKİ MESCİDİ

Hırka-i Şerif camisi yakınındadır. Mescidin bulunduğu mahalle, günümüzde “Aksekili Mahallesi” olarak bilinir.

Camiyi ilk yaptıran Aksekili Kemalettin Efendi, İstanbul’un fethine katılmış ve mescidi 1453 yılında yaptırmıştır. Cami: 16’ncı yüzyıl sonlarında: Reisülküttab Dal Mehmet Efendi tarafından, ahşap olarak yeniden yaptırılmıştır. Ardından yine uzun süre bakımsızlıktan harap olan mescit: 1897 yılında Hacı Şevki Aşkı Efendi tarafından ahşap olarak yeniden yaptırılmıştır ve böylece son şeklini almıştır.

Bu yenilemeler sırasında mescide minber ve minare eklenmiş ve camiye dönüştürülmüştür. Cami: dikdörtgen planlıdır. Kapalı ve küçük, iki katlı son cemaat yeri vardır. Binanın içi 7.20 metre genişliğe ve 11 metre derinliğe sahiptir. Ahşap tavanın göbeği, yedi kollu bir yıldız şekliyle süslenmiştir.

Çatı kiremit örtülüdür. Minare sağda, son cemaat yeriyle harimin birleştiği yerdedir. Kaidesi kesme taş ve tuğladan, gövde tuğla ile örülmüştür. Şerefesi kesme taştan, külahı kurşunla kaplanmıştır. Minarenin girişi mescit içindendir.

Camiyi yaptıran her üç baninin kabri de, mihrap önündeki hazirede bulunmaktadır.

mesih paşa camii.0
İstanbul Fatih Mesih Mehmet Ali Paşa Camii-Bodrum Camii-Mirelaion Kilisesi

MESİH MEHMET ALİ PAŞA CAMİİ-BODRUM CAMİİ-MİRELAİON KİLİSESİ

Laleli camisi karşısındaki sokağın sonunda, Hırka-i Şerif camisinin yakınında, Mesihpaşa mahallesindedir.

Cami: Roma dönemine ait yuvarlak bir yapının kenarında yükselmektedir. 30 metre çapında olan yuvarlak yapının, muhtemelen bir mezar binası olduğu düşünülmektedir. Ancak tamamlanamadığı tahmin edilmektedir. Hatta burası I. Romanos’un yaptırdığı İmparatorluk mezarı olarak düşünülürken, buradan çıkan lahitlerin, bir İmparator için basit olması, bu tahminleri boşa çıkarmıştır.

Bizans döneminde öldükten sonra sur içine gömülmek için ya imparator ya da asilzade olmak gerekiyordu. Bu yüzden sur içinde yapılan kiliselerin mezarlıklar da genellikle imparatorlar ve asillere aitti.

Bazı araştırmacılara göre: Bizans dönemine ait kısmen kubbeli ve kısmen çapraz tonozlu üst örtünün, özellikleri de dikkate alınarak, 10’ncu yüzyılda Romanos I. Lekapenos’un sarayının alt yapısı olarak değerlendirildiği düşünülmektedir. Bu yuvarlak yapı, Bizans döneminde, içine devşirme sütunlar dikilerek su sarnıcına çevrilmiştir. Çapı dıştan 30 metre ve duvar kalınlığı yaklaşık 5 metredir.

2.50 ve 2.90 metre yükseklikteki sütunların üzeri de, tonoz örtüyle kapatılmıştır. Güneydoğu tarafı, kayalara oturtulmuştur. 1965 yılında yapılan temizleme çalışmaları sırasında boşaltılan molozun içinde Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait çeşitli buluntular ele geçirilmiştir.

Bunların içinde, en önemlisi bir heykele ait olduğu anlaşılan porfir parçadır. Arkeologlar tarafından bu parçanın: Venedik San Marco kilisesinin güneybatı köşesindeki “Tetrark Heykel Gurubu”nun kırık bölümü olduğunu saptanmıştır. Yapılan ölçümler sonucunda da bu tez kanıtlanmıştır. Tetrakların İstanbul’dan götürülmüş olduğu kesinlik kazanmıştır.

Bu buluntuya ulaşılıncaya kadar söz konusu heykel gurubunun Filistin’deki Akra şehrinden Venedik’e götürüldüğü tahmin ediliyordu. Sarnıç da cami gibi iyi korunarak günümüze ulaşmış ve 1992 yılında geçirdiği onarımın ardından, günümüzde çarşı olarak kullanılmaktadır.

Bu yuvarlak yapının üstüne, Bizans imparatoru I. Romanos Lekapenos (920-944) sarayını kurdurmuştur. Ardından, burada Myrelaion adı verilen bir manastır inşa ettirir. Saray ve manastır, sarnıca dönüştürülen Roma dönemi yuvarlak yapısının üstünde ve yüksekte olduğundan: kilisenin de altında yüksek bir bodrum katı ve bir kripta yapılması gerekli olmuştur.

1970’lerde temizlenen, mabedin tam altındaki bu mahzen kısmı, aslında İmparator Romanos’un kendisi ve aile fertleri için mezar yeri olarak tasarlanmıştır.

Manastır daha sonra: camiye dönüştürülür ve “Bodrum camisi” ismini alır. Yapının “Bodrum cami” adını almasının sebebi: altında bulunan ve caminin yüksekliğinin komşu binalarla eşit olmasını sağlayan mahzen ve sarnıçtır.

Arkeolojik çalışmalar

Yapının arkeolojik çalışmaları: 1930 yılında D.Talbot Rice öncülüğündeki İngiliz arkeoloji heyeti camide araştırma yapmıştır. Bu çalışmalar sırasında mozaik bulma ümidiyle bütün duvar sıvaları kazınmıştır. Ancak istenilen derecede önemli buluntu tespit edilememiştir.

1964-1966 yılları arasında ise Sriker, caminin altındaki bodrum olarak adlandırılan mahzeni temizlemiş, R. Naumann ise cami çevresinde bir kazı yaparak, Romanos’un sarayını bulmaya çalışmıştır.

Bu çalışmalarda: buranın Bizans döneminde, İmparator I. Romanos Lekapenos tarafından, saltanatının başında, kendi sarayı ile birlikte yaptırılan “Mirelaion” yani “Kutsal mür yağı yeri” manastırı olduğu saptanmıştır.

Güzel kokulu kutsal yağdan gelen “Mirelaion” adının, İkonakırıcılık dönemindeki dini ve siyasi çekişmelerden ötürü, balık yağı kokusu anlamına gelen “Psarelaion” a dönüştüğü de Bizans efsanesidir. Evet, İmparator I. Romanos Lekapinos: burada kendi sarayını ve yanında küçük bir manastır inşa ettirmiştir.

Muhtemelen İmparatorun eşi Theophano, hayatının son günlerini bu manastırda geçirmiştir. Manastırın hemen altında, 922 yılında ölen Theophano’nun gömüldüğü mezar şapeli vardır. Hatta: İmparator I. Romanos, bir söylentiye göre, bu mezarlığın prestijini arttırmak için, 602 yılında öldürülen İmparator Mavrikios ve çocuklarının cesetlerini de buraya getirtmiştir. 932 yılında ölen oğlunu da buraya gömdürmüştür. Daha sonraları 961 yılında ölen kızı Helena da buraya gömülmüştür.

Mirelaion manastırı: 10’ncu yüzyılın sonları ile 11’nci yüzyılın ortalarında: kadınlar manastırı kimliğine bürünmüştür. Bu durum: I. Romanos’un 944 yılında tahttan indirilmesiyle yerine geçen İmparator II. Romanos’un kız kardeşini rahibe olarak 960 yılında bu manastıra kapatmasıyla anlaşılır. Ayrıca 1057 yılında tahta geçen I. İsaakios Komnenos’un karısı Katerina ve kızı Maria’nın yine manastırda rahibe olmaları bunu kanıtlamaktadır.

Manastırın yanında, bugünkü mermer terasın bulunduğu yerde, Rotunda olarak bilinen daha erken dönem Roma binasının temelleri üzerine, bir de saray inşa edilmiştir.

Manastırın ana mekanı, yüksek ve pencereli bir kubbeyle örtülüdür. Yapının doğu tarafında, içten yarım yuvarlak,  dıştan üç cepheli bir apsis ile iki yanında yonca biçiminde planlanmış hücreler vardır. Kubbenin orijinal hali korunmuştur. Caminin yanında bir de su sarnıcı vardır.

Camiye çevrilme

Kilise: 15’nci yüzyıl sonlarında, Bizanslı Palaiologos hanedanına mensup, İslam’a geçerek 1480 yılında başarısız Rodos taarruzunda, Sultan II. Mehmet kuvvetlerine komutanlık yapan, Mesih Mehmet Paşa tarafından 1485 yılında camiye çevrilmiştir.

1501 yılında Galata’da bulunan barut mahzenine yıldırım düşer ve yangın çıkar. Sadrazam Mesih Paşa ve Galata kadısı yangın söndürme çalışmalarına katılırlar. Bu sırada, yüksekçe bir yerden düşerler. Mesih Ali Paşanın ayakları kırılır ve müddet sonra da ölür. Kabri: Aksaray’da bulunan “Murad Paşa Cami” haziresindedir.

Caminin mimarı Davut Ağa’dır. Camiye dönüşüm sırasında, eski yapıya çok müdahale edilmemiştir. Bir mihrap, basit bir ahşap minber ve sağ tarafına da minare ilave edilmiştir. Hiçbir şekilde herhangi bir Türk mimari unsuru eklenmemiştir. Hatta bu işlemler sırasında, son cemaat yeri dahi ilave edilmemiştir. Binadaki tek değişiklik: kubbeyi ve dört büyük tonozu taşıyan sütunlarda olmuştur. Muhtemelen bir yangında zedelenen bu sütunların yerine veya çevrelerine, taştan payeler yapılmıştır.

Tuğla ile inşa edilen kagir yapıda, yer yer kesme taş kullanılmıştır. Yine kesme taştan yapılan ve caminin sağ tarafında bulunan minaresi, tek şerefelidir. Ana mekan, pencerelerle aydınlatılan yüksek bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbe orijinal haliyle korunarak günümüze gelmiştir.

Cami: 1782 yangında zarar görmüş ve tamir edilmiştir. 1911 yılındaki yangında yine hasar gören yapı, uzun süre kaderine terk edilmiştir. 1965 yılında tekrar tamir edilmiş ve 1985 yılına kadar yine kaderine terk edilmiştir. 1987 yılında ise yine tamir edilerek ibadete açılmıştır. Günümüzde küçük bir son cemaat yeri vardır.

Mezarlık şapeli: imam eşliğinde ziyaret edilmektedir. Burada: mihrabın sol tarafında: ayakta duran Meryem Ananın önünde diz çökmüş ve hediye sunan kadın bağışçının tasvir edildiği fresko, İstanbul camileri içindeki tek freskodur.